Osmanlı âlimlerinin en meşhûrlarından. Onbeşinci Osmanlı Şeyhülislâmı olup, tefsîr, fıkıh ilimlerinde ve diğer ilimlerde büyük âlim idi. İsmi, Ahmed bin Mustafa’dır. Bağdadlı İsmâil Paşa, yaptığı inceleme ve araştırma neticesinde, isminin Mehmed değil Ahmed olduğunu tesbit etmiştir. İsminin Ahmed olduğu “Kâmûs-ül-a’lâm”da da yazılıdır. Ebüssü’ûd el-İmâdî ismiyle meşhûr olup, Hoca Çelebi ismiyle de tanınmıştır. 896 (m. 1490) senesinde doğdu. Bazı kaynaklarda İstanbul civarındaki Metris köyünde doğduğu kaydedilmiş ise de, kendi vakfiyesinde İskilip’de doğduğu yazılıdır. 982 (m. 1574) senesinde İstanbul’da vefat etti. Kabri Eyyûb Sultan’da kendi yaptırdığı medresenin yanında, Eyyûb Câmii karşısındadır.
Ebüssü’ûd Efendi, âlimler yetiştiren bir aileye mensûb idi. Dedesi, meşhûr âlim Ali Kuşcu’nun kardeşi Mustafa İmâdî’dir. Dedeleri Türkistanlı olup, Semerkand’dan Anadolu’ya gelmişlerdir. Ebüssü’ûd Efendi’nin dedesinin babası Mehmed Kuşçu, Timur Hân’ın torunu olan Uluğ Bey’in yakını ve Doğancıbaşısı idi. senelerce Uluğ Bey’in hizmetinde bulunup, sevgisini kazanmıştı. Mehmed Kuşcu’nun oğulları Ali Kuşçu ve Ebüssü’ûd Efendi’nin dedesi olan Mustafa İmâdî, Uluğ Bey’in elinde yetişip ilim öğrenmişlerdir. Mustafa İmâdi bilhassa tasavvufta yetişip ilerlemiştir. Uluğ Bey’in vefatından sonra, Ali Kuşçu ve Mustafa İmâdi, aileleri ile birlikte Akkoyunlu devleti pâdişâhı Uzun Hasen’in yanına gittiler. Uzun Hasen onlara yakın alâka gösterdi. Onlar da, siyâsî ve ilmi faaliyetleriyle hizmet ettiler. Burada bulundukları sırada Ali Kuşçu, Osmanlı Sultânı Fâtih Sultan Mehmed Hân’a Uzun Hasen’in elçisi olarak gitmişti. Ali Kuşçu’ya çok iltifât eden Fâtih Sultan Mehmed Hân, onun İstanbul’a gelmesini ısrarla istedi. Uzun Hasen’den müsâade alan Ali Kuşçu, kardeşi Mustafa İmâdî ile birlikte İstanbul’a gelip yerleştiler. Fâtih Sultan Mehmed Hân, onların Tebrîz’den İstanbul’a yaptıkları yolculukları için, günlüğü bin akçe olarak hesaplatıp vermiştir. İstanbul’a geldiklerinde, Fâtih Sultan Mehmed Hân, Ali Kuşçu’yu Ayasofya Medresesi’ne müderris tayin etti. Mustafa İmâdî de, ilim öğretmekle meşgul olan tasavvuf ehli bir âlim idi. İstanbul’a geldikten sonra, Ali Kuşçu, kızını kardeşi Mustafa İmâdî’nin oğlu Yavsî Muhyîddîn Mehmed’e nikahladı. Bu evlilikden Ebüssü’ûd Efendi doğdu.
Ebüssü’ûd Efendi’nin babası, hem amcası hem de kayınbabası olan Ali Kuşçu’dan ve kendi babası Mustafa İmâdî’den ilim öğrendi. Senelerce süren bu tahsilden sonra, babası gibi o da tasavvufa yönelip zamanının meşhûr evliyâsından ve Akşemseddîn hazretlerinin halîfesi olan İbrâhim Tennûri’ye talebe oldu. Onun sohbetlerinde bulunarak, tasavvufda yetişti. Hocası İbrâhim Tennûrî’nin vefatından sonra, onun halîfesi olduğu için yerine geçti ve İstanbul’da insanları irşâd etmekle meşgul oldu. İkinci Bâyezîd Hân, ona büyük bir zaviye yaptırdı ve buraya mülk vakfetti. İkinci Bâyezîd Hân, onun sohbetlerinden çok tad alırdı. Bu sebeble, ekseriya beraber bulunurlardı. Zamanının meşhûr devlet adamları ve âlimleri, “Hünkâr Şeyhi” lakabıyla da anılan Yavsî Muhyîddîn Mehmed İskilîbî’nin sohbetine gelirler, dergâhı dolup taşardı. Meşhûr tarihçi Hoca Sa’deddîn Efendi, bu hâli şöyle ifâde etmiştir: “Sultanların Şeyhi, Şeyhlerin Sultânı olmuş, herkesin gönlünü kazanmıştır.”
Böyle bir zâtın oğlu olan Ebüssü’ûd Efendi, önce babasından ilim öğrendi. Onun terbiyesi altında yetişti. Ebüssü’ûd Efendi, küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayıp, çocukluk ve gençlik çağında babasından ders aldı. Babasından Hâşiye-i Tecrid’i, Şerh-i Miftâh’ı bütün hâşiyeleri ile birlikte iki kere ve Şerh-i mevâkıf’ı baştan sona tahkîk ederek, iyice okudu. Miftâh-ül-ulûm adlı meşhûr eserin metnini ezberledi. Babası, vefat edinceye kadar onun yetişmesi için gayret gösterip, ders vererek eğitip terbiye etti ve icâzet verdi. Babasından sonra; meşhûr Osmanlı âlimlerinden Müeyyed-zâde Abdurrahmân Efendi’den, tefsîr ve hadîs ilimlerinde âlim ve kayınbabası olan Mevlânâ Seyyidî Karamânî’den ve meşhûr Osmanlı âlimi Müftiy-yüs-Sakaleyn İbn-i Kemâl Paşa’dan ilim öğrendi. Tahsilini tamamlayıp, ilimde yetiştikten sonra, zamanının Şeyhülislâmı olan İbn-i Kemâl Paşa’nın emri ile Çankırı Medresesi’ne müderris olarak tayin edildi. Fakat bu vazîfeye gitmeden, o sırada İnegöl’de İshak Paşa Medresesi müderrisi Bursalı Şems Çelebi vefat ettiğinden, 922 (m. 1516) senesinde onun yerine tayin edildi. Bu sırada yirmialtı yaşlarında idi. Bu sırada Osmanlı Devleti, mühim hâdiselere ve önemli gelişmelere sahne oldu. Yavuz Sultan Selîm Hân, Çaldıran’da Şah İsmâil’i ve Safevîleri Anadolu’dan çıkararak, Güneydoğu sınırlarının güvenliğini sağladı. Bir yıl sonra Mısır üzerine yaptığı sefer neticesinde, halîfelik Osmanlılara geçti.
