El açsam geçenlere kavşağında bin yolun
Müslüman olun aman, aman Müslüman olun.
Rahmetli Necip Fazıl Bey, İslam’ın güzelliği ve ahlakı ile tanıştığında bütün samimiyeti ile insanları böyle bir güzelliğe çağırıyordu. Ebedî bir felaketin tehlikelerine karşı ikaz ediyordu.
Onun hâli, akıl almaz bir kazadan kurtulmuş, kâbuslar içinde yaşamış, felaketlerin eşiğinden dönmüş bir insanın selamete erişi gibiydi.
Zira önceki yaşayışının onu nereye götüreceğini görmüştü. Tanıştığı, sevdiği, “Efendim” dediği Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin elinden tutup yükselttiği dereceyi fehmetmişti.
Evet, usta bir şairdi. Kendisini sadece Türkiye’ye değil dünyaya pazarlayacaklardı. Fakat o sahte şöhreti tepmişti. Zira o şöhret, o alkışlar dünyada kalacaktı. Ebedî hayatının geçeceği yerde pul kadar değeri olmayacaktı.
Rahmetli Üstad, ötelerde kıymetli olan değeri bulmuştu. Bu itibarla:
“Görsem pencerelerde soyunan bir karaltı”
Mısralarından
“Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim;
Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim!”
Noktasına varmıştı.
Elbette kolay olmamıştı bu durum. Kim bilir nefsiyle ne mücadeleler vermiş ne buhranlar içinde uyanmıştı.
Çile şiirinde belki de bunları dile getirmişti. Şöyle ki:
Gâiblerden bir ses geldi: Bu adam,
Gezdirsin boşluğu ense kökünde!
Ve uçtu tepemden birdenbire dam;
Gök devrildi, künde üstüne künde…
Pencereye koştum: Kızıl kıyamet!
Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı!
Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent,
Ok çekti yukardan, üstüme avcı.
Ateşten zehrini tattım bu okun.
Bir anda kül etti can elmasımı.
Sanki burnum, değdi burnuna “yok”un,
Kustum, öz ağzımdan kafatasımı.
Bir bardak su gibi çalkandı dünya;
Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.
Al sana hakikat, al sana rüya!
İşte akıllılık, işte sarhoşluk!
Ensemin örsünde bir demir balyoz,
Kapandım yatağa son çare diye.
Bir kanlı şafakta, bana çil horoz,
Yepyeni bir dünya etti hediye.
Çile şiirinin bütün olarak şerhini yapacak bir edebiyatçımız çıkmayacak mı? Şayet yapan olduysa ben henüz görmedim. Bilen, gören varsa duyurmasını isterim.
Rahmetli Üstad, yepyeni dünyasının tadına varmıştı. Herkesin de varması için ömrünü harcadı…
Hangi pınarın suyunu sunuyorsun?
Birileri onun bu dönüşü sebebiyle kendisini sevmediler, unuttular, unutturdular, nisyana terk ettiler. Peki o unutuldu mu? Hayır. Cenab-ı Hakk’ın aziz ettiğini kimse zelil edemez…
Ona doğru itikadı, inanışı ve yaşayışı gösteren Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri mezhepleri mi tenkit ediyordu? Mezhep taassubu mu diyordu? Ehl-i Sünnet yolunu mu kötülüyordu? Gelenekçiler diyerek bin dört yüz yıldır yaşanan İslam’dan mı soğutuyordu? Elbette hayır!
O, Peygamber efendimizden bugüne kadar bozulmadan gelen İslamiyet’i dört mezhebe göre naklediyordu. Onu tanıyanlar İslam’ın güzel ahlakı ile tanışıyor ve onu yaşamak için de gayret göstermekten öte gitmiyordu. Yaşayan yaşadığı kadar alır, ihlası kadar kazanabilirdi.
Ondan öncekiler de Seyyid Fehim Arvasi, Mevlana Halid-i Bağdadi, Mazhar-ı Can-ı Canan, İmam-ı Rabbani, Ahmed-i Yesevi, Yusuf-ı Hemedani gibi büyük âlimler hep gönüllere hitap ettiler. Doğru yolu aşıladılar.
Günümüz ilahiyatçıları nedense bu büyükleri hep yok saydılar, nisyana terk ettiler. Tâbi olmayı zelillik addettiler. Her şeyi akılları ile çözeceklerine inandılar. Akılları en büyük mürşitleri oldu. Hep “Ben” dediler. Kibir abidesi gibi başlarını göklere diktiler. “Hür düşünce”, “özgür düşünce” diyerek kendilerini teselli ettiler. Düşünce, hangi meselelerde ve nereye kadar hürdü, onu düşünmekten acizdiler. Hazreti Peygamberin karşısında Ebu Cehil ve avaneleri de hudutsuz hür ve özgür düşünceyi temsil ediyordu. Bu düşünce onları Yüce Yaradan’a kulluk şuuruna varmaktan uzak tutuyor ve fakat kendi elleriyle yaptıkları putlara tapmaya götürüyordu.
