Harbde esir alınıp İslâm memleketine getirilen kadın köle. Gâziler arasında taksim edildikten sonra sahibinin mülkü olur. Ev işlerinde çalıştırılırlar. Bugün İslâmî mânâda câriye yoktur.
Köleliğin ve câriyeliğin târihi eski çağlara kadar uzanır. Târih boyunca köleler ve câriyeler bir yekûn teşkil eder. Harb esiri kölelerin yanı sıra, komşu kabîlelerden kaçırılan, babaları veya diğer yakınları tarafından köle olarak satılan çocuklar ve borçlarına karşılık köle yapılanlar da çoktur.
İslâmiyet geldiği sırada kölelik Arabistan’da en katı şekliyle devam ediyor, cemiyetin en köklü müesseselerinden birini meydana getiriyordu. Ayrıca her millet karşısındakini güçsüz duruma düşürüp kendisini güçlü hâle getirmek gayretinde idi. Bu bakımdan müslümanlar da, düşmana silâhı ile mukabele etmek zorunda idiler. Aksi takdirde kendi varlığını tehlikeye atmış olurdu. Bu sebeplerden, İslâmiyet harbde düşmandan esir almaya müsâade etti. Fakat köleliği eşine rastlanmayacak şekilde ıslâh etti, Sâdece İslâmiyet’i ortadan kaldırmak isteyenlerle ve müslümanlara hayat hakkı tanımayanlarla yapılan muhârebeden sonra ele geçirilen gayr-i müslimlerin erkeklerini köle, kadınlarını câriye yapmaya, hizmetçi olarak kullanmaya izin verdi. Harb esiri olmayan birini alıp satmaya izin vermedi. Hattâ bâzı günâhlara keffâret için köle âzâdını şart koştuğu gibi, Allah rızâsı için köle âzâd etmeyi tavsiye ederek köle ve câriyeler gin hürriyete kavuşma yollarını da getirdi.
Ayrıca, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfterde köle ve câriyelere insanî bir şekilde muamele edilmesi emredildi. Kur’ân-ı kerîmde Nisa sûresi otuz altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allah’a ibâdet edin, O’na hiç bir şeyi eş tutmayın. Anaya, babaya (söz ve iş ile), akrabaya (sıla-i rahim ile), yetimlere (gönüllerini almak ile), yoksullara (sadaka vermek ile), yakın (akraba) komşuya (şefkat ve merhamet ite), uzak (akraba olmayan) komşuya (onların iyiliğini istemek, zararı gidermek ile), yanınızdaki arkadaşlara (haklarına riâyet etmek ve sevgi ile), yolda kalmışa (doyurmak ve ikrâmda bulunmak ite), sağ ellerinizin mâlik olduğu kimselere (köle ve câriyelerinize, onları giydirmek ve yumuşak muamele ile) iyilik edin. Allah kendini beğenen ve dâima böbürlenen kimseyi sevmez” buyurmaktadır. Hadîs-i şeriflerde ise; “Sizden hiç biriniz, sakın memlûklüne (kölesine) kölem, câriyem diye seslenmesin. Yiğidim, oğlum, kızım desin. Onlar da size efendim, desin…” ve “Âdem”in (aleyhisselâm) nesli olarak köleler de sizin kardeşlerinizdir. Onları sizin hizmetinizde bulunduran Allahü teâlâdır. Unutmayınız ki, Allah sizi onların hizmetinde bulundurabilirdi. Öyleyse, onlara iyi davranın. Şunu unutmayınız ki, Allahü teâlânın sizin üzerinizde sâhib olduğu hak ve kudret, sizin köleler üzerine sâhib olduğunuzdan daha fazladır” buyrulmaktadır.
Efendinin, köle ve câriyesini terbiye edebilme yetkisi olduğu hâlde, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem yetmiş defa da olsa kölenin kusurlarının affedilmesini tavsiye buyurmuşlardı. Mutlaka cezalandırılması icâbederse, aşırılığa gidilmesine izin verilmezdi. Bu sebeble İslâm devletlerinde kölelere yapılan muameleyi ve haklarına riâyet edilip, edilmediğini kontrol eden muhtesib adında me’murlar vardı. Kölenin nafakasını, efendisi te’min etmekle mükellefti.