Ebüssü’ûd Efendi, İnegöl’deki İshâk Paşa Medresesi’ndeki müderrislik vazîfesinden 926 (m. 1520) senesinde alındı. On ay sonra 927 (m. 1521)’de İstanbul’da Dâvûd Paşa Medresesi’ne müderris olarak tayin edildi. Aynı sene, Sa’dî Efendi yerine Mahmûd Paşa Medresesi’ne, 931 (m. 1524)’de İkinci Vezîr Mustafa Paşa’nın Gebze’de yaptırdığı medreseye tayin edildi. 932 (m. 1525)’de ise, Kireççi-zâde yerine Bursa Sultaniye Medresesi’ne tayin edildi. 934 (m. 1527) senesinde Abdüllatîf Efendi yerine Sahn-ı semân Müftî Medresesi müderrisliğine terfî olundu. Bu vazîfesi beş sene sürdü. Çok sayıda ve kıymetli âlimler yetiştirdi.
939 (m. 1532) senesinde Bursa kadılığına tayin edildi. Bursa kadılığı önemli mevkilerden idi. Bu vazîfede başarılı olan İstanbul kadılığına, İstanbul kadılığında muvaffak olan da Anadolu kadıaskerliğine tayin edilirdi. Bundan sonra da şeyhülislâmlık makamına getirilirdi. Ebüssü’ûd Efendi, Bursa’da bir yıl kadılık yaptıktan sonra, İstanbul kadılığına tayin edildi. Bu vazîfesinde başarılı hizmetler yaptı. Bu vazîfesinde adlî işlerin tamâmına, belediye reîsliğine, denetleme ve takib müesseselerinin tamâmına ve idârî işlerin bir kısmına bakıyordu. Ebüssü’ûd Efendi, bu vazîfesinde öyle serî ve çok çalışıyor, işleri öyle yürütüyordu ki, yanında çalışan kâtibler ona yetişemiyorlardı. Bu sebeple kâtiblerden bir grup günün yarısında, diğer bir grub da günün diğer yarısında işleri yetiştirmeye çalışıyorlardı. İstanbul kadılığı, ilmiye sınıfı için önemli bir mevkî idi. Ebüssü’ûd Efendi’nin İstanbul kadılığı vazîfesi üç sene sürdü. Bu zaman içinde fevkalâde başarı ve mehâretle kadılık yaptı. Bundan sonra, ilmiye sınıfı için en yüksek makamlardan sayılan kadıaskerlik vazîfesine tayin edildi. Normalde Anadolu kadıaskeri, sonra da Rumeli kadıaskeri olması gerekirken, bir rütbe atlanarak, 944 (m. 1537) senesinde Rumeli kadıaskerliğine tayin edildi. Sekiz sene bu vazîfede bulunarak, büyük hizmetler yaptı.
Ebüssü’ûd Efendi, kadıasker tayin edilmeden önce gördüğü bir rüyayı şöyle anlatmıştır: “Kadıasker olmadan bir hafta önce, rüyamda Fâtih Sultan Mehmed Câmii’nin mihrabında benim için bir seccade serilmiş olduğunu gördüm. Halka imâm oldum ve sekiz rek’at namaz kıldım. Bu rüyadan sonra kadıasker oldum. Meğer bu rüya, kadıaskerlikte sekiz sene kalacağıma işâretmiş. Keşke kıldığım o sekiz rek’atlık ikindi yerine yatsı namazı kılmış olsaydım.”
Ebüssü’ûd Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Hân’ın sevip değer verdiği, pek kıymetli bir âlim idi. Kânûnî, onu bütün seferlerinde yanında bulundurdu. 948 (m. 1541) senesinde Budin’in fethinde, kiliseden câmiye çevrilen bir câmide, Pâdişâh Kânûnî’ye ve orduya Cuma namazı kıldırdı. Pâdişâhın emri üzerine, Budin’in ve Orta Macaristan’ın tapu ve tahrir işlerini yaptı. Mühim hizmetler yaptığı bu vazîfesinden sonra, 952 (m. 1545) senesinde Fenârî-zâde Muhyiddîn Efendi’den sonra şeyhülislâm oldu. Bu sırada ellibeş yaşında bulunuyordu. Otuz sene şeyhülislâmlık yaparak, dîne ve devlete üstün hizmetler yaptı.
Ebüssü’ûd Efendi, şeyhülislâm olmasıyla ilgili bir rüyasını şöyle anlatmıştır: “Henüz daha medresede talebe iken, bir gece rüyamda Zeyrek Câmii’ne girdim. Câmi halk ile dolu idi. “Bu topluluk nedir?” dedim. “Resûl-i ekremin “sallallahü aleyhi ve sellem” dîvân-ı se’âdetleridir (toplantılarıdır)” denildi. Hürmetle bir köşede durdum. Önümde de, o devrin müftîsi İbn-i Kemâl Paşa oturuyordu. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” mihrâbda oturuyordu. Sağ ve solunda Eshâb-ı Kirâm efendilerimiz edeble ayakta duruyorlardı. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrunda da bir zât vardı. Kıyafetinden onu Arab zannetmiştim. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” ile dizdize denilecek bir hâlde oturuyor ve konuşuyordu. Acaba bu zât kimdir ki, Eshâb-ı Kirâm efendilerimiz ayakta oldukları hâlde, o, Resûlullahın huzûrunda oturuyor? diyerek hayret ettim. Konuşmalarını dinledim; Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” Arabca konuşuyorlar, o zât ise Farsça söylüyordu. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” ona; “Yâ Mevlânâ Câmî, ben Arabca konuşuyorum, sen de Arabca konuş” buyurunca, Arab zannettiğim o zâtın Mevlânâ Abdurrahmân Câmî olduğunu anladım. Mevlânâ Câmî, Peygamberimize; “Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem)! Bir hatâmdan dolayı sizden özür dilemiştim. Acaba özrüm makbûl olmadı mı?” dedi. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”; “Ne yolla i’tirâz etmiştin?” buyurunca, şöyle dedi. “Sizi methetmek için yazdığım bir kasîdemde; “Onun sırrına eremiyorum, O Arabdır, ben ise Acemim…” demiştim” dedi. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”; “Beis yok, Farsça konuşman da makbûldür” buyurdu. Sonra Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Mevlânâ Câmî’ye hitaben; “Şu oturan kimseyi bilir misin?” diyerek İbn-i Kemâl Paşa’yı gösterdiler. Mevlânâ Câmî; “Bilmem yâ Resûlallah” dedi. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”; “O, İbn-i Kemâl Paşa’dır ve hâlen ümmetimin müftîsidir” buyurdu. Sonra da beni göstererek; “Ya onun arkasında oturan şu kimseyi bilir misin?” buyurdu. Mevlânâ Câmî yine; “Hayır Yâ Resûlallah” dedi. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” “O, Ebüssü’ûd bin Yavsî’dir. O da ümmetimin müftîsî olsa gerektir.” buyurdu. Bu sâdık rüyadan tam otuz yıl sonra, bu âcize fetvâ işleri vazîfesi verildi.
