Osmanlı âlimlerinin en meşhûrlarından. İsmi, Ahmed bin Süleymân bin Kemâl Paşa, lakabı Şemseddîn’dir. Dedesi Kemâl Paşa’ya izafeten “Kemâl Paşa-zâde” ve “İbn-i Kemâl” isimleriyle tanınmıştır. 873 (m. 1468) senesinde doğdu. Doğum yeri hakkında ihtilâf vardır. Bazı kaynaklarda Edirne’de, diğer bazı kaynaklarda da Tokat’da doğmuş olduğuna işâret edilmektedir. 940 (m 1534)’da İstanbul’da vefat etti.
Babası Süleymân Çelebi, devrinin tanınmış kumandanlarından biri idi. Amasya Muhafızlığı ve Tokat Sancakbeyliği vazîfelerinde bulundu. Memuriyetten ayrıldıktan sonra, İstanbul’a geldi ve burada vefat etti. Babası Kemâl Paşa’nın Eski Odalar civârındaki türbesine defnedildi. Annesi, Fâtih Sultan Mehmed Hân zamanının meşhûr âlimlerinden İbn-i Küpeli’nin kızıdır. Dedesi Kemâl Paşa ise, Fâtih Sultan Mehmed Hân devri komutanlarından idi. Edirne ve İstanbul’da birçok vakıfları bulunmakta olup 875 (m. 1470) yılı başlarında vefat etti. Bir ümera ailesine mensûb bulunan İbn-i Kemâl Paşa, ailesinin nezâretinde iyi bir tahsil görmekle beraber, zamanın geleneği îcâbı, önce askerî sınıfa girdi ve sipâhi olarak İkinci Bâyezîd Hân’ın seferlerine iştirâk etti.
İbn-i Kemâl Paşa, ilimde yetişmesini bizzat kendisi şöyle anlatır: “Sultan İkinci Bâyezîd Hân ile bir sefere çıkmıştık. O zaman vezîr, Halîl Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa idi. Şanlı, değerli bir vezîr idi. Ahmed ibni Evrenos adında bir de kumandan vardı. Kumandanlardan hiçbiri onun önüne geçemez, bir mecliste ondan ileri oturamazdı. Ben ise, vezirin ve bu kumandanın huzûrunda ayakta, esas vaziyette dururdum. Bir defasında, eski elbiseler giyinmiş bir âlim geldi. Bu, kumandanlardan da yüksek yere oturdu ve kimse ona mâni olmadı. Ben buna hayret ettim. Arkadaşlarımdan birine, kumandandan da yüksek yere oturan bu zâtın kim olduğunu sordum. “Filibe Medresesi müderrisi, âlim bir zâttır. İsmi Molla Lütfî’dir.” dedi. “Ne kadar maaş alır” dedim. “Otuz dirhem” dedi. “Makamı bu kadar yüksek olan bu kumandandan yukarı nasıl oturur?” dedim. “Âlimler, ilimlerinden dolayı ta’zim ve takdîr olunur, hürmet görürler. Geri bırakılırsa, bu kumandan ve vezîr buna râzı olmazlar” dedi. Düşündüm, “Ben bu kumandan derecesine çıkamam, ama çalışır gayret edersem, şu âlim gibi olurum” dedim ve ilim tahsîl etmeye niyet ettim. Seferden dönünce, o meşhûr âlim Molla Lütfî’nin huzûruna gittim. Sonra Edirne’deki Dâr-ül-hadîs müderrisliği bu zâta verildi. Ondan “Metali Şerhî”nin hâşiyelerini (açıklama ve ilâvelerini) okudum.”
İbn-i Kemâl Paşa, bu hocasından başka; Kestelli ismiyle meşhûr Muslihuddîn Mustafa Efendi, Hatîbzâde Muhyiddîn Mehmed Efendi ve Muarrifzâde Sinânüddîn gibi zamanın meşhûr âlimlerinden ilim öğrenip, icâzet aldı. Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinde derin âlim olarak yetişti. Edirne’de Taşlık adıyla tanınan Ali Bey’in medresesine müderris olarak tayin edildi. Burada müderris iken, pâdişâhın emri ile “Tevârih-i Âl-i Osman” adlı târihini yazdı. Bundan sonra Usküp’te İshak Paşa Medresesi’ne tayin edildi. Burada Seyyid Şerîf Cürcânî’nin “Şerh-ül-Miftâh” adlı eserine bir hâşiye yazdı. Kısa bir zaman sonra da Edirne’deki Halebiye Medresesi’ne tayin edildi. Burada müderris iken de, “Risâlet-ül-kâfiye” adlı eserini yazdı. Bundan sonra da, Edirne’de Üç Şerefeli medreselerinde, daha sonra İstanbul’da Sahn-ı semân Medresesi’nde bir müddet müderrislik yaptı. Bu vazîfelerinden sonra, o zaman Osmanlı medreselerinden en yüksek derecede olan Sultan Bâyezîd Medresesi müderrisliğine tayin edildi. Bundan sonra Edirne ve sonra da Anadolu kadıaskeri oldu. Bir müddet vazîfelerini yürüttükten sonra, Edirne’deki Dâr-ül-hadîs Medresesi’nde ve Sultan Bâyezîd medreselerinde bir müddet daha müderrislik yaptı. Çok âlim yetiştirdi. Onun derslerinde yetişen âlimlerden bir kısmı şu zâtlardır: Sa’dî Çelebi, meşhûr âlim ve Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi, Sadr-ı a’zam Pîri Mehmed Paşa’nın oğlu Muhyiddîn Mehmed, Aşcızâde Hasen Çelebi, Müderris Mevlânâ Hidâyetullah, Vizeli Mevlânâ Abdülkerîm, Bağdad kadılığı yapmış olan Mehmed ibni Muhyiddîn Hasen, Bostan Efendi, Mehmed ibni Abdülvehhâb ve Kâdıasker Abdüllatîf Efendi ve diğerleri.
İbn-i Kemâl Paşa, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi’nin vefatından sonra, 932 (m. 1527) senesinde şeyhülislamlığa getirildi. Sekiz sene şeyhülislâmlık yaptı.
İbn-i Kemâl Paşa, bütün vaktini ilme veren âlimlerdendir. İlmi ile o kadar büyük bir şöhret kazanmıştı ki, zamanındaki birçok âlim bazı mes’elelerde ona başvururlardı. Hattâ bir kısım ulemâ, yazmış olduğu eserleri tashih (kontrol) maksadıyla ona gönderirlerdi. Onaltıncı asrın ilk yarısında, Osmanlı kültürünün en büyük mümessili olarak görülmektedir. Ahlâkı güzel, edebi mükemmel, zekâsı ve aklı kuvvetli, ifâdesi açık ve veciz olup, iki dünyâ faydalarını bilen ve bildiren, pek nâdir simalardan biri idi. Cinnîlere de fetvâ verirdi. Bunun için “Müftî-yüs-sekaleyn” (insanların ve cinnîlerin müftîsi) adı ile meşhûr oldu. Büyük bir âlim olduğu gibi, güçlü bir tarihçi, değerli bir edîb, kuvvetli bir şâir idi. Tasavvufta da ileri derece sahibi idi. Büyük velîlerin teveccühünü kazanmıştı. Kanunî Sultan Süleymân Hân zamanında, Zenbilli Ali Efendi’den sonra Osmanlıların dokuzuncu şeyhülislâmı oldu. Bu makamda bulunduğu sürede, dâhilî ve hâricî, din ve mezheb düşmanlarına karşı ilmiyle ve yazdığı kitaplarıyla mücâdele etti. İbn-i Kemâl Paşa, Eshâb-ı Kirâm düşmanlığı propagandasının tesîriyle Doğu Anadolu’da yer yer büyümeye başlayan fitneye karşı, Ehl-i sünnet i’tikâdını bütün gayreti ile müdâfaa etmiş ve Kanunî Sultan Süleymân Hân’ı Safevîlere karşı mücâdeleye teşvik ettiği gibi, pâdişâhın Şâh Tahmasb’a gönderdiği mektûpları da bizzat kaleme almıştır. Aynı zamanda, Hazreti Îsâ aleyhisselâmın Hazreti Muhammed’den “sallallahü aleyhi ve sellem” daha efdal (üstün) olduğunu iddia eden İranlı Molla Kabız’ın iddialarının doğru olmadığını, alenî (herkese açık) bir mahkemede onu susturarak isbât etmiş ve yazdığı risalelerle Kabız’ın halk efkârında uyandırdığı tereddütleri de gidermişti.
