Geçenlerde yanıma gelen liseli bazı gençlerle muhabbet ediyorduk.
İçlerinden bazısının kabir hayatını ve azabını inkâr ettiklerini gördüm. Bunlar Kur’ân-ı kerimden neredeyse bir âyet okuyacak durumda değildiler.
Dinî bilgileri de en basit düzeyde idi. Lakin güya Kur’ân-ı kerime dayandırarak tezlerini öyle savunuyorlardı ki neredeyse allame sanırdınız!
Elbette onların kabir hayatına bu karşı duruşları, Kur’ân-ı kerimi, hadis-i şerifleri ve mezhep âlimlerinin hükümlerini bilmekten ve onları anlamaktan kaynaklanmıyordu. Mezhepsiz bazı ilahiyatçıların ve felsefecilerin TV’lerde bu iddiayı sık sık dillendirmelerinden doğuyordu.
Zira kabir azabının varlığı konusu, günümüzde bilhassa TV’lerde zaman zaman gündeme getirilen, ısıtılıp ısıtılıp servis edilen konulardan birisidir. Bunlar bu mevzuyu dillendirirken ilgili âyet-i kerimeleri görmemekte, hadis-i şerifleri inkâr etmekte, âlimleri de hiç nazarıdikkate almamaktadır. Böyle olunca mezkûr konuyu reddetmek kolaylaşmaktadır. Kendilerince güya delil olarak ortaya koydukları âyet-i kerimeleri ise kendi arzu ve heveslerince yorumlamaktadırlar.
Felsefeciler de her meselede olduğu gibi bu konuda da akılcılığı devreye sokmaktadır. Oysa bu husus akıl alanına giren bir konu değildir. Bu konuda akıl yürütmek yerine, gelen naslara ve bildirilen hadis-i şeriflere göre hareket edilmesi gerekmektedir.
Gerek mezhepsiz gerekse felsefeci zevat öncelikle beyinlerinde, bugüne kadar inanılan, iman edilen veya uygulanan bir hususun zıddını kabul ediyorlar. Sonra da kafalarında oluşan o fikre göre meseleyi kendi indi akıllarınca delillendirmeye çalışıyorlar.
Bunun yaparken de evvelce ortaya konulan delilleri ya ret veya istedikleri gibi tevil noktasına varıyorlar. Bunları bilen kimseler bu zevatın ne kadar sığ, bağnaz ve tutarsız olduklarını çok iyi anlamaktadır.
Bu tiplere karşı aslında o kadar reddiye yapıldı ki ne hazindir ki onlar TV’lere muhtemelen davet edilmiyorlar. Dolayısıyla cevapları kitap veya makalelerde kalıyor.
Ancak diğerlerinin piar çalışmaları aralıksız sürdürülüyor.
Bu tiplerden etkilenen bilgisi kıt kimselerin, nerelere savruldukları ise zaten kimsenin umurunda değil. Onlar zaman zaman “yahu bu deizm nasıl böyle hortladı!” demekten öte gitmiyorlar. Hatta belki bu savrulmayı dahi doğru âlimlere kanalize etmeyi başarıyorlar.
Mesela bunların en önemli gerekçelerinden biri akli olup, hesap, mizan olmadan azabın olmasının uygun olmayacağı sonucuna varılmaktadır. Oysa bunların bu bakışı fasittir. Nitekim içinde yaşadığımız dünya hayatında bazı insanlara veya işledikleri suçlardan dolayı bazı kavimlere ceza verildiğini bilmekteyiz. Dolayısıyla onların mantığına göre hareket edilmiş olunsa dünya hayatında hesap ve mizan olmadan kimseye ceza verilmemesi gerekirdi. Yoksa onlar dünyadaki bu cezaları da Hak’tan bilmiyorlar mı?
Kabir hayatı hakkında!
Ehl-i Sünnet âlimleri kabir hayatının ve azabının varlığına Kur’ân-ı kerimdeki pek çok âyeti delil olarak göstermişlerdir. Tevbe Sûresi’nin 101. âyetinde Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“Çevrenizdeki bedevîlerden birtakım münafıklar vardır. Medine halkından da münafıklıkta direnenler var ki sen onları bilmezsin. Biz onları biliriz. Onlara iki defa azap edeceğiz. Sonra da büyük bir azâba itileceklerdir.”
Meşhur müfessirlerden Mukâtil bin Süleyman hazretleri (v.767), bu âyette bahsedilen iki azaptan birinin dünyada, diğerinin de kabirde olacağını söylemiştir.
Yine âyette bahsedilen iki azaptan birinin dünyada, diğerinin de kabirde olacağını İmam-ı Azam Ebû Hanife’den (v.767) nakledildiğini belirten Cürcâni ise, “Her kim, ‘ben kabir azâbını kabul etmem’ derse o, helâk olmuş habis Cehmiyye tabakasındandır. Çünkü o bu âyeti inkâr etmiştir” demiştir.
