Son zamanlarda yine müfredat tartışmaları yaşanıyor. Bazı çevreler yapılan değişiklikleri okumadan dahi karşı çıkıyor. Zira onlar için yapılan değil yapan önemli. Yollara, köprülere, hastanelere, havaalanlarına, İHA’lara, SİHA’lara karşı çıkanların kitaplarda yer alan değişikliklere karşı çıkmaması imkânsızdır.
Oysa yapılan değişikliklere baktığımda atılan adımlar devede kulak mesabesindedir. Teknik gelişmeleri bir yana bırakırsak tarih şuuru adına zerre kadar atılan bir adım yoktur. Hâlbuki gençliğimiz deizmin, ateizmin pençesinde kıvranmakta din, iman, vatan konularında şuursuzluk girdabına doğru sürüklenmektedir.
Siz gençleri bu feci girdaptan ancak tarih, edebiyat ve hakkıyla bir dinî eğitimle çıkarabilirsiniz. Aslında ben bu noktada Millî Eğitim’in dev bir hamle gerçekleştirmesini beklerdim.
Tarihimize hâlâ Avrupai bakış hâkimdir. İlk insan Âdem aleyhisselam ile başlamayan tarih bizi “evrim teorisi” bir garabete düşürmüştür. Altın çağlarımız, Orta Çağ’ın karanlık devirleri içerisine sokulmuştur. Kendimize göre bir tarih çağları dahi geliştirmekten aciz bir şekilde dayatılan tarihe boyun eğerek öğretime devam etmekteyiz.
Hâlbuki İslamiyet’le tanışmamız ve bu dini gönülden kabul etmemiz bize asırlarca sürecek büyük imparatorluklar kurmamızın ve medeniyet hamleleri gerçekleştirmemizin yolunu açmıştır. Bizim için yepyeni bir çağdır. Oysa gençlerimiz bunun farkında ve hatta idrakinde dahi değillerdir. Batılı araştırmacıların tezleri bu konuda da mutlak gerçekmiş gibi sunulmaktadır.
Bakınız İslamiyet’in dünyada emsali görülmeyecek bir tarzda çok kısa süre içerisinde de geniş bir coğrafyada yayılarak birbirinden çok farklı inanç ve kültürlere mensup insanlarca benimsenmesini açıklamak üzere Batılı araştırmacılar tarafından çeşitli izahlar yapılmıştır. Bunlar ne hazindir ki bizim tarihçilerce de mutlak hakikatmiş gibi savunulmaktadır. Bu üç mesele şunlardır:
Fethedilen bölgelerde kılıç zoruyla İslâm’ı kabullenmeye zorlama.
İslâm hâkimiyetine giren gayrimüslimlerin cizye gibi ekonomik yaptırımlardan kurtulmak istemeleri.
İdarî mekanizmada kendilerine yer bulma arzuları…
Oysa İslâm’ın kılıç zoruyla veya bir menfaat karşılığı yayıldığına dair bu neviden görüş ve düşünceler bugün artık geçerliliğini kaybetmiştir. Zira tarihte zorla ihtida örneklerine rastlanmakla birlikte bunun İslâm’ın yayılış sürecinde kayda değer bir faktör olmadığı anlaşılmıştır. Bir defa İslam’ın bizatihi kendisi Müslüman olmak için zorlamayı uygun görmemektedir. Diğer taraftan bu görüş daha çok misyonerlerin İslam’ı kabullenmiş olanları “aslî inançlarına döndürebilmek” sevdasıyla uydurdukları bir propaganda vasıtasından başka bir şey değildi.
İslam’ı anlamak
Diğer taraftan sosyoekonomik olarak yapılan bazı değerlendirmelerde ise Hazreti Peygamber’in ve ilk halifelerin örnek kişilikleriyle birliği sağlanan bedevî Arap kabileleri, yaşadıkları yoğun bir kuraklık döneminde zorunlu olarak verimli bölgeler arayışına yönelmişlerdir.
Bir diğer açıklama ise Bizans ve Sâsânî devletlerinin karşılıklı savaşlardan yıpranarak bu yeni güce boyun eğdikleri şeklindedir.
Aslında bütün bu değerlendirmeler meseleyi izahtan uzak oldukları kadar deliller değerlendirildiğinde insanları inandırmaktan da uzak bulunmaktadır. Nitekim ne o dönemde Hicaz’da böyle bir kuraklığın yaşandığı delillendirilmiş, ne de bu yaklaşımla fetihlerin Bizans ve Sâsânî topraklarından daha öteye gidişi açıklanabilmiştir.
Aslında İslamiyet’in farklı din, dil, ırk, kültür ve sosyal gruba mensup insanlar arasında böylesine geniş çaplı bir dönüşümü sağlamasını anlayabilmek için en önemli husus; onu tanımakta yatmaktadır. Zira bu dinin evrensel mesajlarını alanlar ve onun insanlık için çizdiği huzur ve mutluluk tablosunu görenler hayranlıktan öte bir şey hissetmiyorlardı. Belki İslam dairesine girmesi için insanlar için tek bir şey yapmaları gerekiyordu. İslam’ı ideolojik olarak reddetmeden incelemek…
İkincisi ise; Müslümanlarda görülen yüksek ahlak ve meziyetlerdi…
Evet, ilk Müslüman fetihlerinin kısa sürede başarıya ulaşması, bunu gerçekleştiren siyasi ve askerî gücün kendi maddî ve manevi dinamikleri kadar fethedilen topraklardaki dinî, siyasi ve içtimaî şartlarla da yakından ilgili bulunuyordu. Gerek Irak, Suriye ve Mısır gerekse Kuzey Afrika ve İspanya’da yerli halk fetihler sırasında geniş ölçüde tarafsız kalmış ve fatihler ciddi bir engelle karşılaşmamıştır. Bu bölgelerde devletin ve hâkim dinî mezhebi temsil eden kilisenin iktisadî ve dinî baskısı altındaki halk Müslümanları kendi bağımsızlıklarına engel görmemiştir. Anadolu’da da Ortodokslar dışındaki Hristiyan ahali Türklerin gelişini Bizans’ın cezalandırılması olarak kabul etmiş ve kendilerine karşı bir düşmanlık beslememiştir.
