Yarın Birinci Cihan Harbi’nin en önemli cephelerinden biri olan ve büyük bir zaferle neticelenen 18 Mart Çanakkale Deniz Savaşı’nın 108. Yıldönümüdür. Bu vesile ile Cihan Harbi’nin pek bilinmeyen bazı yönlerine değinmek istiyorum…
Son yüzyıldır tarihçilerimiz neredeyse ittifakla Cihan Harbi’ne girişimizi kaçınılmaz bir mecburiyet olarak görürler. Farklı yönlerden bakmak akıllarına dahi gelmez. Onların zihinlerinde hep İttihatçıları aklamak ve paklamak yatmaktadır.
Olumsuzlukların nedeni ise II. Abdülhamid Han’dır.
Adama; “Behey gafil! Madem imparatorluğu dokuz yılda mezara gömmek varsa senin darbe yapmana ne gerek vardı” demezler mi? Maalesef demiyorlar!
Dünyanın bir Cihan Harbi’ne doğru gitmekte olduğu erbabınca anlaşılır bir vaziyetti. Zira 19. asrın ortalarına gelinirken Amerika, Avrupa ve Asya’da yeni güç dengeleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Amerika kıtasındaki sömürgeler bağımsızlıklarını ilan ederek günümüzdeki ABD’nin temelini attılar. Böylece bu kıtanın sömürge olmaktan çıkması ve Osmanlı Devleti’nin de eski gücünü yitirmesi sonucunda Avrupalı büyük güçler gözlerini Afrika ve Asya’ya çevirdiler.
İngiltere, Amerika kıtasının zengin kaynaklarını sömürmek suretiyle zenginleşmiş, silah sanayii ve donanma konusunda en güçlü devlet hâline gelmişti. Ardından hem Afrika hem de Hindistan’a girerek yeni sömürge bölgelerine hâkim olmuştu. Son yüzyıl içerisinde hedefinde Osmanlılar vardı.
Onu aynı şekilde Fransa, Hollanda, Rusya ve diğer Avrupa ülkeleri takip etmekteydi. Onları ise Almanya ve İtalya takip etti.
Dünyayı paylaşma kavgasına Avrupa dışından devletler de katıldı. Japonya, Çin ve eski bir İngiliz sömürgesi olan Amerika Birleşik Devletleri de sömürgecilikte geri kalmamak üzere faaliyetlere başladılar.
Bu durum çok geçmeden devletleri birbirleri ile rekabete ve dünyayı da 20. asrın başında iki kutuplu hâle getirecekti. Bir tarafta Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya diğer tarafta ise Fransa, İngiltere ve Rusya bulunuyordu. Dünya patlamaya hazır bir bomba gibi ısınıyordu.
Böylesi nazik bir durumda Osmanlı Devleti tarihinin şanslı devirlerinden birini yaşıyordu diyebiliriz. Zira ülkenin başında otuz yıldır saltanatta olan, dünya dengelerini çok iyi bilen, siyasi deha sahibi II. Abdülhamid Han bulunuyordu. O da, dünyanın yakın bir gelecekte sıcak bir çatışmaya gireceğini görüyor ve buna göre hazırlıklarını yapıyordu.
Nitekim büyük savaştan tam yirmi bir sene önce 14 Temmuz 1893’te padişaha sunulan bir rapor Sultan II. Abdülhamid Han’ın bu öngörüsünü açıkça göstermekteydi. Raporda, dünya savaşının çıkmasının muhtemel ve kesin olduğu tespiti yapıldıktan sonra milletlerarası böyle bir mücadelede Osmanlı’nın ayakta kalabilmesi için gerekli askerî ve teknik hazırlıklara işaret edilmiş, özellikle tersane ve fabrikalar üzerinde durulmuştu. (Ahmet Uçar, “Sultan II. Abdülhamid I. Dünya Savaşı’nın Çıkacağını Biliyor muydu?” Derin Tarih, sy. 87, Haziran 2019, s. 18-21)
Dolayısıyla padişah dünyanın vaziyetini yakinen takip ediyor ve ona göre hem silahlanma hem hazırlık hem tabyaların güçlendirilmesi hem de ittifaklar konusunda gerekli adımları atıyordu. Hiçbir devleti doğrudan düşman olarak görmemeye azami dikkat ediyor ve hemen hepsi ile de stratejik ortaklıklar kuruyordu.
