Skip to content
Menu
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
  • Ana Sayfa
  • Hayatı
    • Biography
  • Eserleri
    • Kayı Serisi
    • Osmanlı Gerçekleri
    • Otağ Serisi
  • Makaleleri
    • İlmi makaleleri
    • Aktüel Makaleler
    • Dergi Makaleleri
    • Gazete makaleleri
  • Osmanlı Padişahları
  • Programları
    • Tarih ve İnsan TGRT FM
    • Tarih ve Medeniyet Cine5 TV
    • Tarih ve Medeniyet TGRT Haber
    • Tarih ve İnsan Lalegül TV
  • Osmanlı Alimleri
  • Biyografiler
  • Videolar
  • Şiirler
  • Kütübhane
  • Pazar Divanı
  • Cuma Divanı
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil

İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh)

Posted on 4 Nisan 200325 Mart 2023

Kendini hapse attıran Selim Cihangir Han daha sonra talebesi olmuştu…

İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) (Ö. 1624 / h. 1034)

Hicri 1034 yılının berat gecesi… İmâm-ı Rabbânî hazretleri pek kıymetli olan “Berat kandili” gecesini, kendi hususi odasında ihya eyledi. Uzun bir süre dua edip gözyaşı döktü. Gece yarısı hanımının bulunduğu odaya geldi. Hanımı dedi ki:

“Bu gece ecellerin ve amellerin takdir edildiği gecedir. Kim bilir Allahü Teâlâ kimin defterine ölecek ve kimin defterine yaşayacak diye kaydetti!

Bu sözü duyunca: “Niçin tereddüt ve şüphe ile söylüyorsun? Ya isminin, dünyada yaşayacaklar listesinden silindiğini görenin hali nice olur?…”

Silsile-i aliyye denilen İs­lam alimleri­nin yirmi üçüncü hal­kasını teş­kil eden İmâmı Rabbânî, Hazret-i Ö­mer’in soyundandır. Asıl adı Ahmed’tir. Babası Abdülehad ve dedesi Zeynelabidin, zamanının büyük alimi, salih ve faziletli kimseleriydiler.

O, 1563 (h.971) senesi aşure günü Hindistan’ın Serhend şeh­rinde doğdu. İlk tahsilini babası Abdülehad’dan alarak Arapça’yı öğrendi. Küçük yaşta Kur’an-ı kerimi ezberledi. Sesi çok güzel olduğundan bülbül gibi okur, dinleyenleri hayran bırakırdı. Tahsil çağına gelince Siyalkut şehrine giderek büyük alim Mevlana Kemaleddin-i Keşmiri’den fizik, kimya, biyoloji ve matematik gibi akli ilimleri öğrendi. Kelam, fıkıh, tasavvuf gi­bi nakli ilimleri ise, Kadı Behlül-i Bedahşani’den tahsil ederek icazet aldı. Bu arada babası vası­tasıyla Kadiri ve Çeşti yollarının büyüklerinden tasavvuf terbiye­si gördü.

Babasının vefatından bir sene sonra, hacca gitmek niyetiyle Serhend’den ayrıldı. Babürlü Devletinin hükümet merkezi Delhi şehrine gelince kıymetini ve yüksek derecesini işittiği Muhammed Bakibillah hazretlerini ziyaret etti. Huzuruna girdiği an­da kalbinin nur ile dolduğunu sandı. Mıknatısın iğneyi çekmesi gibi kalbinin bu büyük veliye bağlandığını anladı. Hacdan son­ra uğrayıp istifade etmeyi niyet ettiyse de kalbindeki sevgi ve iş­tiyak onu bırakmadı. Ertesi gün tekrar huzuruna çıkarak Ahra­riyye yolunun feyzine kavuşmak istediğini bildirip talebeliğe ka­bul edilmek için izin istedi.

O günden itibaren edeple ve can kulağı ile hocası Muhammed Bakibillah’ın sözlerine ve hallerine bağlandı. Yüksek kabi­liyeti ve bütün varlığı ile çalışıp, hocasındaki bütün kemalat, ol­gunluklar ve üstünlükler kendi­sinde hasıl oldu.

 

Kendimi aradan çektim

Muhammed Bakibillah, zama­nının büyüklerinden birine yaz­dığı bir mektupta şöyle demiştir:

“Serhend şehrinden bir genç geldi. İlmi pek çok, her hareke­ti ilmine uygun ve bir edep timsali. Bir miktar yanımda bulundu. Kendisinde çok şeyler gördüm. Onun dünyayı nurla dolduracak bir güneş olacağını anlıyorum.”

