Osmanlı padişahlarının altıncısı olan Sultan II. Murad Han, 1404 senesinde Amasya’da doğdu. Babası Sultan Çelebi Mehmed, annesi ise Dulkadırlı Süli Bey‘in kızı Emine Hatun‘dur. Ailesinin yanında ilk terbiye ve eğitimini tamamladıktan sonra devrin alimlerinden dersler aldı. Çocukluğu Amasya, Bursa ve Edirne’de geçti. 1415 yılında idarî ve askeri bilgileri öğrenip tecrübe kazanması ve devlet yönetimine hazırlanması gayesiyle lalası Yörgüç Paşa’nın yanında Amasya sancakbeyliğine gönderildi.
Osmanlıların doğu sınırı idarî bakımdan son derece hassas bir bölgeydi. Burada Türkmen ve Moğol toplulukları yaşamakta olup bağımsız hareket etme arzuları yüksekti. Onları disiplin altına almak güçtü.
Bir yıl kadar bu işlerle uğraşan genç şehzade, 1417’de lalası Biçeroğlu Hamza Beyle beraber Cenevizlilerden Kafir Samsun’u aldı. Aynı yıl Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanlarının patlak vermesi üzerine Ege bölgesine gönderildi. Vezir-i azam Bayezid Paşa ile beraber, tehlikeli bir vaziyet almış olan isyanların bastırılmasında büyük rol oynadı.
1421 yılında tahta çıkmış ve otuz yıl saltanat sürmüştür. Türbesi Bursa’da Muradiye mahallesinde yaptırmış olduğu camii yanındadır.
Kırk yedi yaşında iken vefat eden Sultan II. Murad Han, orta boylu, yassı burunlu, açık alınlı, kırmızıya mail ak benizli, koyu ela gözlü, kumral saçlı, hafif seyrek dişli, güler yüzlü, güzel ahlak sahibi, cömert ve iyilik sever hoş tabiatlı bir padişah idi. Altı oğlu ve dört kızı olmuştur. Oğulları; Sultan büyük Ahmed, Sultan Alaaddin, Sultan Mehmed Han, Sultan Orhan, Sultan Hasan ve Sultan Küçük Ahmed’dir. Büyük oğulları Sultan Ahmed ve Sultan Alaaddin bir biri ardınca Amasya sancak beylikleri sırasında vefat ederek Bursa’da defnedildiler. Sultan Orhan ile Sultan Hasan ise Edirne’de vefat eylemişler ve Tunca nehri kenarında Darülhadis yanında toprağa verilmişlerdir. Kızlarından Erhondu Hatun Yakub Beyle, Fatma Hatun Çandarlı İbrahim Paşanın oğlu Mahmud Çelebi ile, Şehzade Hatun ise beylerbeyi Sinan beyle evlenmişti. Babasının türbesine bitişik bir türbede yatan Hatice Hatun hakkında malumat yoktur.
Sultan Murad büyük bir sarsıntıdan yeni çıkmış olan bir devletin hükümdarı olduğu zaman çok gençti. Anadolu’da Timur Han’ın ihya ettiği Türk beyliklerinin; Rumeli’de devletin zaafından istifade etmek için fırsat gözleyen Balkan ve Avrupa devletlerinin korkunç ihtiraslarıyla karşı karşıya idi. Bizans, devletin başına her gün yeni bir gaile, bir iç buhran açmak için sinsi sinsi çalışıyordu. Böyle buhranlı bir devirde devlet idaresini eline alan sultan Murad Han, bütün hayatı boyunca Anadolu’da Türk birliğinin kökleşmesi, Rumeli’de tabii hudutlar içinde yaşamayı tercih etmesine rağmen, memleket menfaati icap ettiği vakit asla vazifeden kaçmayan, rahatını değil, hayatını bu uğurda fedadan çekinmeyecek kadar cesur, metin iradeli ve azimkar idi.