Basra’yı peşkeş çektiler!
Dünyanın büyük bir çatışmanın eşiğinde olduğunu gören II. Abdülhamid Han’ın hedefi; ne pahasına olursa olsun bu ateşten uzak durup, büyük devletlerin birbirini mahvetmesini izlemek ve harbin sonunda yıpranmamış bir hâlde siyasetini yürütmekti.
Buna karşılık Cihan Harbinin sonunda galiplerin Osmanlı Devleti’ni paylaşmaya çalışacakları tarihçilerce mutlak olacakmış gibi iddia edilmektedir. Peki II. Abdülhamid Han gibi kurt bir siyasetçi onların tekrar birleşmelerine imkân verecek miydi yahut da savaştan hangisi ne kadar yıpranmış olarak çıkacaktı? Hepsi yeni bir savaşa hazır mı olacaktı? Bunları zerre kadar sorgulamadılar hâlâ da sorgulamıyorlar.
Öte yandan büyük güçler de, 30 yılı aşkın bir süredir dünya siyasetinde mühim rol oynayan, halifelik gibi muazzam bir güce sahip bulunan Abdülhamid Han’ı saf dışı bırakmadan bir Cihan Harbine girmekten endişe ediyorlardı. Bunun için de Osmanlı içindeki padişah muhaliflerini olabildiğince isyana tahrik ve teşvik ediyorlardı.
Sonunda çalışmalar meyvesini verdi! 1907’de ittifakların şekillenmesinden hemen sonra ilk olarak II. Abdülhamid Han, iç piyonlar ile bertaraf edildi. İlk dört yıl içinde Osmanlı hâkimiyeti altındaki yedi ülke göz göre göre gitti. İttihatçılar elindeki İmparatorluğun kolaylıkla tasfiye edileceği açık bir biçimde anlaşılmıştı.
Zira Osmanlı’nın başında öylesine bir gafiller grubu vardı ki, Batı, atacağı adımlara kadar her şeylerine vâkıftı. Nitekim Cihan Harbi öncesinde İttihatçıların manevraları bu acizlik, basitlik, seviyesizlik ve gafletlerinin ürünü olarak bir kez daha karşımıza çıkacaktı.
İttihatçılar ilk zamanlarında en büyük destekçileri olarak Almanları görmekte idiler. Ancak Balkan Savaşları sırasında ve antlaşmalar döneminde Almanlardan en küçük bir yardım dahi görmemişlerdi. Bu durum onları siyasette yeni müttefikler aramaya itti.
Bunun için hükûmetler nezdinde görüşmeler yapmaya başladılar. İlk hedef İngiltere idi. İngiltere ile hem problemli konuları halletmek hem de bir ittifaka zemin hazırlamak maksadıyla Hakkı Paşa Londra’ya müzakereye gönderildi. Gerçekte ise giden zat bir müzakereciden ziyade bir uşak pozisyonundaydı.
İngilizler fırsattan istifade ile kucağına düşen İttihatçılardan birçok ticari ve iktisadi imtiyazlar elde edecekti. Nitekim bu görüşmelerde İngilizlerin Basra Körfezi’nde üsler kurmasına müsaade olundu. İngiliz gemi ve silah fabrikalarına yüklü paralar ödenerek siparişler verildi. Bütün bunlara karşılık İngiltere’den alınan tek söz Bağdat Demiryolu’nun Basra’ya uzatılmasına yaptıkları itirazı geri çekmekti.
II. Abdülhamid Han’ı her fırsatta Kıbrıs’ı satmakla itham edenler, Basra için İttihatçılara ne diyecektir acaba? Hatta Basra’nın nasıl elden çıktığından haberleri oldu mu ve bu konuda hiç araştırma yaptılar mı? Bu soruya evet demek dahi mümkün değildir.