Kefevî, İbn-i Kemâl Paşa için; “Bazı rivâyetleri bazılarına tercih edebilmesi bakımından, mezhebde (Hanefî mezhebinde) tercih sahibidir.” demektedir. Bazı ulemâ da onun için; “Mısır’da İmâm-ı Süyûtî ne ise, İstanbul’da ve diğer beldelerde de İbn-i Kemâl Paşa odur. Her ikisi de asrın süsüdür” demişlerdir.
Anadolu Kâdıaskeri sıfatıyla, Mısır seferinde Yavuz Sultan Selîm Hân’ın yanında bulunmuş olan İbn-i Kemâl Paşa, pâdişâhtan büyük i’tibar görmüştür.
Mısır’da bulundukları sırada, orada kalmaları uzayınca, dîvân erkânı ve ileri gelenler, asıl vatanları Anadolu’ya, diyâr-ı rûm’a hasret kalıp, dönmeyi arzu etmişlerdi. Fakat bu arzularını Pâdişâh’a söyleyememişlerdi. İleri gelenlerden bazıları, o zaman yanlarında bulunan ve Anadolu Kâdıaskeri olan İbn-i Kemâl Paşa’ya durumu anlattılar. Yavuz Sultan Selîm Hân onu çok severdi. Çünkü İbn-i Kemâl Paşa, o zamanın en seçkin âlimi idi. Ona dediler ki: “Ne zamana kadar bu diyâr-ı gurbette hasret çekeceğiz? Bu durumu Pâdişâh hazretlerine bir arz edip, gitmeye meylettiremez misiniz?”
Birgün İbn-i Kemâl Paşa, Yavuz Sultan Selîm Hân ile sohbet ederken, Pâdişâh askerlerin durumunu sorup; “Ortalıkta neler konuşuluyor?” dedi. İbn-i Kemâl Paşa da; “Pâdişâhım, yolda gelirken askerlerden biri bir türkü söylüyordu ve şöyle diyordu:
“Nemiz kaldı bizüm mülk-i Arab’da,
Nice bir dururuz Şâm-ü-Haleb’de,
Cihan halkı kamu ayş-ü-tarabda,
Gel ahî gidelüm Rûm illerine.”
(Nemiz kaldı bizim bu Arab diyarında,
Şam’da ve Haleb’de niçin dururuz?
Cihan halkı hep şenlik içinde yaşamakta,
Gel kardeş, gidelim Rum diyarına.)
Bu şiir, Yavuz Sultan Selîm Hân’ın çok hoşuna gidip; “Bundan sonra burada durmamızı gerektiren işler de kalmadı, döneriz” diyerek, İstanbul’a döneceğini bildirdi. Bundan bir gün sonra, Yavuz Sultan Selîm Hân’a Kâ’be’nin anahtarı ve diğer mukaddes emânetler teslim edildi ve İstanbul’a dönmek için ordusuyla yola çıktı. Bu yolculukta bir sohbet sırasında, söz İbn-i Kemâl Paşa’nın hocası Molla Lütfî’den ve onun öldürülme sebebinden açılmıştı. Yavuz Sultan Selîm Hân, ona hocası hakkında bazı şeyler sordu. O da hocasından bahisle, iftiraya uğrayarak öldürülmüş olup ve nüktedan bir zât olduğunu söylemişti. Pâdişâh, İbn-i Kemâl Paşa’ya: “Sen de nükteli bir söz söylemez misin?” dedi. İbn-i Kemâl Paşa; “Geçen gün biz nöbetimizi savdık. Şimdi sıra yoldaşım duacımıza düştü. Şimdi onlar söylesin” dedi. Bunun üzerine Pâdişâh; “Yoksa o günki okuduğun kıt’a (şiir) senin mi idi?” dedi. O da; “Pâdişâhın doğru firâsetinin şehâdet ettiği gibidir (evet) diyerek, Pâdişâhı selâmladı. Bu hâdise üzerine, Yavuz Sultan Selim Hân İstanbul’a dönünce, çok sevdiği meşhûr ve mehâretli âlim İbn-i Kemâl Paşa’ya beşyüz altın hediye etti.
Mısır seferinde İbn-i Kemâl Paşa, Anadolu kadıaskeri olarak Pâdişâh Yavuz Sultan Selîm Hân’ın yanında bulunuyordu. Bu yolculukları sırasında sohbet ederek yol alırken, bir ara İbn-i Kemâl Paşa’nın atının ayağından sıçrayan çamurlar, Yavuz Sultan Selîm Hân’ın kaftanını kirletmişti. Pâdişâhın kaftanına çamur sıçrayınca, İbn-i Kemâl Paşa mahcûb olup, atını geriye çekerek özür dilemişti. Yayuz Sultan Selîm Hân’ın ona dönerek; “Üzülmeyiniz, âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için şereftir. Vasıyyet ediyorum, bu çamurlu kaftanım, ben vefat ettikten sonra kabrimin üzerine örtülsün” dedi. Bu vasıyyet, vefatından sonra yerine getirildi. Bu hâdiseyi hatırlatan o kaftan, şimdi de Yavuz Sultan Selîm Hân’ın kabri üzerinde, bir camekan içinde, târihî bir hâtıra olarak durmaktadır.
İbn-i Kemâl Paşa müderrislik, kadılık, kadıaskerlik ve şeyhülislâmlık gibi mühim vazîfelerde bulunmak sûretiyle, dîne ve devlete üstün hizmetler yaptı. Yavuz Sultan Selîm Hân ve Kanunî Sultan Süleymân gibi iki Osmanlı pâdişâhı ile birlikte savaşlara da katıldı. Hem ilmen, hem de fiilen hizmet etti. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâb-ı Kirâmın yolu olan Ehl-i sünnet i’tikâdının yayılmasında ve buna muhalif olanların ilmen ve fiilen susturulmalarında büyük hizmetler yaptı. Onun yaşadığı asır, Osmanlı devletinin en parlak devri olup, bunda onun da büyük hizmetleri oldu.
İbn-i Kemâl Paşa, 2 Şevval 940 (16 Nisan 1534) senesinde, bir Cuma günü vefat etti. Edirnekapı’da surların dışında, Mehmed Çelebi zaviyesi denilen mıntıkada defnedildi. Talebelerinden Mısır kadısı Mehmed Bey, sonradan mezarının etrâfına kalın taştan duvar şeklinde bir parmaklık sed yaptırdı. Edirnekapı mezarlığındaki kabri, Boğaz Köprüsü Çevre Yolu yapılırken, etrâfındaki kabirler nakledilmiş, kendi kabri, târihî eser olarak on metre beri alınmıştır. Vefatında, ilimler İbn-i Kemâl ile gitti manâsında; “İrtehal-el-ulûm bil-Kemâli”, “Kabri Ahmed mudâm ola pürnûr”, “Ol bârigâha vardı İbn-i Kemâl Paşa” mısraları, ebced hesabında vefat târihini göstermektedir. Kefeni için; “Hiye âhır-ül-libas (son elbisedir)”, kabri için; “Hazâ makâm-ı Ahmed (Bu Ahmed’in makamıdır)” ibâreleri ile ebced hesabına göre vefat târihi düşürülmüştür. Vefat edeceği sırada; “Ey bir olan Allah, bizi korktuğumuzdan kurtar!” manâsında; “Yâ Ehad, neccinâ mimma nehâf’ demiştir. Bu son sözündü de, ebced hesabına göre vefat târihini gösterdiği sonradan anlaşılmıştır.
Eserleri: İbn-i Kemâl Paşa, ekserisi muhtelif risaleler olmak üzere, üçyüz civarında eser yazdı. Bu eserlerinden çoğu yazma olup, 36 tanesi Ahmed Cevdet Paşa tarafından yayınlandı.
1- Fetvâları; insanlar arasındaki muâmeleleri, ahlâk ve âdet konularını açıklayan fetvâlarıdır. Bu fetvâları toplanıp, fıkıh kitaplarının tertîbi gibi, konulara göre tertîb edilmiştir. Fetvâlarının toplandığı kitaplar değişik kütüphânelerde yazma olarak mevcûttur. En geniş fetvâ kitabı, İstanbul Belediye Kütübhânesi’ndedir.
2- Tagyîr-üt-tenkîh; usûl ilmine dâirdir.
3- Risâle-i mümeyyize ve Tecrîd-üt-tecrîd; kelâm ilmine dâirdir.
4- Müferric-ül-kulûb; akâidle ilgilidir.
5- Felâh şerhi merâh; nahiv ilmine dâirdir.
6- Beydâvî hâşiyesi ve Saffât sûresine kadar yazdığı tefsîri.
7- Seyyid Şerîf Cürcânî’nin Keşşâf şerhine ve Miftâh şerhine hâşiyesi.