Köle kadın olan câriye, hür müslüman kadınlara göre farklı statüye sâhibdi. Hür kadınlar yüzlerinden, ellerinden başka her yerlerini tamamen örttükleri hâlde; câriyelerin, başlarını, saç, boyun, kol ve bacaklarını örtmeleri lâzım değildi.
Câriyelerin evlilikleri de hür kadınlarınkinden farklı idi. Çünkü İslâm hukukunda evlilik iki yolla olmaktaydı. Birisi, hür müslüman kadınlarla nikahla ve diğeri câriyelerle teserrî (odalık edinme) yoluyla olup, ona mâlik olmaya bağlı idi. Nikâh hür kadından faydalanmayı mübâh kıldığı gibi, câriyeye mâlik olması da efendinin ondan faydalanmasını mübâh kılmaktadır. Ayrıca nikâh yapsa bile bu nikâh hükümsüzdür, yâni mehrin vâcib olması, talâkın vukuu, mîrâscı olmak gibi nikâhın netîcesi olan hususlar meydana gelmez. Fakat efendi, câriyesini âzâd ettikten (serbest bıraktıktan) sonra evlenirse, nikâh lâzımdır. Çünkü âzâd etmekle câriyesi üzerinde mülkiyeti kalmamıştır.
İslâm memleketlerine satılmak üzere yabancılar tarafından getirilen câriyelerin durumu kesin bilinmediğinden, aslen hür yâhud âzâdlı olmaları muhtemeldi. Bu sebeble fıkıh âlimleri hür olması muhtemel bir câriye ile zinaya düşmemek için ihtiyaten nikâh yapmasının evlâ olduğunu bildirmişlerdir. Buna, nikâh-ı tenezzühî (şüpheli durumdan arınma nikâhı) denir. Böyle bir nikâhla câriye âzâd edilmiş olmaz, efendinin vefâtından sonra câriye terekeden mîrâs alamazdı.
Efendisinden çocuğu olan câriyeye Ümm-i veled (çocuk anası) denirdi. Çocuk hür olup, efendi ile arasında normal bir neseb bağı kurulurdu. Böyle bir câriye de, diğer câriyelerdeki gibi artık tasarrufta bulunulamaz, satılamaz ve hîbe edilemezdi. Efendinin vefâtından sonra doğrudan hürre (hür) olurdu.
Efendi, câriyesini hür veya köle ile de evlendirebilirdi. Hür câriyeye satın alma yoluyla mâlik olmadığı, köle de mâlik olma hakkına sâhib olmadığı için, câriyenin bunlarla evliliği nikâhla olurdu. Câriyenin bunlardan doğan çocuğu kendisine tâbi olarak köle olur ve bu köleliğin ikinci kaynağını teşkîl ederdi. Efendisinden olan çocuğu burada istisna teşkil eder. Câriye, başkasiyle evlendiğinde, efendisi ondan faydalanamaz. Fakat yine efendisine hizmet ederdi.
Hizmet sahaları umumiyetle ev işleri olan câriyeler; zenginlerin, devlet ileri gelenlerinin saraylarında ve pâdişâhların haremlerinde fazlaca bulunurlardı. Bilhassa pâdişâhın evi demek olan harem, cihân sultânına lâyık bir şekilde teşkilâtlı olup, pek çok bölümleri vardı. Bu sebeble çok sayıda kadın hizmetçiye ihtiyâç oluyor, bu hizmetler, hareme alınan câriyeler tarafından görülüyordu. Dolayısıyla haremde yüzlerce câriye bulunuyordu.
Hareme ilk gelen câriyeler; ebeler ve vazifeli kadınlar tarafından muayene edilirler, hastalıklı olanlar alınmazdı. Kabul edilenler, haremin muaşeret usûllerini, kabiliyetlerine göre dikiş, nakış ve diğer ev işlerini öğrenmeleri için kalfa denen câriyenin emrine verilirlerdi. Bununla beraber onlara; İslâmiyet, terbiye, nezâket, büyüklere hürmet gibi umûmî ahlâk kaideleri öğretilir, bunlara uymalarına bilhassa dikkat edilirdi. Meselâ sultan Mehmed Reşâd, hareme hoca olarak tâyin edilen Safiye Ünüvar’a tebliğ ettirdiği; “Namaz kılmayanlara, oruç tutmayanlara verdiğim ekmek ve tuzu haram ediyorum. Bu irâdem hoca hanım tarafından talebelerine söylensin” şeklindeki irâde buna en güzel bir misâldir.