Oysa Şanlı Peygamber efendimiz Cenab-ı Hakk’tan aldıklarını tebliğe memurdu. Onu naklediyordu. Eshabı, O’ndan duydukları ile inanıyor ve amel ediyordu. Onun yoluna uymanın huzur ve saadetini tadıyordu.
Şanlı Peygamber efendimizin övdüğü tabiin ve tebeu’t tâbiîn devri âlimleri de sonradan çıkan bozuk ve yanlış düşüncelere cevaplar verdiler. Kur’ân-ı kerim ve hadis-i şeriflerden ve şanlı Eshabın uygulamalarından kılı kırk yararcasına bir titizlikle Din-i İslamı parlak bir şekilde kıyamete kadar yaşanacak şekilde ortaya koydular.
Müslümanlar da icma ile sabit olan dört mezhepten birine uyarak ve zorluklar karşısında diğerini taklit yoluyla hareket ettiler. Bin yıl boyunca bu inanç, birlik ve bütünlükle dünyaya hâkim olarak yaşadılar. En büyük medeniyetlere imza attılar.
İki asırdır İngiliz kıskacına düşenlerin Müslümanları mezhebinden soğutmaya, âlimlerden uzaklaştırmaya çalışmaları bu necip ve asil millete ne verdi?
İngilizlerin devşirdiği sözde âlimler, peşlerinden gidenleri yüce Osmanlı devletine, hakanına ve halifesine düşman etmekten başka ne işe yaradılar?
İngiliz Blunt ve Lord Cannigler’le iş birliği yapanlar hangi yaraya merhem oldular?..
Afgani, Abduh ve Reşid Rıza’nın siyasi faaliyetlerinin kahredici neticeleri meydandadır.
Peki ya dini fikirleri? Mezhepleri taassupluk gibi gösterip “dini asli kaynağından yani doğrudan Kur’andan veya Peygamberden alacağız” diyerek Müslümanları hudutsuz bir bataklığa doğru çektiler. Zira çektikleri noktada kendi bozuk fikir ve düşüncelerinden başka bir şey yoktu. “Elbette su vermez ipsize kuyu” fehvasınca, bataklıkta önce kendileri boğulmaya başladı. Nitekim canlarını deizmin kıskacında vermeye başladılar. Bugün okullarda en fazla tartışılan, gençleri pençesine düşüren bunalımın inançsızlık ve deizm olduğunu herkes görmektedir.
Bu mezhepsiz taife ise hâlâ mezhep, tarikat, cemaat diyerek saldırmaya devam etmektedirler… FETÖ’ye güya bağırmakta fakat sabah akşam FETÖ fikirleri ile haşır neşir olmaktadırlar.
Özellikle 1980 ile 2013 yılları arasında FETÖ’yü anlayıp gençlerine anlatmayan hiçbir ilahiyat profesörü gerçek İslam âlimi olamaz. Bu sözümü anlamayan eski Diyanet Başkanı’nın giderayak hükûmetin ikazıyla hazırlattığı FETÖ dosyasını okuyabilir. Bu hükmü neden verdiğim, o zaman çok daha iyi anlaşılacaktır. Zira okuyanlar kendilerine “böyle bir adamı nasıl anlamadınız ve millete niçin anlatmadınız?” diyeceklerdir.
FETÖ’ye övgü tweetlerini sildirenlerin, kırk yıldır FETÖ ile mücadele edenleri FETÖ ile özdeşleştirmeye çalışmaları ise apayrı bir zavallılıktır. Bunlar fikir fukarasıdır.
Sabah akşam hür fikir derler. Buna karşılık fikirlerinin deşifre edilmesine, tenkit olunmasına dahi katlanamazlar. Hemen saldırıya geçip iftira ve karalama furyasına girişirler. Fikri bırakıp saçının teli, gözünün rengi, boyunun şekli ile uğraşırlar.
Abduh, Afgani ve Reşid Rıza’nın peşinden giden Fazlurrahman, Musa Bigiyef ve Ali Şeriati’yi rehber edinenler şimdi tarihselcilik girdabında Kur’ân-ı kerimi tartışmaya açmışlardır! Bunlar gemi azıya almışçasına gençlerimizi ruhi bunalımlara doğru çekmektedir. Hepsi aynı mağaranın suyunu ikram etmektedir.
Ehl-i sünnet düşmanı bu insanları ve bozuk fikirlerini anlatmaya devam edeceğim inşallah…
TEFEKKÜR
Dîni tahkîr etmeyi her kim ki eyler mubâh
Âkibet dûçar olur bir nekbete bulmaz felâh
(Dini aşağılamayı her kim ki hoş görürse,
Sonunda uğrar bir felâkete, eremez kurtuluşa.)
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
09.10.2020
Türkiye Gazetesi