8- Meşârik-ül-envâr şerhi,
9-Hadîs-i erbe’în şerhi,
10- Nigaristan (Farsça),
11- Mühît-ül-lüga; Arabcadan Faracaya lügattir.
12- Tevârih-i Âl-i Osman; on cild olup, en meşhûr eserlerindendir. 699-933 (m. 1299-1526) seneleri arasındaki 234 yıllık hâdiseleri yazmıştır. Son cildi Zafer nâme-i Sultan Süleymân adıyla meşhûr olmuştur. Aynı eser, Fransızca (Mohaçnâme) adıyla basılmıştır.
13- Islâh ve îzâh; me’ânî ilminde bir metin şerhi.
14- Telvîh hâşiyesi,
15- Molla Hâcezâde’nin Tehâfüt adlı eserine hâşiye.
16- Risâle-i münîre,
17-Mühimmât-ül-müftî fî fürû’-ıl Hanefiyye: Hanefî mezhebinde bir müftînin bilmesi lâzım olan bilgileri bu kitapta toplamıştır.
18- El-Îzâh fî şerhi ıslâh-il-Vikâye,
19- Hidâye şerhi,
20- Molla Câmî’yi esas alarak yazdığı, 7777 beyitlik “Yûsuf ile Züleyhâ” adlı manzûm bir eseri, ayrıca Arabca, Farsça ve Türkçe şiirleri vardır. Kasîde-i Bürde’yi de manzûm olarak tercüme etmiştir.
İbn-i Kemâl Paşa, kıymetli eserlerinden başka, yine târihe dâir olmak üzere, Mısır seferi sırasında, Yavuz Sultan Selim Hân’ın emriyle İbn-i Tagriberdi’nin, “En-Nücûm-üz-zâhire fî mülûki Mısır vel-Kâhire” adlı Arabca eserini de Türkçe’ye tercüme etmiştir. Yavuz Sultan Selîm Hân’ın vefatı üzerine yazdığı mersiyesi, yıllarca dilden dile dolaştı.
Bu mersiyesinden bir bölüm:
“Azmde nevcivân hazmde pîr,
Sâhib-üs-seyf-ü-sâhib-üt-tedbîr.
Az müddette çok iş etmiş idi.
Sayesi olmuş idi âlem gir.
Şems-i asr idi, asrında Şemsin,
Zılli memdûd olur, zamanı kasîr.
Tâc-ü-tahtıyle fahreder beyler,
Fahrederdi ânınla cân-ü-serir.
Hayf Sultan Selîm’e hayf, dirig.
Hem kalem ağlasın ona, hem tîg.”
Ayrıca darb-ı mesel hâlini almış kıt’a ve beyitleri vardır. Nitekim:
“Mansıbda bir ola dahî ger âlim-ü-câhil,
Zâhirde müsâviyse hakîkatte bir olmaz.
Altun ile faraza ki beraber çek ile seng,
Vezn içre bir olmak ile kıymette bir olmaz.” Kıt’ası ile;
“Sakla kurt enciğin derin oysun,
Besle kargayı gözlerin oysun.” Beyti bunlardandır.
Bir başka şiiri de şöyledir:
“Kısmetindir gezdiren yer yer seni,
Arş’a çıksan, akıbet yer yer seni.
Eline nefsinin verip kazma,
Yoluna kimsenin kuyu kazma.
Her ki gayrın yolunda kazdı kuyu,
Kendi düştü kuyuya yüzü koyu.”
“Nâ ehil olur muârız-ı ehl,
Her Ahmed’e bulunur Ebû Cehl.
“Göz yum cihandan aç, gözünü kendi hâline,
Sen göz yumup açınca, bu dünyâ gelir gider.”
“Ölümden kurtuluş yoktur cihânda,
O derdi çekmez olmaz ins-ü-canda.
Kişinin ömrü çünkim âhır ola,
Yeğ oldur kim gazâ yolunda öle.”
Ahmed İbni Kemâl Paşa’nın “Levh-il-mahfûz ve Ümm-ül-kitâb” ismindeki eserinden bir bölüm:
Ra’d sûresindeki: “Allahü teâlâ, dilediğini siler. Dilediğini değiştirmez. Ümm-ül-kitâb O’ndadır” âyet-i kerîmesinde, Levh-i mahfûz bildirilmektedir. Ümm-ül-kitâb, ezelî olan kelâm-ı ilâhînin ismidir. Melekler, bunu anlıyamaz. Zamanlı değildir. Ya’nî burada zaman yazılı değildir. Allahü teâlâdan başka, kimse bilmez. Hiç yok olmaz. Levh-i mahfûzda ise, değişiklik olur. Bunu melekler görür. İnsanın, işine göre, ömrü ve rızkı değişir. İyiler kötü, kötüler iyi olarak değiştirilebilir. Böylece, birine ölümüne yakın iyi işler yaptırıp, son nefeste îmânla gönderir. Başkasına kötü amel işletip, îmânsız gönderir. Bunun için Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) her zaman; “Allahümme yâ mukallibelkulûb, sebbit kalbi alâ dînik” duasını okurdu (ki, Ey büyük Allah’ım! Kalbleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren, ancak sensin. Kalbimi, dîninde sabit kıl, ya’nî dîninden döndürme, ayırma! demektir). Eshâb-ı Kirâm “aleyhimürrıdvân” bunu işitince; “Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem)! Sen de dönmekten korkuyor musun?” dediklerinde; “Mekr-i ilâhiden, beni kim temin eder?” buyurdu. Çünkü, hadîs-i kudsîde; “İnsanların kalbi, Rahmânın kudretindedir. Kalbleri, dilediği gibi çevirir” buyurulmuştur. Ya’nî, Celâl ve Cemâl sıfatları ile kötüye ve iyiye çevirir. Levh-i mahfûza ilk olarak; “Benden başka Allah yoktur. Muhammed benim resûlümdür ve habîbimdir ve herşey benim mahlûkumdur. Herşeyin Rabbiyim, Halıkıyım” yazıldı. Sonra, Peygamberleri ve kıyâmete kadar gelecek insanların iyileri sa’îd olarak, kötüleri de şaki olarak yazıldı.
Kader değişmez. Kazâ, kadere uygun olarak meydana gelir. Kazâ, hergün çok değişip, sonunda kadere uygun olunca yaratılır. Kazâ-i mu’allak şeklinde, yaratılacağı yazılmış olan birşey, kulun iyi ameli ile değişip yaratılmaz. Evliyâ, kaderi anbara, kazayı ölçeğe benzetmiştir.
(Kâmûs’da, kazâ kelimesinde diyor ki: “Kazâ, kaderin husûsî bir kısmıdır. Kader, anbara doldurulmuş buğday gibidir. Kazâ ise, onu ölçerek vermek gibidir. Ömer (rahmetullahi aleyh), Şam’a geldi. Şehirde veba hastalığı olduğunu işitince, şehre girmedi. “Allahü teâlânın kazâsından kaçıyor musun?” dediklerinde; “Allahü teâlânın kazâsından, kaderine kaçıyorum” buyurdu ki. Kader, kazâ şeklini almadıkça değişebilir. Kader, maaş bordrosu gibidir. Kazâ ise, bu maaşın dağıtılmasıdır. İbn-i Esîr dedi ki: “Kazâ ve kader, birbirinden ayrılmaz. Çünkü, kader temel gibi, kazâ da üstündeki bina gibidir”. Kader kelimesinde diyor ki: “Kader, Allahü teâlânın, olacak şeyleri ezelde bilmesidir. Kazâ, kaderde bulunan şeyleri, zamanı gelince yaratmasıdır.”)