Hocasının lütuf ve himmeti ile birkaç ay içerisinde tasavvuf ilminde yüksek derecelere kavu­şan İmâmı Rabbânî hazretleri, icazet aldıktan sonra Serhend’e dönerek talebe yetiştirmeye başladı. Hocası kendi talebele­rinden pek çoğunu da ona ısmarlamıştı. Muhammed Bakibillah, yakınlarına:

“Kalplere deva, ruhlara şifa olan bu tohumu Semerkand ve Buhara’dan getirip, Hindis­tan’ın bereketli toprağına ek­tim. Taliplerin yetişip kemale gelmesi için uğraştım. Ahmed (İmâm-ı Rabbânî) her derece­yi aşıp, üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çe­kip, talebeyi ona bıraktım.” demişti.

İmâmı Rabbânî, uzun yıllar Serhend’de ilim öğretmek, ta­savvuf ve marifet nurlarını dün­yaya yaymak ve taliplileri yetiş­tirmek için uğraştı. Zamanın pa­dişahlarını, vali, kumandan, alim ve hakimlerini çok tesirli mektupları ile dine ve sünneti seniyyeye uymağa teşvik eyledi. Pek çok âlim ve evliya yetiştirdi. Öyle ki, hocası Muhammed Bakibillah dahi kendisinden istifa­de etmek için gelirdi.

    Size talebem demek yüzsüzlük olur Ahmed.
    Arzum tarafınızdan teveccühtür ve himmet.
    Zan etme ihtiyacım yok diye gelmiyorum.
    Edebe riayetle işaret bekliyorum.

Çok şeyler bozuldu.

Eğer bu dünyayı ve içerisindekileri Allahü Teâlâ’nın beğendiği, razı olduğu bir işe vermekle, onun rızasına uygun bir iş yapılacağı bildirilse, bunu bü­yük bir ganimet biliniz. Bu, bir kimsenin kırık saksı par­çaları ile, dünyanın en kıymetli mücevheratlarını satın al­masına veya birkaç lüzumsuz çakıl taşı ile, ölen sevgilisi­nin ruhunu geri getirmeye benzer…”

“Bütün âlem ‘Lâ ilâhe İllallah, Muhammedün Resulûllah’ sözünün yanında, büyük engin bir denize nispetle, keşke bir damla kadar olsaydı. Bu söz vilayetin ve nübüv­vetin kemâlâtını kendinde toplamıştır. İnsanlar, bu keli­meyi bir defa söylemekle, nasıl cennete girileceğine hay­ret ederler. Bu fakir, görüyorum ve hissediyorum ki, eğer bu kelimeyi bir kere söylemekle, bütün alemi affetseler ve cennete gönderseler layıktır ve yeridir. Eğer bu kelimenin bereketlerini bütün âleme taksim etseler, hepsi ebedî ola­rak yaşarlar ve bundan doyarlar.”

“Bu kelimenin azamet ve bereketinin husulü, onu söy­leyenin derecesine göredir. Söyleyen ne kadar büyük olursa, bu kelimenin bereketi ve büyüklüğü o kadar çok olur.”

“Dünyada bir köşeye çekilip bu kelimeyi tekrar tekrar söyleyip, ondan lezzet ve haz almak gibi hiç bir arzum yoktur. Ama ne yapalım ki bütün arzular ele geçmiyor.”

Kendi eshabına fıkıh kitaplarını mütalaa etmelerini söylerdi. Şöyle buyururlardı:

“Din alimlerinin kitaplarından İslamiyetin sağlam hü­kümlerini araştırınız, çıkarınız. Hangileri caizdir, hangi­leri sünnettir, hangileri ile amel edilmiştir ve hangileri bid’at ve merdutturlar öğreniniz. Çünkü Peygamber efen­dimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”, zamanından çok uzak kaldık. Çok şeyler bozuldu, bid’at ve günahların zul­meti her tarafı kapladı. Bu zulmette sünnet-i seniyye nu­rundan, ışığından başka kurtuluş yolu yoktur.”

 

Cihangir ve Şah Cihan

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin faaliyetleri, sevenlerinin ve tale­belerinin gün geçtikçe artması, özellikle bid’at sahiplerinin ona karşı kin ve düşmanlıklarını ar­tırmaktaydı. O zamanın sultanı Selim Cihangir Han’ın devlet adamlarından bir kısmı, hatta baş müftisi Ehl-i sünnet düşmanıydılar. Halbuki İmâmı Rabbâ­nî’nin birçok mektupları ve bil­hassa ayrıca yazdığı “Redd-i Revafıd Risalesi”, Eshab-ı kiram düşmanlarının cahil, ahmak ve alçak olduklarını ortaya koyu­yordu. İmâmı Rabbânî bu risa­lesini, Buhara’da bulunan Öz­bek hanı Abdullah Han’a yolla­mıştı. “Bunu İran’da, Şah Abbas-ı Safevi’ye gösterin! Kabul ederse ne iyi, etmezse onunla harp caiz olur” demişti. Kabul etmedi. Harp oldu. Abdullah Han, Herat’ı ve Horasan’daki şe­hirleri aldı. Buralara yüz sene evvel Safeviler hâkimdi. İşte bundan sonra, Hindistan’daki bozuk fırkalar ve Eshab-ı kiram düşmanları elele verdiler. Sulta­na gidip İmâm-ı Rabbânî hakkında çeşitli iftiralarda bulunarak şikayet ettiler.