Kânûnî Sultan Süleymân Hân ve İkinci Sultan Selîm’in saltanatları zamanında 30 sene şeyhülislâmlık yaptı. Osmanlı şeyhülislâmları arasında ençok bu makamda kalıp hizmeti geçen Ebüssü’ûd Efendi’dir. Bu vazîfede bulunduğu sırada çok mühim hizmetler yapmıştır. Kânûnî Sultan Süleymân Hân, Ebüssü’ûd Efendi’yi çok sever ve her önemli işinde onun fetvâsına müracaat ederdi. Süleymâniye Câmii’nin temel atma merasiminde, mihrabın temel taşını Ebüssü’ûd Efendi’ye koydurtmuştur. Devrinde âlimler arasında bir mes’ele hakkında farklı hüküm ortaya çıksa, Kânûnî Sultan Süleymân Hân, Ebüssü’ûd Efendi’nin tarafını tercih ederdi. Ebüssü’ûd Efendi, o devirde, devlet kânunlarını dînin hükümlerine uygun şekilde te’lîf etmiştir. Tımar ve zeametlere dâir mevzûlarda verilen kararlar, genellikle Ebüssü’ûd Efendi’nin fetvâlarına dayanmıştır. Mülâzemet usûlü de onun kadıaskerliği zamanında te’sis edilmiştir. Kânûnî, arazi kanunnâmesini de Ebüssü’ûd Efendi’ye yaptırmıştır.
Kânûnî Sultan Süleymân Hân 974 (m. 1566) senesinde vefat edince, cenâze namazını Ebüssü’ûd Efendi kıldırdı. Onun vefatı üzerine bir de mersiye yazdı. Bu mersiyesi de, edebiyattaki yüksek derecesini göstermektedir.
Ebüssü’ûd Efendi, sekiz senede Sultan İkinci Selîm Hân zamanında şeyhülislâmlık yaptı. Sultan İkinci Selîm Hân, Ebüssü’ûd Efendi’ye çok hürmet edip, onu incitecek hareketlerden sakınırdı. Bu dönemde de pek mühim hizmetler yaptı. En mühim hizmetlerinden biri, Kıbrıs’ın fethi için fetvâ vermesi ve Kıbrıs’ın fethini sağlamasıdır. Bu ada, İslâmiyetin ilk zamanlarında Eshâb-ı Kirâm tarafından fethedilmişti. Osmanlı Devleti’nin Kıbrıs üzerinde târihî bir hakka sâhib olması ve bir de o zaman Kıbrıs’a hâkim olan Venediklilerin, yapılan anlaşmayı bozarak deniz yollarına tecâvüz etmeleri sebebiyle, Kıbrıs’ın fethine fetvâ verdi.
Kuruluşundan beri durmadan gelişen Osmanlı Devleti büyüdükçe, geniş arazileri ve değişik kabileleri içine almıştı. Bütün bunların idâresinde, her devrin âlimleri pâdişâha yardımcı olmuşlar, aldıkları mühim vazîfeler ile hizmet etmişlerdir. Ebüssü’ûd Efendi, bu âlimlerin en başta gelenlerindendir. Zamanında en parlak dönemine ulaşan Osmanlı Devleti’nin bu başarısına büyük katkıları olmuştur.
Ebüssü’ûd Efendi, dînine bağlı, haramlardan ve şüpheli şeylerden son derece sakınan, Allah korkusu çok olan bir âlimdi. Güleryüzlü, tatlı dilli olup, latîfeden hoşlanırdı. Etrâfında bulunanlara yumuşaklıkla muâmele ederdi. Çok ibâdet eder ve zâhidâne bir hayat yaşardı. Gayet temiz ve sâde giyinirdi. Heybetinden meclisinde kimse konuşmaz, onun konuşması hürmetle dinlenirdi. Devlet işlerini ve hizmetlerini mükemmel bir şekilde yürütmesi yanında, talebe yetiştirmek ve kıymetli eserler hazırlamakla da vakit geçirirdi. Meşgûliyetinin çokluğuna rağmen, talebelerine zamanında ve aksatmadan derslerini verirdi. Zeyrek civarında Çırçır’da bulunan konağında oturur, müslümanların işlerine bakardı. Belli zamanlarda Topkapı sarayına giderek pâdişâhı ziyâret ederdi. Bu ziyâretlerine giderken devamlı bugün Ebüssü’ûd Caddesi denilen caddeden gittiği, bu sebeple onun ismine izafeten bu caddeye Ebüssü’ûd Caddesi denildiği bazı kaynaklarda kaydedilmiştir.
Osmanlı Devleti’nde yetişmiş en büyük şeyhülislâmlardan birisi idi. Cinlere de fetvâ vermesiyle meşhûrdur. Eyyûb Sultan’da Yazılı Medrese adıyla tanınan medresede bulunduğu sırada, bir defasında cinler kendisinden fetvâ sormak üzere gelmişlerdi. İçlerinden bazısı suâllerini sorarken, diğerleri de medresenin duvarlarına birşeyler yazmışlardı. Cinlerin bu duvarlara yazı yazmaları sebebiyle, o medreseye “Yazılı Medrese” ismi verilmiştir. Bu yazılar, daha sonra üzerlerine badana çekilmek sûretiyle kapatılmıştır.
Ebüssü’ûd Efendi, kendisine sorulan suâllere gayet hâkîmâne cevaplar verirdi. Şeyhülislâmlığı dönemindeki fetvâlarının herbiri, bir kânun maddesi mahiyetindeydi. Bu fetvâları, “Fetâvâ-i Ebüssü’ûd” adlı bir kitapta toplanmıştır. Sorulan suâl manzûm ise, cevabı da kâfiye ve vezin bakımından suâle uygun olarak verirdi. Sorulan suâl nesir ve secîli ise, cevâbı da öyle olurdu. Suâl Arabca ise cevâbı da Arabca, suâl Farsça ise cevâbı da Farsça, Türkçe ise cevâbı da Türkçe olurdu. Çoğu gün binden fazla fetvâ verirdi. İki defa işlerin çokluğu sebebiyle, sabah namazından sonra sorulan suâllere cevap vermeye başlayıp, ikindi namazında bitirmiştir. Birinde 1412, diğerinde 1413 fetvâ verdiği tesbit edilmiştir.