İmâm-ı Gazâlî, (İhyâ-ul-ulûm) kitabında buyurdu ki: “Kazâ-i mu’allak, Levh-i mahfûzda yazılıdır. Eğer o kimse, iyi amel yapıp, duası kabul olursa, o kazâ değişir.” Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Kader, tedbir ile sakınmakla değişmez. Fakat kabul olan dua, o belâ gelirken korur.” Duanın belâyı defetmesi de, kaza ve kaderdendir. Kalkan, oka siper olduğu gibi, su, yerden otun yetişmesine (ve havanın oksijen gazı, canlının hücrelerindeki gıda maddelerini yakıp hararet meydana gelmesine) sebep olduğu gibi, dua da, Allahü teâlânın merhametinin gelmesine sebeptir. Bir hadîs-i şerîfte; “Kazâ-i mu’allakı, hiçbirşey değiştiremez. Yalnız dua değiştirir ve ömrü, yalnız, ihsân, iyilik arttırır.” buyuruldu. Allahü teâlânın takdîrinin, ya’nî kaderin, Levh-i mahfûzda yazılması kazâdır. Bir kimseye takdîr edilen belâ kazâ-i mu’allak ise, ya’nî, o kimsenin dua etmesi de takdîr edilmiş ise, dua eder, kabul olunca, belâyı önler. “Ecel-i kazâ”yı da, iyilik etmek geciktirir. Fakat, “Ecel-i müsemmâ” değişmez. Ecel-i kazâ denilen; meselâ bir kimse, eğer iyi iş yapar, yahut sadaka verir, hac ederse ömrü altmış sene, bunları yapmazsa kırk sene diye takdîr edilmesi gibidir. Vakit tamâm olunca, eceli bir ân gecikmez. Birinin üç gün ömrü kalmış iken, akrabasını Allah rızâsı için ziyâret etmesi ile ömrü otuz seneye uzar. Otuz yıl ömrü olan kimse de, akrabasını terk ettiği için, ömrü üç güne iner. “Lübâb-üt-te’vîl” (ya’nî Tefsîr-i Hâzin) kitabında diyor ki: Takdîr, ezelde Levh-i mahfûzda yazılmıştır. Sonradan birşey yazılmaz. Ya’nî, Levh-i mahfûzda olacak değişiklikler ve ömürlerinin artması ve kısalması da, ceffelkalem (ya’nî ezelde) yazılmıştır ki, buna kazâ-i mu’allak denir. Allahü teâlânın, kaderi, ya’nî ezelde ilmi nasıl ise, Levh-i mahfûzdaki değişiklikler, ona uygun olur. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” yaralanınca, Ka’b-ül-ahbâr buyurdu ki: “Ömer “radıyallahü teâlâ anh” daha yaşamak isteseydi, dua ederdi. Zîrâ onun duası elbette kabul olur.” işitenler şaşırıp; “Nasıl böyle söylüyorsun? Allahü teâlâ: “Ecel, bir ân gecikmez ve vaktinden önce gelmez.” buyurdu” dediklerinde: “Evet, ecel hâzır olduğu vakit gecikmez. Fakat, ecel hâzır olmadan önce, sadaka ile, dua ile, amel-i sâlih ile, ömür uzar. Zîrâ Fâtır sûresinde; “Herkesin ömrü ve ömürlerin kısalması hep yazılıdır.” buyurulmaktadır” dedi.
Her sene, (Şa’bân ayının onbeşinde Berât gecesinde) o senede olacak şeyler, ameller, ömürler, ölüm sebebleri, yükselmeler, alçalmalar, ya’nî herşey Levh-i mahfûzda yazılır.
Dâvûd aleyhisselâmın yanına iki kişi gelip, birbirinden şikâyet etti. Dinleyip karar verip giderken, Azrail (aleyhisselâm) gelip; “Bu iki kişiden, birincisinin eceline bir hafta kaldı, ikincisinin ömrü de bir hafta önce bitmişti, fakat ölmedi” dedi. Dâvûd (aleyhisselâm) şaşıp, sebebini sorunca; “İkincisinin bir akrabası vardı. Buna dargın idi. Bu, gidip onun gönlünü aldı. Bundan dolayı, Allahü teâlâ, buna yirmi yıl ömür takdîr buyurdu” dedi. (Emâlî kasidesi altmışikinci beytinde; “Öldürülen kimsenin eceli, münkatı’ değildir.” Ya’nî, o ânda, ömrü ortadan kesilmiş değildir. Kâmûs mütercimi Ahmed Âsım Efendi, bu beyti şerh ederken diyor ki: “Ehl-i sünnete göre, öldürülen kimsenin, o ânda eceli gelmiştir. Ömrü ortadan kesilmemiştir. Herkesin eceli bir tanedir.”) Görülüyor ki, müslüman olan ve dînimize uygun akrabayı ziyâret çok lâzımdır. Hiç olmazsa haftada veya ayda bir ziyâret etmeli, kırk günü geçirmemelidir. Uzak memlekette ise, mektûpla gönlünü almalıdır. Dargın, kinli ise de vazgeçmemelidir. Akrabası gelmezse, cevap vermezse de, giderek veya hediye, selâm göndererek, yahut mektûp ile yoklamaktan vazgeçmemelidir. Allahü teâlâ, müslüman olan ve sâlih olan akrabayı ziyâreti emrediyor.
(Doktor bulmak ve ilâç bulmak da, takdîre bağlıdır. Allahü teâlâ, takdîrine göre sebepleri yaratmaktadır. Çok eskiden bilindiği gibi, bir yeri kesilen insanın eceli gelmedi ise, damarı bağlanır, ilâç verilir, ölmez. Eceli gelmiş ise, damarı bağlıyacak biri bulunamaz, kanı akar, mikrop kapar ölür. Yürek adalesi bozuk olan ağır hastaya, ölmek üzere olan bir başkasının sağlam yüreği takılıp takılmaması da, ecelin gelip gelmemesine bağlıdır. Kalbin değiştirilmesi de hastayı muhakkak iyi yapmıyor, çoklarının ölmesine sebep olmaktadır.
Kıyâmette herkes, öldüğü zamandaki şekli, boyu ve organları ile mezardan kalkacaktır. Herkesin kuyruk sokumu kemiği değişmiyecek, başka a’zâ, organlar, bu kemik üzerine yeniden yaratılacak, rûhlar bu yeni bedenlerini bulup, te’alluk edeceklerdir. Rûhların bu başka bedenlere te’alluk etmeleri, tenasüh değildir, insanın bedeni, organları dünyâda da değişiyor. Kırk yaşındaki insanın eti, yağı, derisi, kemikleri başkadır. Çocukluğunda bulunanlar başkadır. Fakat o, hep aynı insandır. Çünkü insan, rûh demektir. Beden değişiyor ise de, rûh değişmez, insanın parmak izi de hiç değişmez. Hiçbir insanın parmak izi, başkasının parmak izine benzemez. Bir insanın parmak uçlarındaki çizgilerin şekli, doğmadan önce, rûh bedene te’alluk ettiği sıralarda teşekkül eder. İnsan ölüp çürüyünceye kadar hiç değişmez. Beşbin yıllık mumyalarda aynen kaldıkları görülmüştür. Parmak ucundaki çizgilerden herbiri, yanyana dizilmiş deliklerden meydana gelmiştir. Her delikcikten, ter sızmaktadır. İnsan birşeyi tutunca, sızan ter, o şey üzerinde çizgilerin şekli gibi yapışıp kalır. Teri boyayan bir ilâç sürünce, o kimsenin parmak izi, o şey üzerinde görünür. Büyük âlim, İmâm-ı Muhammed Gazâlî, Fârisî “Kimyâ-i sa’âdet” kitabının sekseninci sahifesinde diyor ki: “Bir insanın çeşitli yaşlarındaki bedenleri başka başka oldukları gibi, aynı boy ve şekilde, fakat başka zerrelerden yapılmış bir bedenle kabirden kalkacaktır.”)
Ahmed İbni Kanal Paşa’nın Kur’ân-ı kerîmin secâvendleri (ya’nî durakları) için yazdığı şiir aşağıdadır:
Cim:
Caiz geçmek ondan, hem revâ,
durmak fakat, evlâdır sana!
Ze:
Caiz, onda dahî durdular,
geçmeği, daha iyi gördüler.
Tı:
Mutlaka durmak nişanıdır,
nerde görsen, orda hemen dur!
Sat:
Durmakta rûhsat var dediler,
nefes almağa izin verdiler.
Mim:
Lâzım durmak burada elbet,
geçmede, küfrden korkulur pek!
La:
Durulmaz! demektir her yerde,
Durma hiç! alma hem nefes de!
Bu tertîble oku, itmâm et!
Sevâbın cümleye ihsân et!
Ahmed İbni Kemâl Paşa hazretlerinin 934 (m. 1527) senesinde yazdığı kırk hadîs-i şerîf, 979 (m. 1571) senesinde Seyyid Pîr Muhammed Nitâî tarafından Türkçeye çevrilmiştir. 1316 (m. 1898)’da İstanbul’da basılan bu tercüme onsekizinci hadîs-i şerîfde; “Bir işinizde şaşırırsanız, ölmüşlerden yardım isteyiniz!” buyuruldu. Şeyhülislâm Ahmed Efendi, bu hadîs-i şerîfi açıklarken diyor ki:
“Rûhun bedene bağlanması, kuvvetli bir aşk ile olmuştur. İnsanın ölmesi, rûhun bedenden ayrılması demektir. Fakat, rûh ayrıldıktan sonra, bu aşkı bitmez. Rûhun bedene olan sevgisi, kuvvetli çekmesi, öldükten sonra uzun zaman bitmez. Bunun içindir ki, ölülerin kemiğini kırmak, mezarı üstüne basmak yasaktır.