Şu bir gerçek ki II. Abdülhamid Han Kıbrıs’ta İngilizlere bir sebeple üs verdi ve karşılığını da fazlasıyla aldı. Peki İttihatçılar neden Basra’da İngilizlere üs verdiler ve hangi karşılığı aldılar?
Acı bir feryat: İhanet içindesiniz!
Esasında İngilizler, İttihatçılar işbaşına geçer geçmez Osmanlı ülkesine bir eyalet gözü ile bakıyorlardı. Darbe konusunda desteklemelerinin karşılığını kendilerinden fazlasıyla almaya başlamışlardı. Türk ülkesi kendilerinin vatanı olmuş gibi at oynatıyorlardı. İşte bu noktalardan biri de ticari ve stratejik açıdan fevkalade önemli bir nokta olan Basra körfezi idi. 1910 yılından itibaren Basra Körfezi’nde cirit atmaya başlayan İngilizler, yerel iş birlikçiler buluyor ve anlaşmalar yapıyorlardı. Bunun neticesinde Osmanlı sınırlarında gümrük dışı ticaret ve kaçakçılık iyice artmış bulunuyordu.
Sıkı bir İttihatçı olan Basra’nın genç valisi Celal Bey dahi bu gidişin tehlikeli olacağını sezmişti. Âdeta bir rapor şeklinde kaleme aldığı telgrafla merkezdeki İttihatçı liderlerin dikkatini çekti. O, raporunda bölgede bulunan İngiliz konsoloslarının neredeyse tek işlerinin fesat çıkarmak ve asayişi bozmak olduğunu belirtmişti. Yine konsolosların bölgenin güçlü ve nüfuzlu adamlarını devamlı surette Osmanlılara karşı kışkırttıklarını, fitne ve fesatlardan hep Osmanlıları sorumlu tuttuklarını bildirmekteydi.
Celal Bey, hadiseler bu şekilde devam ederse neticenin ne olacağını da raporunda şu çarpıcı cümleleri ile işaret etmişti:
“Bunlara Basra’da gemi bulundurma izni vermek ihanettir. Çünkü bugün savaş gemisi girer, yarın asker çıkarır, öbür gün Basra elden gider..”
Celal Bey, Cihan Harbinin başlamasından dört yıl önce yani 1910 yılında olacakları haber vermişti. Fakat İttihatçı liderlerin Basra’yı düşündüğü dahi yoktu.
Nitekim dört yıl geçmeden Basra’yı sırf bir Cihan Harbine dâhil olabilme uğruna İngilizlere bu defa askerî üs olarak verdiler.
Cihan Harbi başlar başlamaz İngilizler buraya da çöktüler ve bu çok önemli noktayı Osmanlılara karşı kullandılar. Bu sayede üç yıl içinde Musul dâhil bütün Irak’ı işgal edeceklerdir.
Bu felaketlerin yaşanmasında kilit rolü kim üstlenmişti? İnşallah haftaya devam edeceğiz…
TEFEKKÜR
Düşman övgüsüyle kendinden geçmiş
Gaflet şarabıyla aklın yitirmiş
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
17.03.2023
Türkiye Gazetesi
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/kose-yazilari/prof-dr-ahmet-simsirgil/behey-gafil-637318
Hocam bu konularda iyisiniz ama ittihat ve terakkiyi, abdülhamit i, ormanlı yı anlatmak için çok uğraşıyorsunuz Allah razı olsun. Ancak öncelikle gençlik ve elit kesmi, belki yeni yetişecek kuşağı batıya olan hayranlıklarından kurtarmak lazım. Önce göz ve akıllarına inen bu perdeyi kaldırmak lazım. Bu konuda bir kitabınız var mı bilmiyorum, doğu-islam medeniyetinin üstünlüğünü, batı bilimlerinin temeli olduğunu, batının fiziki gelişme haricinde medeniyetinin hiç birşey ortaya koymadığını tamamen kopyala yapıştır ve islam medeniyetinden çalma olduğunu ortaya koyan güzel bir eser inşallah diğer tüm kitaplarımızın da kıymet ve önemini artıracaktır..