Hayatı boyunca o devirdeki en büyük Türk hakanı olan Timur Han oğlu Şahruh’a karşı çıkmayıp, çatışmamak için çok ince bir siyaset güttü. Böylece iki Sünni devletin karşı karşıya gelmesini önledi. İç ve dış gailelerle geçen hükümdarlık hayatı sonunda sade siyasî ve askeri bakımdan değil medeniyet bakımından da yeni çağı açacak olan oğlu sultan Mehmed’e mamur ve her türlü ilmî gelişmeye âmâde bir ülke bıraktı.
Halkının kendisine karşı duyduğu sevgi ve tazimden dolayı Koca Murad Bey, Koca Murad Gazi isimleriyle andığı Murad Han, ince ruhlu, hassas, lütufkar, adil, merhametli olup sözüne sadık, cesur ve tedbir sahibi, kumanda kabiliyeti yüksek bir devlet adamıydı. On iki yaşında şehzade iken başlayan muharebe hayatı, vefatına kadar devam etti. İlmî sohbetleri sever, alimleri himaye eder ve onların ihtiyaçlarını karşılardı. Haftanın iki gününü ilim meclisinde sohbetle geçirirdi. Kendisinin de ilmi ve ibadeti çok; zühd, vera ve takvası pek fazlaydı. Tek kaygı ve düşüncesi; son nefesini iman ile vermek, mahşer günü Allahü tealanın huzuruna alnı açık, günahtan pak olarak çıkabilmekti.
Hemen bütün ömrünü gaza meydanlarında geçirdiği halde, imar işlerine ehemmiyet verip çok eser bıraktığı için Ebu’l Hayrat diye anılırdı. Saltanatı döneminde Bursa, Edirne ve başka şehirlerde yoksullar için imaretler ve ulema için medreseler yaptırdı.
Edirne’de Peygamber efendimizin hadislerini öğretmek ve dini bilgilerde öğrenci yetiştirmek üzere cami, medrese ve şadırvandan ibaret bir külliye inşa ettirdi. Halk arasında bu külliyenin yaptırılmasının sebebi olarak Peygamberimizin, rüyasında II. Murad’a burada bir darülhadis yaptırmasını işaret ettiği rivayet edilir. Bu itibarla külliye yapımından günümüze kadar Darülhadis adıyla meşhur olmuştur. Murad Han geliri Darülhadis külliyesine ait olmak üzere Tahtakale hamamını yaptırmıştı. Günümüzde Darülhadis külliyesinden cami ve şadırvanı ile bahçesindeki bir iki türbe kalmıştır.
II. Murad Han’ın Edirne’de yaptırdığı eserlerin en önemlisi Üç Şerefeli Camii’dir. Camiye adını veren üç şerefeli minarenin yüksekliği 67,62 metredir. Kırmızı taştan zikzaklar ve ak karelerle minareler canlılık kazanmıştır. Her şerefesine ayrı yollardan çıkılmaktadır. Üç Şerefeli cami Osmanlı sanatında erken ile klasik dönem üslubu arasında yer alır. Yirmi dört metre çapındaki büyük merkezi kubbe ikisi paye dördü duvar payesi olmak üzere altı dayanağa oturur. Yanlarında daha küçük ikişer kubbe ile örtülü kare bölümler vardır. Mabet, bir yenilik olarak enine dikdörtgen bir yapıdır. Böylece enine gelişen camilere de örneklik teşkil edecektir
Ünlü mimar Ekrem Hakkı Ayverdi Bey Üç Şerefeli Camii için şunları söylemektedir. “Osmanlı mimarisinin dönüm noktası olan abide budur. Bu abide Osmanlı mimarisinin araya araya kendini bulmasına bir örnektir ve başarılan bu hamlenin üç şerefeli fatihasıdır. Osmanlı mimarisi bu dönemden sonra Süleymaniyelere, Selimiyelere, Sultanahmedlere ulaşacaktır” demektedir.
II. Murad’ın Muradiye mahallesinde Sarayiçine hakim bir tepede yaptırdığı, yan mekanlı (zaviyeli) camilerin en güzellerinden biri olan ve kendi adı ile anılan cami ve külliyesi hakkında ise Hoca Sadeddin efendi şunları söylemektedir.