Bir insan, kuvvetli, olgun ve tesîri çok olan bir zâtın mezarı yanında durup, o toprağı ve o zâtın bedenini düşünse, o zâtın rûhunun, bedenine ve dolayısı ile o toprağa bağlılığı olduğundan, bu iki rûh karşılaşır. Gelen insanın rûhu, o zâtın rûhundan çok şeyler edinir ve güzelleşir, olgunlaşır. İşte bu fâideden dolayı, kabir ziyâretine izin verilmiştir. Bundan başka sebebler de yok değildir.”
Şeyhülislâm Ahmed İbni Kemâl Paşa, El-Münîre kitabında diyor ki: “Tasavvufda rehberlik yapan kimseye ve ona talebe olacak kimseye ilk vâcib olan şey, İslâmiyete uymaktır. İslâmiyet, Allahü teâlânın ve Resûlünün (sallallahü aleyhi ve sellem) emir ve yasak ettiği şeyler demektir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki: “Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat şeri’ate uymıyan bir iş yapsa, kerâmet sahibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan sapdırıcı biliniz!”
Şeyhülislâm Ahmed İbni Kemâl Paşa, Şerh-i hadîs-i erbe’în kitabında; “Sünnetimi terk edene şefaatim haram oldu” hadîs-i şerîfini şöyle açıklamaktadır:
Bu hadîs-i şerîfte sünnet demek, İslâmiyet yolu demektir. Çünkü, mü’min kimse, büyük günah işlese de, şefaatten mahrûm olmaz. Hadîs-i şerîfte, “Büyük günah işliyenlere şefaat edeceğim” buyuruldu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Hak teâlâdan getirdiği şerî’ate tâbi’ olmak lâzımdır. Bunu terkeden, şefaate kavuşamaz.
Ahmed ibni Kemâl Paşa “Kitâb-ül-ferâid”de diyor ki: “Ebû Umâme’nin bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Başkalarına benzeyenler bizden değildir. Yahudilere ve hıristiyanlara benzemeyiniz! Yahudiler parmakları ile işâret ederek, Hıristiyanlar elleri ile işâret ederek, mecûsîler de eğilerek selâm verir.” buyuruldu.”
Ahmed ibni Kemâl Paşa’nın “Risâle-i Münire” adlı eserinden bazı bölümler:
Amel: Kulların amelleri üç çeşittir: 1- Farz, 2- Fazîlet, 3- Ma’siyet. Hepsi de kulun kesbi, ya’nî kazanması, edinmesi iledir.
Farz: Allahü teâlânın emri, dilemesi, sevmesi, beğenmesi, kazası, kaderi, yaratması, hükmü, bilmesi, tevfîki ve Levh-il-mahfûza yazması iledir.
Fazîlet: Allahü teâlânın emri ile değildir. Fakat dilemesi, sevmesi, beğenmesi, kazası, kaderi, yaratması, hükmü, ilmi, tevfîki ve Levh-il-mahfûza yazması iledir.
Ma’siyet: Allahü teâlânın emri ile değildir; fakat dilemesi iledir, sevmesi ile değil fakat kazası iledir. Beğenmesi ile değil, takdîr ve yaratması iledir. Tevfîki ile değil, fakat bilmesi ve Levh-il-mahfûza yazması iledir.
Bunun gibi, Allahü teâlâ mahlûkatın amellerini, ecellerini, rızıklarını, sıhhat ve hastalıklarını, neş’elerini ve kederlerini, günah ve iyi işlerini, onları yaratmadan önce (yarattığında ne yapacaklarını ilm-i ezelîsi ile bilerek) Levh-il-mahfûza yazmıştır. Göklerde ve yerde bulunan cinler, insanlar, melekler ve şeytanlar bir araya gelse, bu işlerden birini değiştiremezler.
Namaz: Müslümanlara îmândan sonra farz olan ilk şey, beş vakit namazdır. Çünkü, namaz dînin direği ve âhıret amellerinin başıdır. Bunun için Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Herşeyin bir direği vardır: dinin direği de namazdır. Herşeyin bir yıkıcısı vardır: dinin yıkıcısı da namazı terketmektir” ve “Kıyâmet günü kulun amelinden ilk suâli namazdandır. Namaz suâlinden kurtulursa, kurtulmuştur. Kurtulamazsa, zarar, ziyan ve büyük tehlikededir. Namazında bir eksiklik olursa, Allahü teâlâ buyurur ki, bakın kulumun nâfilesi var mı? Böylece farzlarındaki kusur ve eksiklikler nâfilelerle giderilir. Sonra diğer amelleri de böyle olur” buyurdu. Bunun için Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): “Amelleriniz tartılmadan önce, siz tartınız. Hesaba çekilmeden önce, kendinizi hesaba çekiniz” buyurdu. Bunun manâsı şöyledir: “Amellerinizi şeri’at terazisi ile tartınız. Dînimize uygun iseler, Cennet size vâcib olur. Dînimize uymazsa, Cehennem size vâcibdir. Bütün amellerinden önce namaza dikkat eyle. Kıldığın namaz, Allahü teâlânın katında kabul edilen âhıret amellerinden sayılır mı, sayılmaz mı? Diğer amellerini de buna kıyâs eyle. Nitekim Allahü teâlâ, Ankebût sûresi kırkbeşinci âyetinde meâlen; “Sana vahy olunan Kur’ân-ı kerîmi oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz, insanı, fahşa ve münkerden uzaklaştırır” buyuruyor.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyet-i kerîmenin izahında; “Namazın kendisini fahşa ve münkerden (ya’nî günah ve kötülüklerden) men etmediği kimsenin namazı, Allahü teâlâdan uzaklığından ve Allahü teâlânın ona düşman olmasından başka birşeyini arttırmaz” buyurdu.
Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) buyurdu: “Namaz kılıp, namazının kendisini günah ve kötülüklerden men etmediği kimsenin namazı, namaz değil, vebaldir.”
İlim: Her müslümana, erkek olsun, kadın olsun, ilim öğrenmek farzdır. Farz olan bu ilim, nefs-i emmâreyi ıslâh eden ilimdir. Bu ilim ikiye ayrılır:
1- İ’tikâda âit bilgilerdir: Bu da tevhîd ve sıfat ilmidir. Ya’nî Allahü teâlânın zâtına, birliğine, sıfat-ı selbiyye ve sübûtiyyesine ve inanılacak şeylere âit bilgilerdir.
2- Amele âit bilgilerdir: Farz, vâcib, sünnet, nafile, helâl, haram, mekrûh, şübheliler ve kalbin kötü huylardan vazgeçip iyi huyları elde etmesine dâir ahlâk (tasavvuf) bilgileridir. Bu bildirilenlerin hakkını veren ya’nî bunları hakkıyla yerine getirenin, ilmi tamâm olur, kalbinde yakîni artar. O, faydalı ilim, bâtın ilmi veya mükâşefe ilmi denilen ilmi elde etmiş olur.
Mü’minlerin hepsi, ma’rifet, yakîn, tevekkül, muhabbet, rızâ, havf, recâ ve îmân sahibidirler. Îmânın, kuvvetinde başkalarından farklı olabilirler. Meselâ bir memlekette iki sâlih kimse olsa, bunlardan biri yakîn bakımından diğerinden ileri olsa, birincisinin diğerine uyması gerekir. Çünkü sâlihler, yakînde eşit olmazlar. Fakat İslâmiyet ve akla âit şeylerde eşit olurlar. Ey kardeşim! Bu dünyâda doğru yolda olmak, dünyâdan îmân ile çıkmak ve kıyâmet günü Cennet’e girmek istiyorsan, Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerine uy. Allahü teâlâ, Sebe’ sûresi otuzdördüncü âyetinde meâlen; “De ki, ya biz, ya siz hidayet üzere, yahut açık dalâletteyiz.” buyuruyor. Bu âyet-i kerîmenin açıklaması şöyledir: Ey Habîbim, sen onlara de ki, birimiz hidâyet üzere, diğeri dalâlettedir. Ya’nî ben hidâyet üzereyim, siz dalâlettesiniz. Bu âyet-i kerîme, bir kimsenin arkadaşını kasd edip, ikimizden birimiz yalan söylüyoruz, demesi gibidir. Âyet-i kerîmede takdim (öne alma) ve te’hir (sona alma) vardır; açıklaması: Ben hidâyet üzereyim, siz açık dalâlettesiniz demektir dediler. Nitekim âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruldu ki: “Benden size hidâyet (ya’nî Peygamber, kitâb ve dîn) gelince, bu hidâyete uyanlarınız sapıtmaz ve şakî olmaz. Zikrimden yüz çevirirseniz, geçiminiz dünyâda dar olur. (Çünkü böylelerinden kanâat kalkar.) “Onu, kıyâmet günü kör olarak haşrederiz. Der ki, yâ Rabbî! Benim gözlerim görürdü, beni niçin kör olarak haşreyledin?” Allahü teâlâ der ki: Sen de böyle yaptın, sana gelen âyetlerimizi unuttun. Bugün de sen unutulursun” (Tâhâ: 123-126). Âyetleri unuttun demek; gözünü onlardan yumdun, onları görmedin, onları bakmadan terkettin, bugün sen de, rahmet ve mağfiretimizden unutulursun, demektir.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Size iki şey bıraktım. Onlara yapışırsanız, doğru yoldan sapmazsınız. Biri Allahü teâlânın kitabı, diğeri benim sünnetimdir.” İşleriniz ve sözleriniz Allahü teâlânın kitabına ve Resûlünün sünnetine uygun olursa, hidâyet ve tevfîke kavuşanlardan olursunuz. Böyle olmazsanız, sapık ve şakî olursunuz.