Ebüssü’ûd Efendi, Sultan İkinci Bâyezîd Hân’ın, Yavuz Sultan Selîm Hân’ın ve Kânûnî Sultan Süleymân Hân’ın fevkalâde sevgi ve iltifâtını kazandı. Kânûnî Sultan Süleymân Hân’ın Ebüssü’ûd Efendi’ye gönderdiği şu mektûp, ona karşı beslediği halisâne duyguları dile getirmektedir. Mektup özetle şöyledir:
“Hâlde hâldaşım, sinde sindaşım (yaşta yaşdaşım), âhıret karındaşım, Molla Ebüssü’ûd Efendi hazretlerine, sonsuz dualarımı bildirdikten sonra, hâl ve hatırını suâl ederim. Hazret-i Hak, gizli hazînelerinden tam bir kuvvet ve daimî selâmet müyesser eylesin! Allahü teâlânın ihsânı ile, lütuflarınızdan niyaz olunur ki, mübârek vakitlerde, muhlislerinizi şerefli kalbinizden çıkarmayınız. Bizim için dua buyurunuz ki, yere batasıca kâfirler hezimete uğrayıp, bütün İslâm orduları, mensûr ve muzaffer olup, Allahü teâlânın rızâsına kavuşalar!… Dualarınızı, yine dualarınızı bekleyen, Hak teâlânın kulu Süleymân bî riyâ.”
Ebüssü’ûd Efendi, başta muhteşem bir hükümdâr olan Kânûnî Sultan Süleymân Hân, ilimde Zenbilli Ali Efendi ve İbn-i Kemâl Paşa, İmâm-ı Birgivî gibi âlimlerin, edebiyatta Fuzûlî ve Bâki gibi şâirlerin, mimarîde Mîmâr Sinân, târihte Selânikli Mustafa ve Ali, Nişancı Mehmed, coğrafyada Pîri Reîs, denizcilikte Barbaros ve Turgut Reîs gibi meşhûr kimselerin bulunduğu bir devirde bulunmuş ve o da ilimdeki yüksek derecesi ve mehâretiyle şeyhülislâmlık makamında hizmet etmiştir. Bu devir, Osmanlı Devleti’nin en parlak dönemlerindendir. İlimde, san’atta ve diğer birçok husûslarda en meşhûr kimseler bu devrede bir araya gelmiştir. Osmanlı Devleti, o devirde dünyânın yarısına hükmeden muazzam bir devlet idi. Devletin bu hâle gelmesinde, diğer Osmanlı âlimleri gibi, Ebüssü’ûd Efendi’nin de büyük emeği geçmiştir. Hattâ ençok emeği ve hizmeti geçen âlimlerdendir. Ömrü boyunca Osmanlı Devleti’nde adâletin yerleşmesinde ve yaygınlaşmasında her türlü çalışmayı yapmış ve pek üstün gayretler göstermiştir.
Ebüssü’ûd Efendi, yüksek bir âlim olduğu gibi, olgun bir velî idi. Tasavvuf ehline karşı olduğu iddiası asılsızdır. Nitekim, meşhûr tarihçi Peçevî, bu iddia sahiplerini şiddetle tenkid etmekte ve asılsız iddiâlarını ilmî olarak reddetmektedir. Ebüssü’ûd Efendi, tasavvuf ehil olmayan ellerde kalınca, dîne zarar getireceğini bildiği için, ehli olmayanlara sert davranıyordu ki, bu onun din gayretinin açık bir delîlidir. Nitekim, kendisine bu konuda sorulan bir suâle, “Allahü teâlânın ilmi, sonsuz bir derya gibidir. İslâmiyet bu deryanın sahilidir. Biz sâhil ehliyiz. Meşâyıh-ı izâm ya’nî tasavvuf büyükleri, o sonsuz deryanın dalgıçlarıdır. Bizim onlar aleyhinde söyleyecek herhangi bir sözümüz, olamaz” diyerek cevap vermiştir.
Ebüssü’ûd Efendi, bütün bu meziyet ve üstünlükleri yanında, edebiyat ve şiir sahasında da yadigâr eserler bırakmıştır. Zamanının şâir ve edîbleri, yazdıkları nefis kasîdelerle onu övmüşler, şânını dile getirmeğe çalışmışlardır. Kendisinin Türkçe, Arabca ve Farsça şiirleri vardır. Arabca şiirlerinden “Kasîde-i mimiyye”si en meşhûrudur. Sorulan bazı suâllere şiirle cevap verdiği de olurdu. Şiirlerinde daha ziyâde fikir hâkimdir, ya’nî âlîmâne ve hâkîmânedir. Meselâ;
“Eşk-i pür-hûn ser-be-ser tutdı cihan eknâfını,
Sîne-i sûzânım içre âteş-i hasret gibi.”
Ve aynı kasîdesinde;
“Âleme beyhude bakma, eyle im’ân-ı nazar,
Sun’i üstâd-ı ezelde, nâzır-ı ibret gibi.
Her biri zerrât-ı ekvânın lisân-ı hâl ile,
Keşfeder sırr-ı cihanı hâtik-i hikmet gibi.”
Ebüssü’ûd Efendi, benzeri az yetişen bir âlim idi. Arabcaya ve Arab edebiyatına vukûfîyetini ve bu husûstaki ihtisasını zamanın âlimleri ve Arab şâirleri tasdîk etmişlerdir. Arabcayı gayet güzel yazar ve güzel konuşurdu. Şemsi Paşa’nın yazdığı beşyüz beyitlik manzûm “Vikâye”nin incelemesini yapıp, yanlışlarını göstererek nâzik ve zarif tarzda bir yazı ile iade etmesi meşhûrdur. Sorulan nükteli ve garip suâllere aynı tarzda ve aynı üslûpta cevaplar verirdi. Nüktedan birinin hazîne manâsına gelen “Hızânetü” kelimesinin ve çanak manâsına gelen “Kas’atü” kelimesinin fetha ile mi yoksa kesrâ ile mi okunur diye sorduğu soruya; “La teftah-ül-hızânete velâ teksîr-ul-kas’ate” diye cevap verdi. Burada, “hızâne”yi feth etme, ya’nî “fetha” ile okuma Kas’ayı da kesr etme, “kesre” ile okuma derken, “fetha” kelimesini açma manâsında, “kesre” kelimesini de kırma manâsında kullanarak; “Hazîneyi açma, çanağı da kırma” diyerek, san’atlı bir ifâde kullanmıştır.