Harem, iyi bir eğitim ve öğretim yeri olduğundan, eski saraylılar, acemilere; “Sarayda terbiye olmayan, hiç bir yerde terbiye öğrenemez, burası terbiye mektebidir” derlerdi. Hareme âid doğru hâtıralar okunduğunda, câriyelerin edeb ve nezâket numunesi, Osmanlı kadınları olarak yetiştikleri görülür. Devşirilen hıristiyan erkek çocukları orduda ve Enderûn mektebinde yetiştirilerek, devletin askerî ve idarî üst kademelerinde yükselme imkânı elde ettikleri gibi, hareme alınan câriyeler de zekâ ve kabiliyetlerine göre yükselirlerdi. Kalfaların yanında acemilik devresini bitirenler, kabiliyetli iseler, daha sonra kalfalık ve ustalık derecelerine yükselirlerdi.
Pâdişâha zevce olabilecek vasıfları hâiz olanlar hazînedâr tarafından husûsî olarak yetiştirilirdi. Pâdişâhdan çocuğu olan, kadın efendi sınıfına dâhil olurdu. Umumiyetle sanıldığı gibi, pâdişâh haremde bulunan bütün câriyelerle ilişkide bulunmazdı. Bir çok yerli ve yabancı yazar bu durumu başka türlü anlatmışlar, pâdişâhları haremde bulunan yüzlerce câriye ile düşüp kalkmakla itham etmişler, bu hususta pek çok hayalî şeyler uydurmuşlardır. Böyle bir durum insan tabiatına, tıbba ve akla da uygun değildir. Bunların hiç birisinin doğru olmadığı arşiv vesikalarından anlaşılmaktadır.
Câriyelerin hemen tamama yakın kısmı, haremde pâdişâhın annesinin (valide sultanın), hanımlarının (kadın efendinin), kızlarının (sultanların), şehzâdelerin dâirelerinde, harem hastanesinde, kilerde, çamaşır ve temizlik işleri gibi umûmî ve husûsî hizmetlerde bulunurlardı. Bu sebeble bâzan haremdeki câriyelerin sayısının beş yüzü ve bini geçtiği olurdu.
Bu hizmetlerine karşılık câriyelerin yiyecek ve giyecekleri sağlandığı gibi, kendilerine kıdemliklerine ve yaptıkları işe göre muayyen bir ücret de verilir, bayram ve düğünlerde pek çok ikrâm yapılırdı.
Dokuz hizmet yılını dolduran câriyelere istedikleri takdirde, âzâdnâme, ıtıknâme denilen hürriyetine kavuşma kâğıdı verilirdi. Fakat bir çokları âzâdnâme istemezler, sarayda kalmayı tercih ederlerdi. Haremden ayrılan câriyelere elmas yüzüğü ve küpesi, altın saat ve gümüş kabları, bir çift kaşık, ev eşyası ve diğer ihtiyâçları verilirdi. Evlenecek olanlara daha fazla şeyler ikrâm edilirdi. Ayrıca sonradan düşkün hâle gelmemeleri için bâzı gelir getirici şeyler de onlara tahsis edilirdi. Pâdişâhlar, âzâd edilince de onları gözettiklerinden, muhtâc duruma düşürmezlerdi. Hattâ pâdişâhın bâzı câriyeleri kendi kızı gibi, devlet erkânı veya onların oğulları ile evlendirdiği de olurdu.
Câriyeler hakkındaki bu insanî muamele devlet ileri gelenlerin ve diğer müslüman zenginlerin evlerinde de mevcûd idi. Onlar da yanlarından ayrılan câriyeye, kızları gibi hattâ onlardan daha fazla yardımda bulunurlar, evlenenlerin kocalarına iş bulurlar, mes’ûd yaşamalarını te’min ederlerdi, ihtiyarladıklarında o evde söz sahibi de olurlar; fakat hadlerini bilirler, itibârlarına zarar verecek bir harekette bulunmazlar, aldıkları terbiye îcâbı, dâima edeblerini muhafaza ederlerdi.