Ben âlim değilim, işlerimi ve sözlerimi İslâmiyete uygun nasıl yaparım dersen, cevâbında deriz ki, âhıret yolunu senden iyi bilen bir âlime uy. Onun yaptığı gibi yap. Nitekim Allahü teâlâ bunu emrediyor. Nahl sûresi kırküçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Bilmiyorsanız, bilenlere sorunuz.” buyurdu. Ya’nî, âhıret işlerinden birşeyi bilmediğiniz zaman, bunu iyi bilenlere sorunuz.
Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uyduktan sonra lâzımdır ki, dışını bunlara uymakla süslendirdiğin gibi, kalbini de, kalb hâllerini elde etmekle zînetlendiresin. Bu ise, kalbin doğruluğunu, sağlamlığını, güzel ahlâkını, sebeblerini, alâmetlerini, kuvvetlilik derecesini ve zayıflığını gösterir. Aynı zamanda kalb hastalığını, kötü ahlâkını, sebeblerini, alâmetlerini, kuvvetliliğini, zayıflığını ve kurtuluş çârelerini bildirir.
Sâlih amel: Allahü teâlâ, cinleri ve insanları ancak kendine ibâdet etmeleri için yarattı. Bunun için Allahü teâlâ, Zâriyât sûresi ellialtıncı âyetinde meâlen “Cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” Buyuruyor. İnsanların Allahü teâlâya ibâdeti, ancak sâlih amelleri ile olur. Sâlih ameller ise, ancak güzel ahlâktan meydana gelir. Nitekim Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Mü’minlerden îmânı kâmil olanlar, ahlâkı güzel olanlardır” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Bana en sevgiliniz ve kıyâmette bana en yakınınız, ahlâkı iyi olanınızdır.” Allahü teâlânın yarattığı her şey, kemâline ulaşması içindir. İnsanın kemâli ise, ma’rifetullahtır. Ma’rifet semeresi ise, Allahü teâlâya ibâdet etmektir.
Sıhhat ve doğruluk bakımından kalbin en aşağı mertebesi; Allahü teâlâyı ve Peygamber efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem), annesinden, babasından, çocuklarından ve malından daha çok sevmektir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), hadîs-i şerîflerde buyurdu ki: “Beni anasından, babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan çok sevmiyeniniz mü’min olamaz.”
“Üç şey vardır ki, bunları yapan îmânın tatlılığını bulur:
1- Allahü teâlâyı ve Resûlünü, herşeyden çok seven.
2- Allahü teâlânın sevdiklerini, Allahü teâlâ sevdiği için seven.
3- Allahü teâlâ onu küfürden kurtardıktan sonra, küfre dönmekten, Cehennem’e atılmaktan tiksindiği gibi tiksinen.”
Ma’rifetullah: Kalbin sıhhat ve selâmetinin alâmeti, huzûrunun ancak ma’rifetullahla olmasıdır. Ma’rifetullah ise, ancak din bilgilerini öğrenmek ve tatbik etmekle mümkündür. Nitekim Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Ra’d sûresi yirmisekizinci âyetinde meâlen; “Îmân edip, kalbleri Allahü teâlânın zikri ile itminan bulanlar. Uyanınız, dikkat ediniz! Kalbler, ancak Allahü teatinin zikri ile itminan bulur” buyuruyor.
Kalbin hastalık ve bozukluğunun alâmeti, kalbin ma’rifetullahdan lezzet almaması, yahut da ma’rifetullahı gideren şeylerden lezzet almasıdır. Nitekim mi’desindeki hastalığın alâmetini toprak yemekten lezzet almakta bilen, dünyâ ni’metlerinden et, ekmek ve diğer tatlıları yemekten kaçınır.
Ey din kardeşim! Allahü teâlâ sana iyilikler versin! Ma’rifetullah ile olan kalbin lezzetini bilmek istesen bilemezsin. Çünkü bu, tatmak ile anlaşılır. Bildirme ile anlaşılmaz. Fakat bunları sana misâl olarak anlattım. Zevkini şuna benzetebilirsin. Memleketin ileri gelen adamlarından birinin gayet akıllı, düzgün yaratılışlı, güzel ahlâklı, insanlar arasında ilmi ve ameli ile tanınmış çok güzel bir kızı olsa, sana haber gönderip, kızımı sana vermek istiyorum dese, kalbinde bir zevk hâsıl olur. Hâlbuki sana bildirilen Allahü teâlânın cemâli, celâli, azameti, kibriyâsı bundan daha çoktur. Bir hadîs-i kudsîde: “Yerlere, göklere sığmam, müttekî ve iyi kulumun kalbine sığarım.” buyuruldu.
İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) “Kitâb-ül-erbe’în fî usûl-iddîn” kitabında der ki: “Ârifin dünyâda, Rabbini tefekkürden aldığı lezzet, bütün lezzetlerden üstündür. Çünkü lezzet, arzu miktarıncadır. Arzunun derecesi ise, arzu edilenin uygunluğu ve güzelliğine göredir. Nitekim kalbler için en uygun şeyler, arzu ettiğini tanımak ve bilmektir. Özellikle insanın rûhu, hakîkatlerin karargâhıdır. Bunun gibi, bilinmesi gereken şey ne kadar kıymetli olursa, ona âit bilgi de öyle lezzetli olur. Allahü teâlâdan kıymetli, şerefli ve büyük yoktur. İşte bunun için, Allahü teâlânın zâtına, sıfatlarına, mülk ve melekûtuna âit bilgiler, kalbde diğer bütün şeylere âit olan lezzetlerden lezzetlidir. Çünkü bunlardaki arzu, bütün arzulardan üstündür. Bunun için kalbde, diğer arzulardan sonra meydana gelir. Arzular içinde sonra gelenler, öncekilerden kuvvetlidir. Nitekim kalbde ilk arzu, yemek arzusudur. Sonra cimâ arzusudur. Yemeği, bunun için terkeder. Bundan sonra, makam ve başkanlık arzusudur. Şuarâ sûresi seksensekizinci âyetinde meâlen; “O gün mal ve evlâd fayda vermez. Ancak Allahü teâlâya kalb-i selîm getiren fayda bulur.” buyurulur. Ya’nî bozuk i’tikâdlardan arınmış, kin, kıskançlık, nifak, bid’at, nefsinin arzularına uymak ve insanların elinde bulunan şeylere göz dikmek gibi kötü sıfatlardan kurtulmuş kimseler demektir. Kalbini bu sıfatlardan temizliyen kimse, parasını iyi yerde harcar, fakirleri doyurur. Allah yolunu bildiren mektebler ve binalar yaptırır. Bunun için Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Dünyâda zâhid olanın (ya’nî dünyâya kıymet vermiyenin) kalbine, Allahü teâlâ hikmet akıtır ve dili hikmet söyler, dünyâ hastalığının tama’, ilâcının vera’ olduğunu bilir. Onu dünyâdan Cennet’e sâlim olarak gönderir.”
Sâlih olmak: Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i şerîflerinde geldi ki; nafileler, nafile amel yapmağa uygun olanlar tarafından işlenir. Nafile amel işlemenin en aşağı derecesi, sâlih olmaktır. Sâlih olmak ise, günahlardan uzaklaşıp, farz, vâcib ve sünnetleri ihlâs ile yaptıktan sonra ele geçer. Zîrâ nafile amel yapan, fâsık olursa, onda ihlâs bulunmaz. Namazı kendisini Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Namaza kalkıp da, Fâtiha sûresindeki meâlen; “Yalnız sana ibâdet ederiz ve yalnız senden yardım bekleriz.” buyurulan âyet-i kerîmeyi okuduğu zaman, ya’nî biz bütün uzuvlarımızla sana şükrederiz, tâatimizi yalnız sana yaparız der, ama kendisinin hâli, tâatini şeytana tahsis etmekle, küfrân-ı ni’mette bulunup, böylece sözü ameline uymaz. Nitekim, Kût-ül-kulûb kitabında der ki: “Bir kul namazında: “Yalnız sana ibâdet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.” dediği zaman, Allahü teâlâ ona; “Yalan söyledin ey kulum! Yalnız bana tapmıyor, yalnız benden yardım dilemiyorsun. Yalnız bana ibâdet etseydin, nefsinin arzularını, benim rızâma tercih etmezdin; yalnız benden yardım dileseydin, başkalarından yardım istemezdin” der.”