“Güzelliği, zarafeti ile anılan bu cami Hünkarın güzel adı ile anılır. Yanı başında fakir ve miskinler için oturulacak yerler ayrılmış, misafirhaneler, gelen giden yolcular için gönül alıcı konaklar yaptırılmıştır. Sabah akşam pek zengin sofralar kurulur, ziyafetler verilir. Binek ve yük hayvanları için de geniş bir ahır inşa edilmiştir. Hayvanların yem ihtiyaçları burada kendiliğinden karşılanmakla yol yorgunluğu ile perişan olmuş yolcuların, yiyecek içecek hazırlamak sıkıntısı kalmamıştır. Ayrıca çocukların eğitimi, gençlerin yetişmeleri için bir de muallimhane bina ettirmiştir. Hazreti Mevlana dergahında yetişmiş dervişler için ise bir mevlevihane yaptırmakla orası Cennet bahçelerini andıran bir yer olmuştur. Gönül sahiplerine yüreklerde yanan çerağlarla muhabbetullahdan nurlar saçmaktadır. Bir Cuma günü geçmez ki Mesnevi okuması bitince güzel sesli hafızlar Kuran-ı azimüşşandan tilavet etmeden kalksınlar.”
Hoca Sadeddin Efendi Murad Han’ın Bursa’da bulunduğu semte adını veren türbesinin de yer aldığı cami, medrese ve imareti hakkında ise şöyle demektedir.
“Bursa şehrinde inşa ettirdiği Büyük Cami (Muradiye) de çok güzel olmuştur. Caminin giriş yerinde çeşitli yemeklerin pişirilmesi için geniş bir imaret yaptırıp, sabah ve akşam gün kararırken herkese yemek vermek ve açları doyurmakla görevli kıldı. Böylece dul ve yetimler karınları doymuş, dua ede ede hanelerine giderler. Durakları Cennet olan ecdadının tuttuğu yol gereğince ilim öğrenen gençler için de ayrı bir yer yaptırmıştır. Her gün üç yüzden fazla öğrenci burada eğitim görürler.”
II. Murad Han bunlardan başka Edirne’de Ergene civarında bir köprü yaptırıp, Uzunköprü kasabasını kurdu. Selanik ve İpsala’da da camiler inşa ettirdi. Ankara bölgesinde Balıkhisarı adlı büyük bir subaşılığın köylerini; Mekke yoksullarına vakfetmişti. Bulunduğu şehirde her yıl on bin altını kendi eliyle seyyidlere paylaştırırdı. Tebaasının hakkına ziyadesiyle riayet eder, kul hakkından pek sakınırdı. Babası Çelebi Sultan Mehmed Han’dan kalma, Mekke-i mükerreme ve Medine-i münevvere fakirlerine Resul-i Ekrem efendimizin komşularına hediye gönderme adetini devam ettirdi.
Bu vesile ile geçen şu olay onun pak ve temiz imanını ve ihlasını ortaya koymaktadır.
Aşıkpaşazade tarihinde nakledildiğine göre Acem ülkesinden Fazlullah adında bir bilgin Osmanlı ülkesine gelmiş ve Sultan II. Murad Han’a yakınlaşmıştı. Sonunda vezirlik makamına kadar yükselmişti (1436).
Mutat olarak her yıl Beytullah’a gönderilmekte olan akçelerin o sene de hazırlanıp yollanması vakti gelmişti. Padişah veziri Fazlullah’a dedi ki:
“Fazlullah! Hazırlanan akçeleri Halilü’r-Rahmana, Kudüs-i Şerife, Kabetullaha ve Medine-i Resule gönder. Hem Mevlana Yegan hacca niyet etmiş, onunla yollayasın.”
Fakat hazinede kafi akçe bulunamadı. Çandarlı Halil Paşa’dan ödünç aldılar. Padişah:
“Halil! Bu verdiğin helal para mıdır?” Diye sordu. O da:
“Babamdan kalan miras paradır sultanım” dedi.
Vezir Fazlullah gördü ki, padişahın zaman zaman akçaya ihtiyacı olur. Dedi ki:
“Devletli sultanım. Padişahlara hazine gereklidir. Destur buyurursan toplayayım.”
