III. Murad, Osmanlı padişahlarının on ikincisi ve İslam halifelerinin de yetmiş yedincisidir. Sultan II. Selim Han’ın oğlu olup 4 Temmuz 1546’da asıl ismi Cecilia Baffo olarak bilinen Nurbânû Sultan’dan Manisa’nın Bozdağ yaylağında dünyaya geldi.
III. Murad, doğduğunda babası Şehzade Selim Saruhan sancakbeyiliğinde bulunuyordu. Hocası Sadeddin Efendi tarafından yetiştirilmiş olmanın yanında ilk eğitimini sarayda iyi bir şekilde gördü ve burada sünnet edildi. Küçük yaşta iken Aydın sancakbeyiliğine tayin edildi. 1558 senesinde ise babasının Manisa sancakbeyiliğinden Karaman valiliğine tayin edilmesi üzerine, dedesi Kanunî Sultan Süleyman tarafından Alaşehir sancakbeyiliğine görevlendirildi. Babası II. Selim ile amcası Bayezid arasındaki mücadelesi sırasında ise Konya Kalesi’nin muhafazasında bulunmuştur.
Dedesi Kanunî Sultan Süleyman’ın çağırması üzerine bir ara İstanbul’a giden III. Murad, dedesinin vefatı ve babasının tahta geçmesi üzerine Manisa sancakbeyiliğine getirildi ve tahta geçinceye dek bu görevde kaldı. On iki sene süren bu görevi sırasında Ferruh Bey ve daha sonra Cafer Bey kendisine lalalık yapmıştır.
1563 yılında Venedik’ten Korfu’ya giderken Adriyatik Denizi’nde Türk denizcilerince esir edilen Korfu valisinin kızı (Bafo) Manisa sarayına gönderilmişti. Burada Safiye ismi verilerek Türk-İslam terbiyesiyle yetiştirildi. Zekâsı, terbiyesi ve güzelliği ile de dikkatleri üzerine çeken bu kız, çok geçmeden Şehzade Murad’ın haremine girdi. III. Murad’ın çocuklarından Mahmud, Ayşe, Fatma ve kendisinden sonra tahta oturacak olan Mehmed burada dünyaya geldi.
Günlerini Manisa yaylalarında geçiren III. Murad, bu süre içinde bir taraftan idari görevini sürdürürken diğer taraftan imar faaliyetlerinde bulundu. Mimarlar sultanı Sinan’a Muradiye Camii’ni inşa ettirmekle birlikte ayrıca hastane ve medrese yaptırdı. Hoca Sadeddin başta olmak üzere hocalarından ve lalalarından eğitim almaya da devam ediyordu.
III. Murad, yine Manisa’da bulunduğu bir sırada bir rüya gördü ve hemen rüyasını Şeyh Şüca’ya yorumlattı. Şeyh kendisine yakın bir zamanda padişah olacağının müjdesini verdi. Çok geçmeden de yorumladığı gibi oldu.
III. Murad Han kumral, orta boylu, sağlam yapılı, kuvvetli, iyi silah kullanan ve iyi ata binen biriydi. Devletin ve saltanatın haşmetini gösterecek tarzda giyinirdi. Kavuğunun üzerinde çok kıymetli taşlar bulundururdu. Yumuşak karakterli, merhametli, nazik, zeki ve neşeliydi.
Çok cömertti. Her vesile ile âlimlere, şâirlere, fakir fukaraya hediyeler verir ihsanlarda bulunurdu. Padişahın toplantılarına Arap ve Acem ülkelerinden Kur’ân-ı Kerim’i tecvid üzere okuyan güzel sesli hafızlar, sanatkârlar, âlimler, hoş sohbet kimseler çağırılmış ve hiçbir zamanda eksik olmamıştır. Yanına gelenler mutlu ve memnun bir şekilde yurtlarına dönmüşlerdir. Ayrıca III. Murad Han, halktan uzak bir padişah olmayıp, zaman zaman tebdil-i kıyafet halkın içine karışmıştır.
Sultan III. Murad, iyi bir cengâver olup, çok iyi silah kullanır ve ata biner, ava çıkmaktan büyük haz alırdı. Asma saat ve resim yapmak gibi marifetlere de sahip bir kişiydi. Osmanlı sultanları içinde en âlimlerden olup zamanının ilimlerine çok iyi bilir hatta bu konularda mahirdi.
III. Murad Han, dünya tarihine meraklı bir padişah olup tercümeler yaptırmıştır. Nitekim İspanyolların Amerika kıtasını keşfini anlatan Mehmed Suûdî’nin Târîh-i Hind-i Garbî adlı eseri ve Feridun Ahmed Bey’in Fransa Tarihi bunlardan ikisidir. Ayrıca astronomiyle ilgilenir her konuda âlimlerden fikir alırdı.
III. Murad Han, saltanatı döneminde her ne kadar tıpkı babası II. Selim gibi sefere çıkmayan bir padişah olsa da devlet işlerinden tamamen elini eteğini çekmemiştir. Sokollu gibi bir veziriazamın varlığı sayesinde eski devlet düzeni devam etmiş olup devlet en geniş sınırlarına bu dönemde kavuşmuştur. Selânikî ise eserinde, Sultan Murad Han’ın Sokollu’dan sonra istediği gibi bir devlet adamı bulamadığından yakındığını belirtmektedir:
Mahzen-i ilm-i ledün kâşif-i sırr-ı hikmet
Ey Murâdî bize bir şöylece âdem olsa
III. Murad Han, saltanatı boyunca Osmanlı toprakları üzerinde pek çok sayıda bayındırlık, ilim, kültür ve sanat merkezleri inşa ettirdi. Rasathane ve astronomik araştırmalar ile logaritma hesapları yaptırdı. Medine’de medrese, mektep ve büyük bir imaret kurdu. Manisa’da şehzadelik döneminde cami, medrese, imaret ve tabhaneden müteşekkil Muradiye külliyesini inşa ettirdi ve Topkapı sarayına da yeni ilavelerde bulundu.