Görüldüğü gibi Osmanlılarda köle ve câriyelerin durumu gayet iyi idi. Bu sebeble bâzı milletler Osmanlı kölesi olmak isterlerdi. Meselâ Rusların, bir Osmanlı konağında fevkalâde şartlarda yaşıyacaklarını bildiklerinden, Osmanlıların eline düşüp köle ve câriye olarak satılmak en büyük arzularıydı (İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Harberneu’nun Walshingham Dukasına yazdığı 28.11.1584 tarihli mektup. A.N.Kurat, Türk-İngiliz münâsebetleri sh. 99).
Yine Kanunî devrinde İstanbul’u ziyaret eden seyyah (gezgin) Belon da; “Osmanlılarda esirlere iyi bakılmakta, efendileri tarafından çok sevilmekde, eşit muamele yapılmaktaydı. Lüzumunda esir, kâdıya gidip, hakkını arayabilir ve derhal gerekli işlemler yapılırdı” demektedir.
Köle ve câriyeler Osmanlı ülkesinde böyle müreffeh mes’ûd bir hayat yaşarlarken, hattâ pâdişâhın hanım efendisi, pâdişâh annesi bile olabilirlerken, Avrupa’da esirler, sertler (toprak ile birlikte alınıp satılan köleler), hizmetkârlar, hattâ asil aileden olmayanlar çok kötü şartlar altında yaşıyorlardı. Bunlara hakaret etmek, dayak atmak, asiller sınıfı için âdet ve normal bir hak idi. Asillerden başkasının yaşamasının bir ehemmiyeti yoktu. Elisabeth Bathory altı yüz elli genç kızı hizmetçi olarak kullanmış, sonra da hepsini işkencelerle öldürtmüştü. Bu cinayeti duyulunca Alman İmparatorluk adaleti onu yalnız dört yıl hapisle cezalandırmıştı.
On sekizinci asırda Osmanlı bahriye mektebinde (Mühendishâne-i bahr-i hümâyûn) senelerce muallimlik yapan Avrupalı Baron de Tott da; “İtiraf etmeliyiz ki, kölelerine (ve câriyelerine) kötü davrananlar Avrupalılardır. Osmanlılar ve diğer doğulular (müslümanlar) köle ve câriye almak için para biriktirirler, biz ise, para biriktirmek için onları satın alırız” demek suretiyle Avrupalıların esirlerini toprakta çalıştırmak, bâzan da fuhuş yaptırmak suretiyle para kazandıklarını îmâ eder. Osmanlılarda ise böyle bir durumla asla karşılaşılmaz.
Aynı asırda Rusya’da Kont Rumiantsof’un, topraklarında çalışan esirlere tatbik ettiği cezalardan birisi, efendisi uyurken odasına giren esirin (köle veya câriye) beş bin deynekle cezâlandırılmasıydı.
Köle ve câriyelerin Osmanlılarda ve diğer İslâm devletlerinde, hürriyetlerine kavuşuncaya kadar ne ölçüde ileri ve insanî bir hayat seviyesine sâhib olduklarinı anlamak için bilhassa daha yakın zamana kadar Amerikan cemiyetinde bulunan erkek ve kadın kölelerin yaşayışları ile karşılaştırmak kâfîdir.
Kadın ve erkek kölelere insanlığa yakışmayan muameleler sebebiyle zaman zaman dünyâ devletleri, köleliğin kaldırılması hususunda faaliyetlerde bulundu. Nihayet 1956 senesinde Birleşmiş Milletlere bağlı bir komisyonun teşebbüsüyle toplanan konferansta, köleliğin, köle ticâretinin ve köleliğe benzer tatbikatların kaldırılmasını şart koşan anlaşma kabul edildi.
Kaynaklar
1) Redd-ül-muhtâr; cild-3, sh. 2
2) Târih-üt-temeddün-il-İslâmî; cild-5, sh. 39
3) Tâm İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 563
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 268
5) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-7, sh. 73
6) Büyük Türkiye Târihi; cild-11, sh. 312
7) Ni’met-ül-islâm; cild-2, sh. 11
8) Türk İngiliz Münâsebetleri; sh. 99
9) Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı; sh. 114, 146
10) Hurşit Paşanın Saray Hâtıraları (Hayat Târih Mecmuası, sene-1965, sayı-5, sh. 60