Tefsîr ilminde de büyük bir âlim olduğu için, “Müfessirlerin hatîbi” ünvanı verilmiştir. Yine fıkıh ilmindeki yüksek derecesinden dolayı, âlimler arasında “Nu’mân-üs-sânî (İkinci Ebû Hanîfe)” lakabıyla ve “Müftiy-yüs-sekaleyn (cinlerin ve insanların müftîsi)” ve İbn-i Kemâl Paşa’dan sonra “Muallim sânî” lakabıyle tanınmıştır. Bütün ilimlerde mahir olup, bilhassa tefsîr, fıkıh ve Arabî ilimlerde mütehassıs idi. Asrında İslâm âleminde onun derecesinde bir âlim yetişmemiştir. Zamanında Hanefî mezhebinin reîsliği onda idi. İslâm hukukunda, usûl ve fürû’ mes’elelerinde tam bir selâhiyete sâhib idi. Dört mezhebin fıkıh bilgilerine vâkıf idi.
Tîmûr Hân zamanında asrın en meşhûr iki âlimi olan Sa’deddîn Teftâzânî ile Seyyid Şerîf Cürcânî arasında, Arabî ilimlerin bir kolu olan me’ânî ilminde “temsili istihâre” ile ilgili yapılan dünyâca meşhûr bir münâzara, birgün Ebüssü’ûd Efendi ile o devrin meşhûr âlimi olan Hoca Hâfız Taşkendî arasında da mevzû olup, münâzara beş saat sürmüştü. Bu hâdise de Ebüssü’ûd Efendi’nin ilimdeki yüksek derecesini göstermektedir. Dînî hükümleri çok iyi bilen, sağlam karakterli, kimseye haksızlık etmeyen, hatır için asla söz söylemeyen, gayet tedbirli bir âlim idi. Devrin durumunu, şartlarını, halkın örf ve âdetlerini dikkate alır, işlerinde dînin emirlerinden asla dışarı çıkmazdı. Bütün bu vasıflarıyla üstün hizmetler yaptı.
Ebüssü’ûd Efendi, 25 Ağustos 1574 târihinde 84 yaşında iken vefat etti. İslâm âleminde çok tanınmış olduğundan, duyulduğu zaman büyük bir üzüntü ile karşılandı. Cenâze namazını Kadıasker Muhşî Sinân Efendi, Fâtih Câmii’nde kıldırdı. Cenâze namazı için o devrin âlimleri, vezîrler, dîvân erkânı ve halk, büyük bir kalabalık hâlinde toplandı. Sultan İkinci Selîm Hân, Ebüssü’ûd Efendi’nin vefatından dolayı pek ziyâde üzülmüştür. 58 sene müddetle müderrislik, kadılık ve şeyhülislâmlık vazîfeleri ile, millete ve devlete çok hizmeti geçmiş, pâdişâhlar ve halk tarafından çok sevilmiş müstesna bir âlim idi. Yetiştirdiği âlimler, yaptığı mühim hizmetler ve yazdığı eserleri ile hem yaşadığı asırda, hem de sonraki asırlarda şükran ve rahmetle yâd edilen ve benzeri az yetişen bir İslâm âlimi idi.
Ebüssü’ûd Efendi’nin talebelerinden ve o devrin en meşhûr şâirlerinden olan Şâir Bâki Efendi, Ebüssü’ûd Efendi’yi metheden şu şiiri yazmıştır:
“Ser-i efâdıl-âfak müftî-i âlem,
Sipihr-i fazl-u kemâl, âfitâb-ı câh-ü celâl,
İmâm-ı saff-ı ef’âdıl, emîr-i hayl-i Kirâm,
Emîn-i dîn-ü-düvel, hâce-i hûceste hısâl,
Ebû Hânîfe-i sânî Ebüssü’ûd ol kim.
Fezâil içre olupdur efâdıl ona ıyâl.”
Ebüssü’ûd Efendi, uzun boylu, yanakları çukurca, buğday benizli, ak sakallı, nûrânî yüzlü, vakûr, heybetli idi. Gösterişten uzak bir şekilde giyinir, yiyip içmede, giyim ve kuşamda Eshâb-ı Kirâmın ve Tâbiîn’in yolundan ayrılmayan bir zât idi.
Ebüssü’ûd Efendi’nin İstanbul’da ve İskilip’te yaptırdığı hayratı vardır. İskilip’te, babası Muhyiddîn Mehmed İskilîbî’nin ve annesinin medfûn bulunduğu türbenin yanında bir câmi ve bir medrese, o civarda bir de köprü yaptırmıştır. İstanbul’da Eyyûb’de bir medrese yaptırdı. Kabri, bu medresenin yanındadır. Yine İstanbul’da Şehremini ve Ma’cuncu semtlerinde birer çeşme ve hamam yaptırmıştır. Ma’cuncu’da bir konağı ve Sütlüce’de bahçeli bir yalısı vardı. Tefsîrini bu yalıda yazmıştır.
Talebeleri, Osmanlı sultanlarından İkinci Selîm, Üçüncü Murâd ve Üçüncü Mehmed’in zamanlarında yetişen ilim adamlarının çoğunun hocasıdır. Bunlardan bazıları şu zâtlardır: Ma’lül-zâde Seyyid Mehmed, Abdülkâdir Şeyhî, Hoca Sa’deddîn, Bostan-zâde Mehmed Sun’ullah Efendi, Bostan-zâde Mustafa, meşhûr şâir Bâki Efendi, Hâce-i sultan Atâullah, Kınalı-zâde Hasen ve Ali Cemalî Efendi’nin oğlu Fudayl Efendi gibi âlimler.
Ebüssü’ûd Efendi, kendi oğullarını da ilimde yetiştirmiştir. Dört oğlu iki kızı vardı. Oğullarından Mehmed Çelebi, ilimde yetişip, çeşitli medreselerde müderrislik, Şam vâliliği ve Haleb kadılığı yaptı. “Meylî” mahlası ile meşhûr olup, hattâtlığı ve şâirliği ile de tanınmıştır. Farsçada ve şiirde mehâretli idi. Farsça gazelleri vardır. Bu oğlu, kırk yaşında iken vefat etmiştir.
İkinci oğlu Şemseddîn Ahmed Çelebi, Taşköprü-zâde Ahmed Efendi’den ve babasından ilim öğrendi. Babasına muîd (yardımcı, asistan) oldu. Daha onyedi yaşında iken, Rüstem Paşa Medresesi’ne müderris oldu. Sahn-ı semân ve Şehzâde Medresesi’nde de müderrislik yaptı. Bu oğlu da otuz yaşlarında vefat etti.