Fahreddîn er-Râzî (ö. 606/1210) ise, hayatın dünya, kabir ve ahiret olmak üzere üç mertebe olduğunu; buradaki ilk azâbın bütün kısımlarıyla dünya azâbını, ikinci azâbın kabir azâbını, büyük azâbın da âhiretteki azâbı ifade ettiğini söyler.
Kabir azâbını bildiren Ehl-i Sünnet büyükleri pek çok âyetin yanı sıra kabir azâbının varlığına işaret eden hadis-i şeriflerden de deliller getirmişlerdir. Bu rivayetlerin en çok kullanılanlarından birisi şanlı Peygamber efendimizin; “Ölen kişi kabre konulduktan sonra iki melek tarafından sorguya çekilecektir” hadisidir (Müslim, “Cennet”, 70).
Yine Hazreti Aişe kabir azâbının olup olmadığını Resûl-i Ekrem efendimize sorduğunu, onun da “Evet, kabir azâbı haktır” buyurduğunu ve kıldığı her namazda kabir azâbından Allah’a sığındığını söylemektedir.
Hazreti Osman efendimiz bir kabre baktığı zaman sakalları ıslanıncaya kadar ağlardı. Ardından Sevgili Peygamberimizin “Kabir, ahiret yolculuğunun ilk konağıdır. Bu kolay olursa sonrakiler daha kolay, zor olursa sonrakiler daha çetin olur” hadis-i şerifini naklederdi.
Hazreti Osman efendimizden rivâyet edilen şu hadis-i şerif de kabir sualine açıkça delalet etmektedir. Allah Resulü, bir cenazeyi defnetme işini bitirince kabrin başında durarak şöyle buyurmuşlardır: “Kardeşiniz için istiğfar edin ve imanında sebat göstermesi için Allah’a niyazda bulunun. Çünkü o, şu anda sorguya çekilmektedir.” (Ebû Dâvud, Cenâiz, 72).
Bu husustaki hadislerin bazılarında da ruhun cesede iade edileceği açıkça zikredildiği gibi, (Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 287-288), ölünün, kendisini kabre koyanların geri dönüşlerinde ayak seslerini işiteceği de (Buhârî, Cenâiz, 66) bildirilmiştir…
Netice olarak kabir hayatı dediğimiz zaman “kabir suali”, “kabir azabı”, “kabir azabından Allah’a sığınma”, “kabir nimeti”, “ölülerin berzah âleminde birbirleriyle görüşmeleri”, gibi pek çok konu akla gelmektedir. Bu konular hakkında da pek çok hadis-i şerif nakledilmiştir.
Felsefe değil, iman meselesi!
Bütün bu âyet ve hadisleri nakleden Ehl-i Sünnet âlimleri kabirde sual, azap ve nimetin olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim İmam-ı Azam hazretleri “el-Fıkhu’l Ekber” isimli eserinde, “Kabirde Münker ve Nekir’in sualleri, ruhun cesede iade edilmesi, bütün kâfirler ve günahkâr müminler için kabir sıkıntısı ve azabı haktır” demektedir.
İmam-ı Gazali hazretleri de kabirde ölünün çektiği azabın dışarıdan belli olması veya bedende görünmesi şart değildir. Bu durum tıpkı uykuda rüya gören kimsenin durumu gibidir. Birinin rüyasında zevk ü safa sürüp zevk aldığını veya dayak yiyip acı çektiğini onu seyredenler veya kendisinden dinleyenler anlamaz. Oysa o bunları gerçek gibi yaşar hatta rüyada acı içinde inleyebilir.
İmam el-Cüveynî (v.1085) “Ehl-i Sünnet fukaha; kabir azabını ispatta, kabirlerinde ölülerin diriltilmesinde ve kabir hayatının olduğunda ittifak etmişlerdir” demiştir.
Ölü kişinin kabirdeki durumu, onun imanına ve dünyada iken işlediği amellerine göre değişecektir. Hadis-i şeriflerin açıklamalarına göre şayet dünyada iken kişinin imanı varsa ve Cennet’i kazandıracak ameller yaptıysa kabri onun için Cennet bahçelerinden bir bahçe; aksi takdirde cehennem çukurlarından bir çukur olacaktır.
Yine İslam inancına göre ölen kişi suda kaybolmuş, ateşte yanmış veya bedeni diğer hayvanlar ve canlılar tarafından yenilmiş olsa da bu merhaleden geçecek ve kıyamet günü diriltilecektir.
Dolayısıyla Müslümanların kabirde insanın azap göreceğine inanması şarttır. Huccetü’l-İslam İmam-ı Gazali, kabir azabını inkâr edenleri bid’at ehli, Allahü tealanın, Kur’ân-ı kerimin ve imanın nurundan mahrum kimseler olarak değerlendirmiştir.
TEFEKKÜR
Azâb-ı kabir var kâfir lâine
Dahi bazı usât-ı mü’minîne
Kimin inkârı var Münker Nekîr’e
Görür girdikde ol kabr-i gafîre
Tokatlı İshak Efendi
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
25.08.2023
Türkiye Gazetesi
Çok güzel Allah’ım razı olsun hocamızdan bilgilerden dolayı Allah’ım razı olsun