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
“Günahlarına tövbe eden, bir daha işlemezse, hiç günah işlememiş gibidir.”
“Günahlarına istiğfar eden ve ısrarla günah işliyen, Allahü teâlâ ile alay etmiş gibidir.”
“Pişman olmaksızın dil ile yapılan tövbe, yalancıların tövbesidir.”
Âlim: İlmi ile amel edene âlim denir. İlmi ile amel etmiyene âlim denmez. Çünkü, ilminin kendisine faydası olmayan, câhille eşittir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Benden önce gelen peygamberlerden her birinin ümmetinden havârileri (yardımcıları) ve eshâbı vardı. Onun sünnetine yapışırlar, emrine uyarlardı. Onlardan sonra kötü insanlar yerlerine gelir, yapmadıklarını söylerler. Emrolunmadıkları şeyi emrederler. Onlarla eliyle döğüşen mü’mindir. Dili ile mâni olan mü’mindir. Kalbi ile yaptıklarını beğenmiyen, onlara buğzeden mü’mindir. Bunlardan başkasında hardal tanesi kadar îmân yoktur.”
Bid’at ehli: Bid’at sahiblerini tanımak istersen, şu hadîs-i şerîflere dikkat eyle:
“Sözlerin en iyisi, Kur’ân-ı kerîmdir. Yolların iyisi Muhammed aleyhisselâmın yoludur. İşlerin kötüsü, sonradan çıkanlardır. Sonradan çıkanların, uydurulanların hepsi bid’attir. Sapıklıktır. Sapıklar ise Cehennem’dedir.”
“Bizim işlerimizde olmıyan (ya’nî dinde olmıyan) bir şeyi sonradan çıkaran merdûddur.”
“Ümmetim bozulduğu zaman, sünnetime yapışana, yüz şehîd sevâbı verilir.”
“Allahü teâlânın ve Resûlünün beğenmediği bir bid’at çıkarana, onunla amel edenlerin günâhı verilir. Onların günâhından ise birşey azalmaz.”
“Bir kimse dinde kötü birşey çıkarırsa, bu kötü şeyin günâhı ve kıyâmete kadar onunla amel edenlerin günâhı ona verilir.”
“Ehl-i sünnet ve cemâatten (Resûlullahın ve Eshâbının yolundan) bir karış ayrılan İslâmdan çıkar.”
Sünnet: Sünnet kelimesi birkaç manâya gelir:
1- Kur’ân-ı kerîm için kullanılır.
2- Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün fiillerine, işlerine ve sözlerine denir.
3- Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) işlerinden bir işe, sözlerinden bir söze denir.
4- Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) işlerinden ve sözlerinden çıkarılan ilme denir. (Ya’nî İslâmiyete sünnet denir.)
Sünnet-i hüdâ ve Sünnet-i zevâid: Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) amel veya söz şeklinde ibâdet olarak yaptıklarına (Sünnet-i hüdâ) denir. Âdet olarak yaptıklarına (Sünnet-i zevâid) denir. Yeme, içme ve giyme husûsunda yaptıkları bu kısımdandır. Sünnet-i hüdâlardan birini terkeden, günaha girer. Sünnet-i zevâidden, ya’nî âdetten birini terkeden günaha girmez. Çünkü, bunları saymak ve zabtetmek mümkün değildir. Kullanma husûsunda olduklarından, çokturlar.
Emr-i ma’rûf ve Nehy-i münker (iyilikleri emredip, kötülüklerden sakındırmak): Allahü teâlânın la’netine müstehak olmamak ve âhırette azâba düşmemek için âlimlerin emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmaları lâzımdır. Nitekim Allahü teâlâ Bekâra sûresinin 159 ve 160. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyurdu ki: “Kitap ile insanlara bildirdikten sonra, gönderdiğimiz açık âyetleri ve hidâyeti gizleyenlere Allahü teâlâ ve bütün mahlûkat la’net eder. Ancak tövbe edip, sâlih amel edenlerin ve bildirenlerin tövbelerini kabul ederim. Ben ziyâdesi ile tövbe kabul edici ve rahîmim.” buyuruyor. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “İlim öğrenip de bildirmeyenin ağzına, kıyâmet günü ateşten gem vurulur.”
“Bir kavim günah işleyip, aralarında onlara nehy-i münker yapacak kimse bulunur da, nehy-i münker yapmazsa, Allahü teâlâ hepsine azâb eder.”
“Küçüklerimize acımıyan, büyüklerimizi saymıyan, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmıyan bizden değildir.”
“Allah yolunda cihâdın yanında bütün iyi işler, büyük bir deniz yanında bir damla su gibidir. Bütün iyilikler ve Allah yolunda cihâd da, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yanında, büyük bir denize göre bir damla su gibidir.”
“Sizden biriniz bir münker (dinde kötü ve günah olan şey) görürse, eli ile mâni olsun. Eli ile yapamazsa dili ile engel olsun. Bunu da yapamazsa, kalbi ile bunu beğenmesin. Bu ise îmânın en zaîfidir.”
Hülâsa kitabında der ki: “Bir kimse bir kimsenin üzerinde bir dirhemden çok necâset görse ve kalbine; “Bunu kendisine söylersen, temizliği ile meşgul olacak” düşüncesi gelirse söyler. “Sözüme aldırmıyacak” düşüncesi gelirse söylemez. Emr-i ma’rûf da bunun gibidir. Sözünü dinleyeceklerini bilirse, söylemesi lâzım olur. Yoksa olmaz.”
İmâm-ı Serahsî buyurdu ki: Emr-i ma’rûf; (bir kimse bir münker görse, kendisi de bu münkeri yapan birisi olsa, kendisine bu münkeri nehyetmesi lâzım olur. Durumu müstesna olmadan) mutlak olarak vâcibdir. Çünkü münkerlerden sakınmak muhakkak lâzımdır.
“Fetâvâ-i Sugrâ” kitabında der ki: “Zararı kuvvetle umulsa, da, yahut muhakkak zarar geleceğini bilse de emr-i ma’rûf yapmak lâzımdır.”
“Kimyâ-i Se’âdet”te İmâm-ı Gazâlî emr-i ma’rûf ve nehy-i münker faslında buyurur ki: “Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker kesin olarak lâzımdır. Bütün Peygamberler bunun için gönderilmiştir. Bunu yapmamaktan korkulur ve insanlar arasından kalkarsa, dinin şiârı ve hakîkati bozulur.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Kadınlarınız taşkınlık yapınca, gençleriniz fâsık olunca, siz nasıl olursunuz?” “Bu olur mu yâ Resûlallah?” dediler. “Evet, nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bundan kötüleri olacaktır” buyurdu. “Bundan kötü ne olabilir yâ Resûlallah?” dediler. “Evet, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmadığınız zaman nasıl olursunuz?” buyurdu. “Bu hiç olur mu?” dediler. “Evet, nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bundan kötüleri olacaktır” buyurdu. “Bundan kötüsü hangisidir?” dediler. “Ma’rûfu münker, münkeri ma’rûf gördüğünüz zaman nasıl olursunuz?” “Bu da mı olacaktır yâ Resûlallah?” dediler. “Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bundan kötüsü olacaktır” buyurdu. “Bundan büyük hangi kötülük olur?” dediler. “Münkerle emir, ma’rûftan nehyettiğiniz zaman nasıl olursunuz?” buyurdu. “Bu da olacak mıdır yâ Resûlallah?” dediler. “Evet, olacaktır.” buyurdu.
“Kût-ül-kulûb” kitabında, Abdullah-ı Mekkî buyurur ki: İbn-i Abbâs “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: “Bir zaman gelecek, o zaman insanlar Peygamberlerin sünnetlerini öldürecek ve kendi çıkardıkları bid’atleri diriltecekler, yaşatacaklardır. Sünnetler ortadan kalkacak, bid’atler yayılacaktır.”
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadîs-i şerîfte; “Bir zaman gelecektir ki, o zamanın insanları arasında âlimler ölü gibi olur. Onlara bakmazlar. Kıymet vermezler. Bugün münâfıklar, mü’minler arasında nasıl gizli ise, o zaman mü’minler, münâfıklar arasında öyle gizli olurlar” buyurdu.