En küçük oğlu Mustafa Efendi’yi kendisi ilimde yetiştirip, icâzet verdi. Önce Sahn Medresesi müderrisliğine tayin edildi. Edirne Selîmiyye Medresesi’nde de müderrislik yaptı. Selanik, Galata, Bursa, Edirne ve İstanbul kadılığı yaptı. Bundan sonra Anadolu kadıaskerliği, bir sene sonra da Rumeli kadıaskerliği yaptı. Hat san’atında mahir, fıkıh ve usûl-i fıkıh ilminde âlim idi. Meşhûr fıkıh kitabı “Dürer”e hâşiye yazmıştır. Bu oğlu da 43 yaşında vefat etmiştir. Oğullarından Mustafa Çelebi hâriç, diğerleri kendisinden önce vefat etmişlerdir. Kızlarından biri, şeyhülislâm Müeyyed-zâde Abdülkâdir Şeyhî’nin hanımı idi. Bu zât, Ebüssü’ûd Efendi’nin kız kardeşinin oğludur. Diğer kızı, yine şeyhülislâm olan Ma’lül-zâde Mehmed Efendi’nin hanımı idi. Bazı kaynaklarda bir kızının daha olduğu ve onun da Ali Cemâlî Efendi’nin oğlu Fudayl Efendi’nin hanımı olduğu kaydına rastlanmıştır. Ebüssü’ûd Efendi’nin kardeşi Şeyh Nasrüddîn de âlim ve ehl-i tasavvuf bir zât idi. Önce İskilib’de, sonra İstanbul’da insanlara rehberlik ederek irşâd vazîfesi yapmıştır.
Eserleri: Ebüssü’ûd Efendi, tefsîr, fıkıh ilimlerinde ve diğer ilimlerde pekçok eser yazmıştır. Bu eserlerinden bir kısmı şunlardır:
1- İrşâdü akl-is-selim; meşhûr tefsîri olup, kıymetli bir eserdir. Ebüssü’ûd Efendi yazdığı bu tefsîrde, “Keşşâf” tefsîri ile müfessirlerin baştâcı olan İmâm-ı Beydâvî’nin “Envâr-üt-tenzîl”ini kaynak olarak almıştır. Bu tefsîrlerden aldığı bilgiler yanına, yeni inceleme ve mütâlâalar da ilâve etmiştir. Evliyâ Çelebi, bu tefsîrden, “Seyehatnâme” adlı eserinde şöyle bahsetmiştir: “Üçbin ulemâdan ve binyediyüz kadar mu’teber tefsîrden istifâde etmek, feyz almak sûretiyle yazdığı tefsîr, hâlen âlimler arasında makbûl ve medhedilen bir tefsîrdir. Ona denk bir tefsîr yoktur.” “Mir’ât-ı kâinat” müellifi Nişancı-zâde de bu tefsîr için: “Yazdığı güzel tefsîr-i şerîfi dünyânın en güzel tefsîrlerindendir” demiştir.
Ebüssü’ûd Efendi, bu tefsîrini nasıl yazdığı hakkında yaptığı açıklamanın bir bölümünde, “Keşşâf” tefsîrinin ve İmâm-ı Beydâvî’nin “Envâr-üt-tenzîl” adlı tefsîrinin, yazılmış tefsîrlerin en meşhûru ve seçilmiş tefsîrler olduğunu belirttikten sonra; “Önceden bu iki kitabı okuyup incelemekle meşgul olurken, bunların ihtivâ ettiği cevherlere, kıymetli bilgilere, diğer kitaplarda bulduklarımı da ilâve etmek sûretiyle, güzel bir uslûb ile tertîb etmek ve Allahü teâlânın lütfu olarak kalbime doğacak olan şeyleri de, Kur’ân-ı kerîmin şânına uygun bir şekilde ilâve edip Sultan Süleymân’ın hazînei şahânesine hediye etmeyi düşündüm. Lâkin seyahatlerim azmime mâni oldu. Yapılacak işin büyüklüğü beni tereddüde düşürdü. Aradan aylar ve yıllar geçti. Meşgûliyetin çokluğu, muharebelerde, seferlerde, beldelerde dolaşmam bu işe mâni oldu. Baktım ki fırsat elden gidiyor, ecel yaklaşıyor, hayat güneşi batmak, sönmek üzere, artık meşgalemin çokluğuna bakmadan arzu ettiğim kitabı yazmaya karar verdim. Allahü teâlâya sığınarak işe başladım” demektedir.
Ebüssü’ûd Efendi, bu tefsîri yazmaya başlayıp, Sâd sûresine kadar yazınca, Kânûnî Sultan Süleymân Hân görmek istemişti. Yazılan kısım takdim edilince, büyük bir hürmetle karşıladı. Ebüssü’ûd Efendi’nin o zaman ikiyüz akçe olan meşihat yevmiyesini beşyüz akçeye çıkardı. Büyük ihsân ve ikrâmlarda bulunup, hil’at (elbise) giydirmişti. Bu tefsîr 973 (m. 1566) senesinde yazılıp tamamlanınca, Ebüssü’ûd Efendi’nin yevmiyesine yüz akçe daha ilâve edilerek altıyüz akçeye çıkarıldı. Tefsîr yazılıp tamamlandıktan sonra, Mekke’ye ve Medine’ye iki nüsha gönderilip, o zaman ilim öğrenmekte olan talebelerin istinsah etmesine, yazarak çoğaltmalarına izin verildi. Bu tefsîrin İstanbul kütüphânelerinde ve Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde bulunan kütüphânelerde çok sayıda yazma nüshaları vardır. 1275-1285 (m. 1858-1868) seneleri arasında, Bulak’ta müstakil olarak ilk baskısı yapıldı. Yine Bulak’ta 1289 (m. 1872) senesinde İmâm-ı Râzî’nin tefsîr-i kebîri “Mefâtîh-ül-gayb” kenarında ikinci baskısı yapıldı. Daha sonra 1307-1308 (m. 1889-1890) senelerinde, Kâhire’de müstakil olarak üçüncü baskısı yapıldı. Aynı yıllarda İstanbul’da Dâr-üt-tabâat-il-âmire matbaasında, yine İmâm-ı Râzî’nin tefsîri kenarında dördüncü baskısı yapıldı. 1372 (m. 1952) senesinde, Mısır’da beş cild hâlinde beşinci baskısı yapıldı. Ebüssü’ûd Efendi’nin bu tefsîri üzerine şerh ve ta’likler, incelemeler yazıldı. Bu tefsîr, Mısır’da Câmi’ul-Ezher’de ders olarak okutulmuştur.
2- Ma’rûzât,
3-Hasm-ül-hılâf, fil-meshi alel-hıfâf,
4- Tehâfüt-ül-emcâd fî evveli kitâb-ül-cihâd,
5- Meâkıd-üt-tarâf fî evveli tefsîri sûret-il-fethi min-el-keşşâf,
6- Gamezât-ül-melîh fî evveli mebâhıs-il-kasr-ıl-âm minet-telvîh,
7- Tevâkıb-ül-enzâr fî evveli menâr-ül-envâr,
8- Ta’likatün alel-Hidâye; Burhâneddîn Mergınânî’nin “El-Hidâye” adlı meşhûr eserinin “Kitâb-ül-bey” kısmına yazdığı bir ta’likdir.