Padişah: “Nasıl toplarsın?” diye sordu.
“Milletin çoğu zekatlarını tam olarak hazineye vermez. Zorla alalım.”
II. Murad gazaplandı:
“Bre vezir! Bilmez misin ki zekat ve sadaka yoksulların hakkıdır. Biz zekat yemeye müstahak mıyız ki, zorla alalım? Var git işine… deyip” yanından uzaklaştırdı.
Sultan İkinci Murad Han, ilme ve alimlere çok hürmet edip evliyaya izzet ve ikramda kusur etmediği için, memleketi alim ve evliya yurdu oldu. Herkesin duasını aldı.
Büyük alim Molla Yegan bile ona hac dönüşünde hediye olarak, Fatih’in hocası alim Molla Gürani’yi getirmişti. Bu husus hiçbir milletin kültür tarihinde rastlanılmayan eşsiz bir hadise olup, II. Murad Han’ın ilme verdiği değeri de gösterir. Osmanlı Devleti’nde, devrinde en çok eser yazılan padişah olması bakımından dikkat çeker. Gerçekten onun devrinde manzum, mensur pek çok eser yazılmış ve Osmanlı sarayı, eserler hazinesi durumuna gelmiştir.
II. Murad’ın millî kültür alanındaki en büyük hizmeti, Türk diline verdiği önemdir. Yazılan eserlerde açık bir dil kullanılmasını emrederek Türkçe yazmak hususunda titizlik gösterdi. Devrinde pek çok Türkçe eser yazıldı. Özellikle Yazıcıoğlu Ali’nin Türk-Oğuz geleneklerini anlatan Tevarih-i Al-i Selçuk’u, Molla Arif Çelebi’nin Anadolu fethini ve Türkleşmesini konu edinen Danişmendname’si, Şeyhi’nin Hüsrev-ü Şirin’i, Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhammediyye’si ile Mercimek Ahmed’in Farsça’dan çevirdiği Kâbusname’si dil tarihimiz açısından fevkalade önemli eserl erdir.
Padişahın dil konusunda ne kadar hassas olduğunu, Kâbusname’nin mütercimi Mercimek Ahmed ile arasında geçen şu olay çok güzel anlatmaktadır.
Bir gün Filibe yolunda padişahın hizmetine vardım. Baktım ki cihanın sultanı, zamanın galibi, sultan soyundan Sultan Murad Han, elinde bir kitap tutar. Bu hakir, hasta gönüllü, o âlicenap padişaha:
Bu ne kitabıdır diye sordum. O tatlı sözüyle: Kâbusnamedir diye cevap verdi ve dedi ki:
“Hoş kitaptır. İçinde çok yararlı şeyler ve öğütler vardır. Amma Fars dilincedir. Bir kişi Türkçe’ye çevirmiş fakat anlaşılır değil, açık söylememiş. Bundan dolayı hikayelerden tat bulmayız. Amma bir kimse olsa, bu kitabı açık ve anlaşılır bir biçimde çevirse, ta ki anlamından gönüller haz alsa.”
İşte bu söyleşiden sonra Mercimek Ahmed, kitabı Türk diline gayet güzel ve veciz bir tarzda çevirmiştir.
Yine tezkirelerin kaydettiğine göre, Osmanlı padişahları içinde şiirleri ilk defa kaydedilen padişahtır.
Gerçi-kim haddim değüldür büseni kılmak dilek
Arif olan çün bilür anı ne lazım söylemek.
gibi ustaca şiirler yazabilecek kadar kuvvetli bir şairdi.
Şu şiiri, onun duygu ve düşüncelerini yansıtması bakımından mühimdir.
Her kişi dünyada meşgul oldu bir kâr üstüne
Sana meşgul olmuşuz biz kâr-ber-kâr üstün
Lalezârun seyrin eyler bâğ-ı dehre aldanan
Bize seyr ettür cemalün çeşm-i hûnhâr üstüne
Aşık olan kimsede nâmus u âr etmez karar
Dökseler bir katre âbı mahvolur nâr üstüne
Taşra çıkma noktayı devr eyle ey sahib-kemal
Dest-i kudrettir havale çünki perkâr üslüne
Ey Muradi oldu her bir ilmîn üstüne Alim
Çün anınçündür mukarreb geçdi ebrâr üstüne
Açıklaması:
Ey sevgili, dünyada her insan bir işle uğraşarak ömür tüketmekte.