Îsâ aleyhisselâma; “Fitne bakımından insanların en şiddetlisi hangisidir?” denildiğinde; “Âlimin aşağılanmasıdır. Âlimin aşağılanmasıyla, âlem de aşağılanmış olur” buyurdu.
Selef-i sâlihîn âlimlerinden bazısı buyurdu ki: “Bir âlimin aşağılanması, bir geminin batması gibidir. Onun batmasıyla çok insanlar boğulur.”
İbn-i Abbâs “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu: “Âlime, kendine uyanlar için korkular vardır. Âlim yanlış bir iş yaparsa, ona uyanlar da onu yapar. Böylece her tarafa yayılır. Allahü teâlânın dîninde bir bid’at çıkarıp, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün insanlara delîl ve evliyânın yolu olan sünnetine uymayıp, bu bid’atle Allahü teâlânın kullarını Allah yolundan saptıran kimse kadar büyük günahkâr bilmiyorum.”
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
“Dünyânın şerefi mal ile âhıretin şerefi ameller iledir.”
“Her nasihat edenin yanında oturmayın; sizi beş şeyden beş şeye çağıranın yanında oturunuz:
1- Kibirden alçak gönüllülüğe,
2- Nefsin arzularından tâate,
3- Dünyâ sevgisinden zühde,
4- Şübheden yakîne,
5- Riyâdan ihlâsa çağıranların yanında bulunun.”
“Mü’min o kimsedir ki, kendi için sevdiğini, din kardeşi için de sever.”
“Vera’ sahibi ol, insanların en çok ibâdet edeni olursun; kanâat sahibi ol, insanların en şükredeni olursun; kendin için sevdiğini insanlar için de sev, mü’min olursun.”
“Âlimi seven, beni sevmiş olur; beni seven, Allahü teâlâyı sevmiş olur; fâsıka ikram eden, dînin yıkılmasına yardım etmiş olur.”
“Bid’at sahibini kötü bileni, Allahü teâlâ, kıyâmet gününün korkularından korur.”
“Bir zengine, zenginliğinden dolayı tevâzu edenin, dininin üçte ikisi gider.”
“Dünyâ sevgisi, bütün günahların başıdır.”
Fahr-ül-İslâm Ali Pezdevî, “Usûl-i Fıkıh” kitabında der ki: Îmânın fürû’unda asıl, namazdır. Namaz dinin direğidir. Beden ni’metinin şükrü için emrolunmuştur.”
Namaz kılan, fakat kemâl üzere kılmıyanlar, dört büyük günah işlemiş olurlar:
1- Kıyâmda Kur’ân-ı kerîmi ısrarla tertil üzere okumağı terkederler. Kur’ân-ı kerîmde tertîl vâcibdir. Vacibi ısrarla terketmek ise büyük günahtır.
2- Rükû’dan sonra dik durmağı ısrarla terkederler. Bu ise sünnet-i müekkede olup, ısrarla terki büyük günah olur.
3- İki secde arasında oturmağı ısrarla terkederler. Bu da sünnet-i müekkede olup, ısrarla terki büyük günahtır.
4- Alın ve burunları üzerinde secde yapmağı terkedip, sâdece burunlarını secdeye korlar. Yalnız burun üzerine secde mekrûhdur. Mekrûhda ısrar ise büyük günahtır.
Müslümanlara ma’rûfu emir, münkeri nehy etmemiz vâcibdir. İnâd ve inkâr edenlere karşı da sabretmemiz lâzımdır.
Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfleri dinlemiyenler için, Allahü teâlâ, A’râf sûresi yüzyetmişdokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen: “Cehennem için, cinlerden ve insanlardan çok kimseler yarattık. Kalbleri vardır, anlamazlar. Gözleri vardır, görmezler. Kulakları vardır, işitmezler. Onlar hayvan gibidir, hattâ daha da aşağıdırlar” buyuruyor. Çünkü hayvanlar öyle yaratıklardır ki, Allahü teâlânın ilham etmesiyle, fayda ve zararı hissedebilecek kabiliyettedirler.
Böyle insanlar, kıyâmet günü gelince ağlarlar, inlerler ve Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîf va’zlarını dinlemediklerine çok pişman olurlar. Kendilerini ayıplayıp, açık ziyanda görürler. Sonra hepsi Cehennem’e gönderilir. Allahü teâlâ, bu gibilerin hâllerini beyânla, Mülk sûresi onuncu âyetinde meâlen; “Onlar, dünyada Peygamberlerin sözlerini işitip, yahut aklımızı kullanarak düşünüp kabul etseydik Cehennemlik olmazdık, derler” buyuruyor. Bunun için Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
“Akıllı o kimsedir ki, kendini, ne için yaratıldıysa ona yaklaştırır. Allahü teâlânın kendisine emrettiklerini yapar. Ahmak o kimsedir ki, nefsinin arzularına uyar ve Allahü teâlâdan Cennet diler.”
“Bir kimse kırk yaşını geçer de, iyiliği kötülüğünden çok olmazsa, Cehennem’e hazırlansın.”
“Allahü teâlânın kulundan uzaklaşmasının alâmeti, kulun mâlâya’nî, lüzumsuz şeylerle meşgul olmasıdır.”
“Dünyâ mü’minin zindanı, kâfirin Cennet’idir.”
“Dünyâsını seven âhıretine, âhıretini seven dünyâsına zarar verir. Devamlı olanı, geçici olana tercih ediniz.”
“Size geniş, doğru bir yol bıraktım. Gecesi gündüz gibidir. O yolda giden kurtulur. Terkeden sapıtır ve helâk olur.”
“Sizin için dünyâdan çok korkuyorum. Size kapısını açar ve sizi helâk eder.”
Allahü teâlâ, Hûd sûresi onbeşinci âyetinde meâlen; “Dünyâ hayâtını ve süsünü isteyenlere, dünyâda çalışmalarının karşılığını verir, çalışmalarından birşey eksiltmeyiz”, onaltıncı âyet-i kerîmede meâlen; “Onlar için âhırette ateşten başka bir şey yoktur, dünyâda yaptıkları işe yaramaz, atılır. Amelleri, de bâtıl olur” buyuruyor.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
“Ateşle su bir kapta bulunamadıkları gibi, dünyâ ve âhıret sevgisi de bir mü’minin kalbinde bir arada bulunamaz.”
“Îmân çıplaktır, örtüsü takvâ, meyvesi ilim, süsü hayâdır.”
Sana lâzım olan, sözünün ve işinin İslâmiyete uygun olmasıdır. Çünkü İslâmiyete uymadan olan amellerin hepsi bid’attir. Nitekim Allahü teâlâ En’âm sûresinin 153. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Doğru yol budur. Bu yolda olunuz! Fırkalara bölünmeyiniz!” buyurdu.
Ve yine Haşr sûresi 7. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: “Peygamberin size verdiklerini alın, yasak ettiklerinden sakının. Allahü teâlâdan korkun. Allahü teâlâ şiddetli azâb edicidir.”
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
“Mü’minin işitip amel ettiği veya başkasına öğrettiği hayırlı bir söz, bir senelik ibâdetten hayırlıdır.”
“Bir sünnetin yapılması veya bir bid’atin tanınması için ümmetime benden bir hadîs gösterene, Cennet vâcib olur.”
Kaynaklar
1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye; sh. 981
2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi); sh. 381
3) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-1, sh. 238
4) Fevaid-ül-behiyye; sh. 21
5) Şezerât-üz-zeheb; cild-8, sh. 238
6) Keşf-ül-zünûn; sh. 41, 54, 109, 227, 451, 871, 1689, 1871
7) Risâle-i Münîre (Ahmed ibni Kemâl)
8) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-5, sh. 3885
9) Devhat-ül-meşâyıh; sh. 16
10)Tâc-üt-tevârih; cild-2, sh. 585
11) Rehber Ansiklopedisi; cild-8, sh. 31
12) Meşâhir-ül-İslam; cild-4, sh. 1550
13) Târihu âdâb-il-lügat-il-Arabiyye; cild-3, sh. 252
14) Amasya Târihi; cild-3, sh. 224
15) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 141
16) Süllem-ül-vüsûl; Vr. 20 b
17) Mecellet-ün-nisâb; Vr. 47 a
18) Hadîkat-ül-cevâmi’; cild-1, sh. 180
19) Künh-ül-ahbâr; Vr. 229 b.
20) Evliyâ Çelebi Seyahatnamesi; cild-1, sh. 345
21) Sicilli Osmânî; cild-1, sh. 197
22) Eslâf; sh. 7
23) Osmanlı Târih ve Müerrihleri; sh. 19