İslâm’ın doğduğu coğrafyada dikkati çeken tablo kabile kültürü içinde bulunan, putperest bir inanç sistemine sahip, çoğu göçebe toplulukların kazanılması sürecidir. Bunu, yakın coğrafyalarda aslında “tek tanrı” inancı taşıyan, kısmen şehirleşmiş toplulukların “İslamlaşması” takip etmiştir.
Neticede X. yüzyılda çeşitli ülkelerden Oğuzların hâkimiyetindeki şehirlere gelen Müslüman tacirlerin, derviş ve şeyhlerin gayretleri sonucu İslamiyet, Türkler arasında büyük bir hızla yayıldı.
Şimdi bir taraftan zaman zaman inkıtaa uğrasa da neredeyse iki asra yakın silahlı mücadelenin devam ettiği bir devrede diğer taraftan İslam’ın kalplere ve gönüllere nüfuz etmesinin çeşitli etkenlerini takip etmek ve bilmek gerekir.
Türk ülkelerinde sahabeler
Eshab-ı kiram arasında Türkler var mıydı? Bu suale belki net bir cevap verebilmek mümkün değil ise de Türkler arasında pek çok eshab-ı kiramın yerleştiği onları irşat ettiği fetihlerde şehit düştüğü bilinmektedir.
Bu itibarla Peygamber efendimizin mübarek sohbetlerinde yetişmiş onlarca sahabe Türk ülkelerinde İslam’ın ilk nüvesini oluşturmuşlardır. Onların yakmış olduğu ilk meşale kısa sürede Türk ülkelerinin her tarafını saracaktır.
Öyle ki Peygamber efendimizin vefatından sonra Türklerle meskûn büyük Horasan bölgesi İslam ordularının fetih alanına gireceği gibi pek çok sahabe de bu bölgeye hem fetih hem irşat maksadıyla gelecektir.
Bu sahabelerden en bilinenleri şu şekildedir:
Horasan Bölgesinde, İbn Zübeyr’in Horasan’a vali tayin ettiği Abdullah b. Hazim bu bölgede oldukça sevilmişti. Ancak daha sonra Abdülmelik b. Mervan’ın Horasan valisi olarak tayin ettiği Bükeyr b. Vişah ile aralarında çıkan savaşta şehit olacaktı.
Basra’ya yerleşen Muaviye b. Hayde hazretleri daha sonra Horasan’a gidecek ve orada İslam’ı tanıtacaktı. Kabri oradadır. Horasan’da vefat eden sahabelerden biri de Mekkeli Abdurrahman b. Ya’mer’dir.
Kays b. Ebi Vedia ile Kays b. Yezid Belh’i vatan edinen sahabelerdendir.
Ebu Me’dan Sufra ile Hazreti Eşref Herat’ta bulunuyordu. Hashas b. Fudayl ile İmran b. Fasıl hazretleri ise bir müddet bu şehirde kalmışlardı.
Ebu Rıfa’a el-Adevî hazretleri Sicistan fetihlerine katılmış ve sonra Kabil’in fethi sırasında şehit olmuştu.
Serahs’ta Horasan fatihlerinden Haris b. Hassan hazretleri vardı.
Sahabelerin bulunuşu bakımında en şanslı Türk şehirlerinden biri de Merv’di.
Varaka b. Habis et-Temimi, Peygamber efendimizin kölelerinden Muhammed, Mahtefer b. Evs ve Umeyye b. Esad b. Abdullah, Nadle b. Ubeyd el-Eslemi, Büreyde b. Husayb, Hakem b. Amr b. Mucedde ve Kurt b. Ebi Remse et-Temimi Merv’e giderek halkına İslamiyeti en güzel bir şekilde anlatan sahabelerdendir. Çoğunun kabri orada bulunmaktadır.
Kusem b. Abbas b. Abdulmuttalib, Semerkant’a gitti. Orada şehit oldu.
Muhacir b. Ziyad el-Harisi, Bera b. Malik b. Nadr el-Ensari, Avn b. Cafer b. Ebi Talib ve Muhammed b. Cafer b. Ebi Talib hazretleri ise Tüster fethine katılmışlar ve orada şehit düşmüşlerdi.
Affan b. Habib, Amir b. Süleym ve Hümam b. Zeyd hazretleri Nişabur’da olan sahabelerdir.
Esved b. Hazım b. Safvan hazretlerinin ise Buhara yakınlarında bir köye yerleştiği ve orada kaldığı rivayet edilmektedir.
İşte Türk ülkelerinde fetihlerden öte İslam’ı ilk anlatan ve İslam kıvılcımını Türklerin göğüslerine ilka eden sahabeler bunlardı.
Muhakkak ki onlar Türk ülkelerinde İslam’ın yayılmasında öncü olmuşlardı. Fetihler, tacirler ve tasavvuf erbabı yoluyla bu faaliyet giderek artacaktı. Bu konuda bilgiler vermeye devam edeceğiz…
TEFEKKÜR
Hussâd-ı asrın etme nazar güft ü gûsuna
Şîr iltifât eder mi külâbın gulgulesine
Nahîfî
(Kıskançların dedikodularına aldırma,
Aslan hiç aldırır mı köpeklerin havlamasına.)
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
14.06.2024
Türkiye Gazetesi