Biz ise bu kadar işi bir yana bırakıp yalnızca seni iş edindik.
Dünya bağının güzelliğine aldanan ancak lale bahçelerinde oyalanır. Bizim ise sana ağlamaktan gözlerimiz kan dolu lalelere benzedi. Güzel yüzünü bize göster de göz yaşlarımız dinsin.
Aşık olan kimsede namus ve ar ne gezer.
Ateş üstüne su damlaları dökülürse mahvolur gider.
Ey kemal sahibi! Emr olunduğun biçimde olmak için noktayı devreyle de sakın çizginin dışına çıkma. Çünkü seni o pergelin üstüne yönlendiren de Allah’ın takdiridir.
Ey Muradi her ilmin üstünde bir Alim (her şeyi bilen) elbette vardır.
Nitekim onun için mukarreb ebrarın üstüne geçti.
Devrinde şuara tezkirelerine temel teşkil eden bazı nazire mecmuaları da onun adına ithaf edilmiştir. Ayrıca adına ithaf edilen pek çok eser vardır ve hemen hepsinde, İrşadü’l-Murad ile’l Murad, Mesnevi-i Muradiye gibi bu Padişah’ın ismi geçer. Hasılı devrinde geniş tabanlı bir kültür faaliyeti vardır ve bu hareket daha sonraki asırlara temel teşkil etmiştir.
Ey biricik ciğer-pârem
II. Murad Han’ın en mühim bir hizmeti de geleceğin Fatih’ini yetiştirmiş ve Türk tarihine sunmuş olmasıdır. Pek az hükümdarın gösterebileceği olgunluk ve ferasetle, saltanatını terk ederek onu tahta dahi çıkarmış ve devlet idaresinde iyice pişmesini sağlamıştır. Onun çok küçük yaşta kendisine uzun yılların verdiği tecrübelerini aktarması ise bir kitaba konu olmuştur.Şöy le ki:
Sultan Murad Han bir gün saltanat merkezi Edirne’de tahtında oturuyordu. Çocuk yaştaki genç şehzadesi (henüz sancağa çıkmamıştı) sarayın avlusunda gezip oynarken ansızın babasının yanına koşarak geldi ve:
“Ey benim mutlu sultanım ve saygıdeğer babam! Mübarek ve muhterem huzurunuzu kaçırmayacağımı, kalplerinizi rahatsız etmeyeceğimi bilseydim, son derece merak ettiğim halde içinden çıkamadığım bir konu üzerine size bir soru sormak istiyordum.”
Sultan Murad Han oğlunun bu sözüne karşı:
“Ey benim biricik ciğerparem olan oğlum! Sorup öğrenmek istediğin nedir? Seni bir dinleyeyim. İnşallah doyurucu ve merakını giderici cevaplar vermeye çalışırım. Hem buna bütün gönlümle razı olurum.”
İşte bu minval üzere başlayan ve Sultan Murad Han’ın bir kitap dolduracak nasihatleri ile devam eden konuşmasından bazı bölümler şu şekildedir:
Ara sıra yüce ecdadımı hatırladığım olur. Benden sonra senin ve senden sonra gelecekler, yani neslimizin akıbeti nasıl olacak, soyumuz nasıl sürüp gidecek, diye düşünürüm. Bugüne kadar saygı, hürmet ve bağlılık görerek geldik, bugünden sonra da aynı şekilde devam etmemizi arzularım. Nasıl doğup, nasıl geldiysek yine öylece gidelim isterim.
Benim çoğu zamanlar, mütevazi ve iyiliksever kimselere yardımım dokunur. Bu yüzden halkımdan bir çoğunu içinde bulundukları şartlar gereği, değersiz yerlerden çıkarıp, yüksek mevkilere getirmişimdir. Hâlâ, akıl, hareket ve tavırlarına göre, birçoğuna, kendilerine uygun ve yakışan rütbeler dağıtmaktayım. Bunların arasında, meselâ Karamanoğulları ile Alâüddevle oğulları hesabına casusluk yapmış, sonradan işbirliğine girip onlarda kapılananlar bile vardır.