9- Fetvâlar: Ebüssü’ûd Efendi’nin fetvâları, Bostan-zâde Muhammed bin Ahmed Efendi tarafından toplanmıştır. Bâblara ve fasıllara ayrılmıştır.
10-Kânunnâmeler: Ebüssü’ûd Efendi’nin fetvâ şeklinde tertîb ettiği kısımları ihtivâ eden bir eserdir.
11- Risâletü vakfünnuküd,
12- Galatât-ül-avvâm,
13- Tescil-ül-vakf,
14- Kânûn-ül-muâmelât,
15- Risâle-i mesh,
16- Münşeât,
17-Kıssa-i Hârût ve Mârût,
18- Tuhfet-üt-tullâb fil-münâzarât,
19- Risâletün fil-ed’ıyyet-il-me’sûre,
20- Mektûpları,
21- Şiirleri; Arabca, Farsça ve Türkçe şiirleri olup, Kasîde-i mîmiyye’si meşhûrdur. Kânûnî Sultan Süleymân Hân için yazdığı Arabca mersiye en meşhûr şiiri olup, çok mükemmel bir mersiyedir. Bu mersiyesi o devrin Arab âlimlerinden Garseddîn Ahmed Halebî ve Şemseddîn Muhammed Halebî tarafından şerhedilmiştir.
Ebüssü’ûd Efendi, fetvâsında buyuruyor ki: “Bir tavuk boğazlanıp, içi ve gursağı çıkarılmadan, kaynar suda haşlasalar, yolsalar, yemesi helâl olmaz, haramdır. Kesip içi ve gursağı çıkarılıp, içi yıkandıktan sonra haşlanırsa, tüylerine necâset bulaşmamış ise, yemesi helâl olur.”
Ebüssü’ûd Efendi, fetvâsında diyor ki: “İmâm, âmel-i kesîr oluncaya kadar tegannî ederse, yâhut üç harf ziyâde ederse, namazı fâsid olur. Tegannî, ırlamaktır, sesini hançeresinde terdîd edip, ya’nî tekrarlayıp türlü sesler çıkarmaktır.”
Ebüssü’ûd Efendi, fetvâsında buyuruyor ki: “Bir köyde veya mahallede mescid olmayıp, cemâatle namaz kılmasalar, hükümet bunlara zorla mescid yaptırmalıdır. Cemâati ihmâl edenleri ta’zir etmelidir. Dokuzyüzkırk (m. 1533) senesinde bu husûsta her vilâyete emr gönderilmiştir. Murâd Molla Kütüphânesi’ndeki, Ebüssü’ûd Efendi fetvâsında; “Suâl: Namazda otururken, şehâdet parmağı kaldırmak mı, kaldırmamak mı daha iyidir? Cevap: Her ikisi de iyi demişlerdir. Fakat parmağı kaldırmamak daha iyi olduğu meydandadır.”
Ebüssü’ûd Efendi’nin “Kazâ ve Kader” risâlesinin tercümesi şöyledir:
“Din bilgisi kuvvetli olan bir kimse, nefsine uyup, gece-gündüz günah işlese, tanıdıkları, kendisine emr-i ma’rûf ve nasihat ettiklerinde, bunlara karşı; “Benim içki içeceğimi, Allahü teâlâ ezelde takdîr edip, Levh-i mahfûzda yazmıştır. Onun için, ister istemez, bu günahları bana yaptırmaktadır” dese, ya’nî insan kazâ ve kadere mağlûb bir hâldedir. Kaderi yerine getirmeğe mecbûr ve günah işlemekte ma’zûrdur dese, bu sözünü akl ve nakl ile isbâta kalkışarak dese ki: Allahü teâlâ, hiçbirşeyi yaratmadan önce, yapacağı şeyleri biliyordu. Bunlar, elbette meydana gelecektir. Yaratmıyacağı şeyleri de biliyordu. Bunlar da, elbette meydâna gelmiyecektir. İnsanlar, bunları hiç değiştiremez. Allahü teâlânın ezelî kelâmı olan Kur’ân-ı kerîmde haber verdiği şeyler de, ister istemez meydana gelecektir. Âlimlerimizin büyüklerinden, Fahreddîn-i Râzî de böyle söylüyor. Yasin sûresindeki; “Onların îmân etmiyeceklerini ezelde söyledik.” ve Müddessir sûresindeki; “Onu yalnız yarattım, sonra çok mal, her işine hazır yardımcı çocuklar ve yüksek rütbe ve mevki verdim. Fakat o, bunları az görüp daha istedi ise de, arttırmadım. Çünkü, benim Kur’ânıma ve Peygamberime inanmadı, inâd etti. Sonra, onu Cehennem’de (Sa’ûd) adındaki ateşten tepelere koyacağım.”, “Ebû Leheb’in elleri kurusun! Sonra kurudu.” âyet-i kerîmelerinde Allahü teâlâ, bir kimsenin îmân etmiyeceğini haber veriyor. Bunlar îmân ederse, kelâm-ı ilâhînin yanlış olmasına sebep olur, bu ise, olamaz. O hâlde bunlar îmân edemez. Bunun gibi, kâfirlerin îmân etmiyeceklerini biliyordu. Bunlar îmân ederse, ilm-i ilâhînin yanlış olması îcâb eder. Kâfirler îmâna gelemez. Demek ki, insanlarda ihtiyâr, irâde-i cüz’iyye kalmıyor.
Günah işliyen o âlim, Fahreddîn-i Râzî’nin bu sözlerini bitirdikten sonra dese ki: insan, bir işi yapmayı, yapmamaktan iyi görür ve yapar. Bu görüşü, tercihi, insandan değildir. O hâlde insan, işi yapmağa mecbûrdur. Nitekim, Fahreddîn-i Râzî, Bekâra sûresinin baş tarafındaki, “Allahü teâlâ onların kalblerini mühürlemiştir.” âyet-i kerîmesinden de, cebr lâzım gelir. Çünkü, Allahü teâlâ, kalbde küfr arzusunu yaratınca, insan kâfir olmağa mecbûr olur, dedi. Demek ki, insanın her hareketi, yaprakların sallanması, ayın, güneşin hareketi gibidir. Nitekim, onlar da, canlı imiş gibi hareket ediyor. İnsan da, ihtiyârı ile hareket ediyormuş gibi görünüp, mecbûrî hareket etmektedir. Nitekim Mûsâ aleyhisselâm, Âdem aleyhisselâma dedi ki: “Allahü teâlâ seni, kendi kudreti ile yarattı. Rûhundan sana verdi. Melekleri sana karşı secde ettirdi. Seni Cennet’e koydu. Sonra, insanlar senin yüzünden Cennet’ten çıktı.” Âdem aleyhisselâm cevap verip; “Allahü teâlâ, seni Peygamber yaptı. Sana levhalar hâlinde Tevrat gönderip, herşeyi bildirdi. Tevrat bu levhalara ne zaman yazıldı?” deyince; “Seni yaratmadan önce” dedi. Bunun üzerine, Âdem aleyhisselâm sorup; “Benim Cennet’te hatâ edip çıkarılacağım Tevrât’da yazılı mı?” deyince, “Evet” dedi. Âdem aleyhisselâm da; “O hâlde ben, Allahü teâlânın, kitabında yazdığını yaptım” diyerek, hak kazandığını bildiren hadîs-i şerîf de, sözümün doğru olduğunu gösteriyor, dese, bu kimseyi günah işlemesine bırakmak câiz olur mu? Yoksa bunu, i’tikâdından vaz geçirip, tövbe etmesi emr olunur mu?