III. Murad Han tarikat erbabını sever ve onlarla sohbetten zevk alırdı. Bu sebeple kendisinin değişik tarikatlara mensubiyeti hakkında rivayetler çıkmıştır. Bazı kaynaklara göre o, şehzadeliğinde bir rüya tabiri dolayısıyla itimadını kazanan şeyhi Şüca aracılığı ile Halveti tarikatına sultan girmişti. Bu sebeple şeyhi de hünkâr şeyhi olarak anılmaya başlanmıştır. Bazı kaynaklara göre ise III. Murad Han, Uşşâkiyye tarikatına mensuptu. Bir kısım kaynaklar ise onun Halvetîye’nin Ahmediye kolunun şubesi olan Hasan Hüsameddin Uşşâkî’nin kurduğu Uşşâkiyye tarikatına bağlı olduğunu zikrederler.
Yine padişahın o sıralarda İstanbul’da bulunan Nakşibendî Şeyhi Şaban Efendi ile de temas ettiği de muasır kaynaklarda belirtilmektedir. Öte yandan III. Murad Han’ın dört mısralık hattı ile Kadirî kavuğu şeklinde resimlemesi bulunan bir levhadan hareketle Kadirî olabileceği de ileri sürülmüştür. Aslında bütün bu bilgiler III. Murad Han’ın tasavvufi yönünü ve tarikat erbabı ile münasebetlerini göstermesi bakımından mühimdir.
Tasavvufî hayatı bizzat yaşayan sultan, tasavvufa o kadar vakıftır ki Fütûhât-ı Sıyâm ve Esrârnâme isimli tasavvufa dair iki eser yazarak bu hayatı bize aktarmıştır.
III. Murad Han’ın saatçiliğe ve nakkaşlığa özel ilgisinin olduğu da kaynaklarda belirtilir. Padişahın bir özelliği de hat sanatına duyduğu ilgidir. Şâir kişiliği yanında bir de usta bir hattat olan sultan, hat derslerini Kastamonulu Şeyh Şüca Halvetî’den almıştır. Padişahın Ayasofya Camii’nin mihrabı üzerine kendi hattı ile işlediği levhalar için aynı zaman da:
“Alâmet-i Ümmet”
Tarihini de düşmüştür ki bu, 982 (m. 1574) yılına tekabül eder. Müstakimzade’nin iki yan tarafta asılı olduğunu belirttiği 1574 tarihli bu levhalar bugün yerinde yoktur. Hat üzerine söyleyebileceğimiz diğer bir hususiyet de, 16. yüzyılın önemli isimlerinden ve meşhur tarihçi Gelibolulu Âli’nin, Türk-İslam âleminde yetişen büyük hattatlardan ve bunların eserlerinden bahsettiği Menâkıb-ı Hünerverân adlı kitabını padişaha ithaf etmiş olmasıdır. Yedi bölümden meydana gelen ve İstanbul ile Viyana kütüphanelerinde dokuz nüshası bulunan bu eser, sanat tarihi açısından önemlidir.
III. Murad Han çok şefkatli ve merhametli bir şahsiyetti. Döneminde İstanbul kadısına hitaben divan-ı hümayundan çıkan bir hüküm, hayvanlara yapılan muameleyi ve hayvan haklarına saygıyı göstermesi bakımından mühimdir. Şöyle ki:
“İstanbul kadısına hüküm ki;
Hâlâ İstanbul muhtesibi olan Mehmed Çavuş mektup gönderüp mahmiye-i mezbûrede (İstanbul) at hamalları lâğar ve yağırlı (sıska, zebun) ve sakat ve nalsız ve semerleri harâb bârgirlerine ve katırlarına amellerinden ziyade yük urup ve bir hamal üç dört yüklü bârgiri katarlamayup (arka arkaya dizmek, birbirine bağlamak) salıverub, yolda atlı ve yaya Müslümanlara dokunup elem ve ızdırâp virdüklerinden gayrı, tahammülünden ziyade yük urulıp davarları (hayvanları) yıkılup helâk olmağın, zikrolunan hamallar taifesi davarların besleyüp ve sakat ve zayıf davarlara tahammülünden ziyade yük urmayup davarların katarlayup, yularlarından mütemadiyen salıvermek içün hamallara ve kethüdalarına tenbih olunmak bâbında emr-i şerifim recâsına mebnî buyurdum ki.
Vusul buldukda zikrolunan hamal tayifesin kethüdalar ile maan getürüp cümlesine tembih ve te’kîd eyliyesin ki, min ba’d duvarların besleyüp ve sakat ve zaîf davarlara tahammülünden ziyade yük urmayup ve yük ile yolda giderken, davarların birkaç ise birbirine katarlayup kendileri sürüp davarların ardınca yürümeyeler.
Mazmun-ı hümayun ile amel oluna
Fi 9 Rebiülevvel 995” (1587)