Bense konuya şöyle bakıyorum: Efendisine kalbinin bütün samimiyetiyle bağlı, aklı başında ve hareketleri düzgün olan bir kimseye efendisi de aynı davranışı gösterir. Böyle bir insanın yapmış olduğu hizmet ve fedâkarlıkların, karşılık olarak, aynı hizmet veya parayla ödenemeyeceklerine inanıyorum.
Hâlâ hatırımdan çıkmaz: Nice kullarıma rütbeler vermiş, onları yükseltmişim, karşılığında ben de onlardan memnun kalmışımdır. Fakat, yine benim yardımlarımla yükselenlerin bir kısmıysa, bu yükselmelerinin karşılığını çok pahalı ödemişlerdir. Geldikleri makam onların başlarına çok belâlar açmıştır. Çünkü, rütbeleri küçükken yapageldikleri yaramazlıklar pek göze çarpmazdı. Makamları yükselince ne yapıp, ne yapmadıkları iyice ortaya çıktı ve bu vesileyle gereklerine bakmada gecikme olmadı.
Ey oğul! Şunu iyice bellemelisin:
Herhangi bir şeyin, devamlı olarak kaba kuvvet, kılıç, kahramanlık ve ezici güç zoruyla meydana gelmesiyle, akıl, tedbir, sabır, ileri görüşlülük, imtihan ve yorucu tecrübeler sonucu, dilediğimiz şekilde meydana gelmesi arasında büyük farklılıklar vardır. Birinci yol, her zaman geçerli olmadığı gibi, sakıncaları da çoktur.
Uygun ve münasip zamanlar, fırsat düşürmede sağlanan kolaylıklar, elbette ki, hayatta acele etmek ve kol gücünü kullanmak için verilmiş değildir. Bunu ben defalarca tecrübe edip durmuşum ve hep aynı sonuca ulaşmışımdır. Bunun için, elde edilmek istenen her varlığın, gerekli olan bütün şartlarına katlanmak gerekir.
Bir adam bir bahçe dolusu yemişi yiyebilmek için bir bahçeye girse, henüz olmamış ham meyveleri koparıp ağzına atsa, yemek istediği şey meyve değil, belki de zehirdir. Fakat olgunlaşmasını bekleyip ondan sonra koparıp yese, yediklerine ancak o zaman yemiş denebilir.
Ben yüce Allah’ıma karşı yaptığım ibadetleri en samimi duygularımla, can u gönülden yaparım. Onun, dürüst inancımla, benim her çeşit faydalı ihtiyaçlarımı zamanında karşılayacağını kati olarak diliyor ve buna inanıyorum.
Bunu bir başka misalle daha da güzel açıklayabilirim:
Meselâ, sevgili ve hayırlı bir oğul, şefkatli bir babadan, verilmesi çok kolay bir şey istese, o babanın böyle bir oğula, böyle bir şeyi vermemesi bir yana, bunu vermekten, oğlunun arzusunu yerine getirmekten belki çok çok memnun olup sevinecektir.
İşte, biz insanların durumları ve arzularıyla, Allah tarafından vaad edilen şeylerin durumunu bununla kolayca karşılaştırabilirsin.
Ben, bu çile ve ıztırablar dünyasında çektiklerimin karşılıklarının, Allah tarafından, gelecek, başka bir dünyada verileceğine inanıyor ve O’na her an yalvarıyorum. Ayrıca, kendi halimden de son derece memnunum.
Öyle ki, yarın ecelim gelse, önünden bir adım bile kaçıp sakınmaya yeltenmem. Belki daha çok memnun ve müteşekkir kalırım. Çünkü, bu şekilde dünyamı değiştirip, yeni, yepyeni bir âleme gideceğime sevinir, belki uçardım. Çünkü, benim gitmekte olduğum dünyanın, geldiğim, içinde yaşadığım bu dünya ile, bu ölümlü hayatla hiçbir ilgisi, hiçbir benzerliği yok. Oranın, buradan, yüz binlerce yönden mükemmel ve üstün olduğunu biliyorum.