Cevap: Bunu o hâlde bırakmamalıdır. Sözlerinden anlaşıldığı gibi, “İnsan günah işlemeğe mecbûr ve kötülüklerinde ma’zûrdur. İbâdetlere sevâb, günahlara azâb olmaz” diye inanıyorsa zındıktır. Hemen öldürülmesi lâzımdır. Eğer ibâdetlere sevâb, günahlara azâb vardır amma, insan bunları yapmağa mecbûrdur. Herkes kazâ kader elinde esirdir diye, günahlarına üzülüyorsa, bu bozuk i’tikâdını düzeltmesi emr olunur. Sözlerinin yanlış olduğu bildirilir ve doğrusu anlatılır. Cevap şöyle verilir: Yapılacak günahları, Allahü teâlâ, ezelde biliyordu. Fakat, insanın iyiliği, kötülüğü, Cennetlik, Cehennemlik olacağı, son nefeste belli olur. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Bir kimse, bütün ömrünce, Cehennem ateşine götürecek günahlar yapar. Bu kimse, ömrünün son günlerinde, Cennet’e götürecek iyilikler yaparak Cennet’e gider.” Bu günah işliyen âlim, bu hâl üzere yaşayıp ömrü bu hâlde tamamlanacağını Allahü teâlânın bildiğini nereden anladı ki kendini, son nefese kadar günah işlemeğe mecbûr sanıp, iyi olmaktan ümidsiz bulunuyor. Birçok inâdcı, azgın kâfirlerin, son günlerinde îmâna geldiği çok görülmüştür. Kendinin de, böyle düzeleceğine niçin ihtimâl vermiyor. Niçin iyiliğe dönmüyor? Ölünceye kadar günah işliyeceği, kendisine bildirildi mi? Belli bir kâfirin bile, ebedî kâfir kalacağını, Allahü teâlânın bildiğini kimse söyleyemez. Kur’ân-ı kerîmde haber verilen kâfirlerin, küfre mecbûr olmaları ve bunların îmâna çağrılmaları, ellerinden gelmiyen bir işi istemek demek olacağı da, yanlış sözdür. Çünkü ilim, ma’lûma tâbidir. Allahü teâlâ, olacak şeyleri, olacağı için biliyor. Kur’ân-ı kerîmde haber verilen şeyler de, olacakları için bildiriliyor. Bir ressamın, at resmi yapması, at o şekilde olduğu içindir. Yoksa, atın o şekilde olması, ressam, öyle yaptığı için değildir. Allahü teâlânın bazı kimselerin îmâna gelmiyeceklerini bilmesi ve Kur’ân-ı kerîmde haber vermesi, onlar, kendi arzuları ile küfür üzere kalmağı niyet edip, îmân etmek istemedikleri içindir. Yoksa, bunların kâfir olması, Allahü teâlânın bunları kâfir bildiği ve haber verdiği için değildir. Eğer Allahü teâlâ bildiği için kâfir olmağa mecbûr kalınsaydı, Allahü teâlânın kendi yaratmasında da irâde, ihtiyâr sâhibi olmayıp, mecbûr olması lâzım gelirdi. Çünkü, kendi yaratacaklarını da ezelde biliyordu. O hâlde bunlar, kendi irâde ve ihtiyârları ile kâfir oluyor. Allahü teâlâ, ezelde bildiği için, haber verdiği için kâfir olmağa mecbûr değildirler. Îmâna çağırılmaları da, olmıyacak şeyi istemek değildir. Kur’ân-ı kerîme topluca îmân etmek yetişir. Her yerine ayrı ayrı îmân etmek istenmiyor ki, Kur’ân-ı kerîmde yazılı kâfirlerin, kendi îmânsızlıklarına da îmân etmeleri lâzım gelsin.
İrâde ile yapılan işleri yapmak arzusunu, Allahü teâlânın yaratması da cebr olmaz. O arzuyu Allahü teâlâ yaratır ise de, insan kesb etmektedir. Allahü teâlânın irâdesi, birşeyi yalnız yaratmağa veya yalnız yaratmamağa mahsûs olmayıp, her ikisine de şâmil olduğu gibi, insanın irâdesi de böyledir. İşi yapmayı da yapmamayı da irâde edebiliriz. Ya’nî yapmayı istediğimiz ânda, yapmamağı da istiyebiliriz. Bir işi yaparken, hiç kimse, bu işi yapmamak elimde değildi, demez. Âdem ve Mûsâ aleyhimüsselâm konuşması cebr göstermez. Mûsâ aleyhisselâm, bu kadar ihsân sâhibinin emrine karşı, irâdeni kullanırken, neden dikkat etmedin demiş, Âdem aleyhisselâm da, işin yapılmasını irâde ve ihtiyâr edeceğimi, Allahü teâlânın ezelde bildiğini Tevrat’da okuduğun hâlde ve bu işden meydana gelecek nice fâideleri bildiğin hâlde, beni ayıplamak sana yakışmaz demiştir. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.”
Kaynaklar
1) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-11, sh. 301
2) Şezerât-üz-zeheb; cild-8, sh. 398
3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye; sh. 1095
4) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî); sh. 183
5) Peçevî Târihi; cild-1, sh. 52
6) Beyân-ül-hak; sh. 932
7) Brockelmann; Sup-2, sh. 651
8) Mir’ât-üt-hakikât; cild-2, sh. 131
9) Fevâid-ül-behiyye; sh. 81
10) Devhât-ül-meşâyıh; sh. 23
11) Mir’ât-ı kâinât; cild-2, sh. 131
12) Ikd-ül-manzûm (Vefeyât kenarında); cild-2, sh. 282
13) Kâmûs-ül-â’lâm; cild-1, sh. 722
14) Menâkıb-ı Ebüssüûd (Menâkıb mecmûası) Süleymâniye Kütüphânesi, Es’ad Efendi Kısmı, No: 3622
15) Keşf-üz-zünûn; cild-1 sh. 65, 247, 898, cild-2 sh. 1219, 1481, 2036