İnsanoğlu özellikle gençliğinde, yemek, içmek ve cinsi münasebetlerinde devamlı olarak normal çizginin üstünde dolaşır. Haliyle bütün bu israflar insan bedenini zayıf düşürür, ihtiyarlık gelip yetiştiği zaman bedeni bitkin ve rezil, işe yaramaz bir durumda bulur. Bu durumda, ihtiyarlık öyle bir vücuda gelip çatmıştır ki, vücudun ona hürmet etmeğe bile gücü yoktur.
Mesela sana bir at lazım oldu. Senin ahır beyin de getire getire güçsüz, zayıf bir at getirdi. Bu durumda suç senin midir, yoksa ata bakanın, atla yakından ilgilenenin mi?
Elbette atla ilgilenenindir. Sana sadece binmek düşer, bakımıyla ilgilenmek değil!
Ben nice ihtiyarlar görmüşümdür, çok yaşlandıkları halde hemen hiç doktor yüzü görmemişler ve hayatlarını sağlıkla tamamlamışlardır. Bunlar hep perhiz sayesindedir. Onlar gençliklerinde bile perhize dikkat etmişlerdir. Çünkü hayatın sonlarında doktor eline düşmek, insana dayanılmaz acılar çektirir.
Şunu da iyice bilmeni isterim: Bu dünyada üç türlü insan vardır.
Birincisi akıl ve fikirleri yerinde, geleceği az çok gören ve düşünen, hiçbir anormallikleri olmayan kimselerdir.
İkincisi, yolların doğru veya eğri olup olmadığını bilmekten uzak olan kimselerdir. Ama bu duruma kendi istekleriyle değil, çevre etkisiyle düşmüşlerdir. Nasihat edildiğinde, kafaları alır ve kabul eder, söz dinlerler. Çoğu zaman, duyup, işittiklerine uyarak yaşarlar.
Üçüncüleri ise, ne kendileri bir şeyden haberdarlardır ve ne de yapılan ikazlara, nasihatlere kulak asarlar. Sadece kendi arzularına uyar ve her şeyi bildiklerini sanırlar. Bunlar diğerlerinden daha âdi, daha alçaktırlar.
Ey oğul!
Yüce Allah eğer seni ilk sırada saydığım kişiler arasında yaratmışsa, sevinirim. İlkinden değil de, ikinciler gibiysen, sana yapılan nasihatlere kulak vermeni tavsiye ederim.
Sakın üçüncü guruba dahil olmayasın! Onlar ne Allah’a, ne de insanlara karşı iyi bir durumda değildirler.
Padişahlar, elinde terazi tutmuş bir kimseye benzerler. Sen padişah olunca teraziyi doğru tutmanı isterim. O zaman yüce Allah da, senin iyiliğini arzular.
Ne dediler:
Gerek çağdaşı olan gerekse modern tarihçiler Murad Han’ın dehasında, büyüklüğünde, iyilik ve ihsanlarının bolluğunda, imar, medeniyet ve kültür hamlelerine verdiği önem hususunda birleşmektedirler.
Meşhur Bizans tarihçisi Dukas, II. Murad Han hakkında şu mütalaada bulunmaktadır:
Allah bilir ki Murad halka karşı daima teveccühkar ve fukaraya karşı cömert idi. Bu lütuflarını yalnız kendi ırkından ve dininden olanlara değil Hıristiyanlara da ibzal ederdi. Hıristiyanlarla yaptığı yeminli muahedelerin hükümlerine riayet ederdi. Ancak Hıristiyanlardan bazılarının yeminlerinden döndükleri görülmüş ise de, bu muameleleri sebebiyle Cenab-ı Hakkın gazabına uğramışlar ve Murad’ın intikamından kurtulamamışlardır.
Murad’ın hiddet ve şiddeti çok sürmezdi. Muzafferiyetten sonra, düşmanını takip etmezdi ve herhangi milleti sonuna kadar mahvetmek istemezdi. Mağlup olanlar elçiler göndererek sulh talebinde bulundular mı, kendisi de elçileri memnuniyetle kabul eder ve bunlarla sulh aktederek, kendilerine yol verirdi.
Halkondil:
Sultan Murad kanunları, adaleti seven talihli bir adamdı. Yalnızca kendini savunmak zorunda kaldığında savaşırdı. Kimseye haksız yere saldırmazdı. Saldırıya uğrarsa savaşırdı. Bu korkudan veya tembellikten değildi. İcap ederse kışın dahi sefere çıkar, gözünü budaktan sakınmazdı.
Hammer:
Murad otuz yıl boyunca memleketi şeref ve hakkaniyetle idare ederek milletinin hatırasında mütedeyyin, lütufkar, adil ve metin bir hükümdar namı bıraktı. Harpte olduğu gibi sulhde dahi sözünün sadık eri idi. Fakat ahdini bozanlardan müthiş intikam alıcıydı.
Babinger:
II. Murad’ın âdilliği, iyi huyluluğu, dürüstlüğü ve açık sözlülüğü ile sağlam karakteriyle yalnızca Osmanlı değil, Bizans tarihçileri tarafından da çok övülmektedir.
Solakzade Mehmed Hemdemi Efendi:
Çünkü ol Şehinşah-ı ali-nelâd
Bunca zaman etti gazâ ve cihâd
Sünnet-i ecdâdını yâd eyledi
Anların ervahını şâd eyledi
Yaptı nice hangah u medrese
Ta şecer-i cehl i kökünden kese
Hâdi-i tevfik olup reh-nümâ
Yaptı nice cami-i cennet-nümâ
Sıdk u hul ûs ile edip yapısın
Açtı imaretlerinin kapısın
Eyleye hayratını Mevla kabul
Çünkü budur dergah-ı âliye yol
Neşri:
Sultan Murad Han Gazi halka ve askerlere hâmi idi. Zamanında ulema ve suleha ve fukara refah ve emniyet içinde idiler. Onun zamanında memleket, bid’atten pak ve abad oldu. Seyyahların ittifakı bu idi ki, onun memleketleri gibi adaletle süslü bir ülke ve onun gibi şerefli bir padişah görülmüş ve işitilmiş değildi. Ülke ehl-i sünnet mezhebi ile süslenmişti. Yetmiş iki milletten kimseler gelerek Rum’da karar kılmışlar emn ü aman içerisinde yaşarlardı.
Şükrullah ise:
Bu dindar padişahın çağında Rum ülkesi kaygı ve tasadan, kötü işlerden, dar düşünceden, eğlenceden uzak olup korkusuzluk ve doğruluk ile süslü, bolluk ve ucuzluk ile bezeli idi. Dinin ve dindarların değerini, erdemlilerin hakkını tanırdı. Acun (dünya) ülkelerinin durumunu iyi bilen araştırıcılar, görgülü güngörmüş kimseler bir ağızdan:
“Sultan Murad çağındaki Rum (Osmanlı ülkesi) gibi ehli sünnet ve cemaat mezhebi ile süslü, doğruluk ve adaletle bezeli bir el ve ülke ne görülmüş ne de işitilmiştir” diyorlardı.
Müslümanlar, onun ülkeler donatan kutlu çadırının gölgesinde rahatlık ve korkusuzluk buldular. Bu dindar padişahın uğurlu çağında yapılan hayrat; din düşmanları ile yapılan gazalar; ülkeler fethi; medreselerin, mescitlerin, hangahların, camilerin, minberlerin, taştan köprülerin, kervansarayların ve başka hayır eserlerinin yapılması; bilginlerin uluğlanıp, yüceltilip yetiştirilmesi; zahitlerin, abidlerin el üstünde tutulması, ahalinin ve güçsüzlerin esirgenip, acınması hiç bir çağda görülmemiştir. Dedikten sonra nihai sonu şu ifadelerle bağlamaktadır.
Rabbinin Gel buyruğu tatlılıkla erince
Ona doğru can kuşu nice uçmasın nice?