Sultan, oğlu Şah Cihanı gön­derip, İmâm-ı Rabbaniyi, evlat­larını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp, hepsini öldürmeye ka­rar verdi. Bunun üzerine Şah Ci­han, bir müfti ile yanına gitti. Sultana secde caiz olduğunu gösteren bir fetvayı da götürdü. İmâm-ı Rabbani’nin üstünlüğü­nü biliyordu. Ona:

“Babama secde edersen seni kurtarabilirim” deyince,

İmâm-ı Rabbânî:

“Bu fetva zaruret zamanları için bir ruhsattır. Azimet ve din bütünlüğü secde etmemek­tir. Ecel gelince, ölümden hiç kimseyi hiçbir şey kurtaramayacaktır” diyerek secde etmeyi kabul etmedi. Çocuklarını ve ta­lebelerini bırakıp Sultana yalnız gitti. Kendisine yapılan iftiralara karşı Sultana o kadar güzel ve doyurucu cevaplar verdi ki, Sul­tan yüksek hakikati anlayabile­cek biri olmadığı halde, neşe­lendi ve serbest bırakıp özür diledi. Hatta, Sultana kendisine ya­pılan iftiraların asılsız olduğunu açık delillerle anlatırken, orada bulunan ateşe tapıcı Hinduların büyük bir kumandanı, İmâm-ı Rabbânî’nin dinde olan kuvveti­ni, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek Müslüman oldu.

 

Gıvaliyor’e hapsedilmesi

Sultanın ikna olduğunu, kendi uğraşmalarının boş olduğunu gören iftiracı kimseler: “Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün memlekette yürürlüktedir. Serbest bırakır­sak bir karışıklık çıkabilir, hatta ileride saltanat davasın­da bulunabilir” diyerek, uzun konuşmalardan sonra Sultanı aldattılar. Sultan, İmâm-ı Rabbânî’nin memleketin en sağlam kalesi olan Gıvaliyor Kalesine hapsedilmesini emretti.

Bu hadiseye çok üzülen tale­beleri Selim Cihangir Han’a is­yan etmek istediler. Bunu yapabilecek güçteydiler. Fakat, İmâm-ı Rabbânî onları rüyaların­da ve uyanık iken bu işten menetti. Sultana hayır dua etmele­rini emredip:

“Sultanı incitmek bütün in­sanlara zarar verir” dedi. Ken­disi de Sultana hep hayır dua ediyordu. Sultanın veziri, koyu bir muhalif olduğundan, zindan­da İmâm-ı Rabbânî’nin başına kardeşini tayin etmiş ve çok şid­detli davranmasını emretmişti. Bu görevli ise ondan çeşitli ke­rametler, üzülmek yerine hey­bet, sabır ve hatta neş’e göre­rek tövbe etti. Bozuk itikadını terk edip Ehl-i sünneti seçti ve onun halis talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan yüzlerce kafir, onun bereketi ve sohbet­leri ile Müslüman olmakla şeref­lendiler. Birçok günahkâr tövbe etti. Hatta bazıları yüksek âlim oldu. Hapiste üç sene kaldıktan sonra, Selim Cihangir Han yaptı­ğına pişman oldu. Onu hapisten çıkarıp ikram ve ihsanlarda bulundu. Hatta, halis talebesinden ve sadık dostlarından oldu. Bir müddet, asker arasında kalması­nı istedi. Sonra serbest bırakıp, hürmetle vatanına gönderdi. Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğ­raştığı dertlerden sonra, evvelce bulundukları hallerin ve makamların binlerce üstünde dere­celere yükselmiş olarak memleketine döndü. Daha önceleri:

“Yetiştiğim derecelerin üs­tünde, daha çok makamlar vardır. Onlara yükselmek ce­lal sıfatı ile, sert terbiye edil­mekle olabilir. Şimdiye kadar cemal sıfatı ile okşanarak ter­biye edildim”. Talebesinden bir kısmına da “Elli ile altmış ara­sında üzerime dertler, belalar yağacak” demişti. Söylediği gi­bi oldu.

İmâm-ı Rabbânî’yi hapsettiren Selim Cihangir Han’ın oğlu Şah Cihan, padişah olmak için baba­sına karşı geldi. Askeri çok ve babası tarafındaki kumandanla­rın çoğu kalpten kendisine bağ­lı olduğu halde zafer kazanama­dı. O zamanın evliyasından biri­ne halini anlatıp dua istedi. O veli dedi ki:

“Senin zafer kazanman için vaktin dört kutbunun dua et­mesi lazımdır. Bunlardan üçü seninle beraber ise de, en bü­yükleri olan dördüncüsü bu işe razı değildir. O da İmâm-ı Rabbani Müceddid-i elf-i sâni hazretleridir.”

Şah Cihan, İmamın huzuruna gelip dua etmesi için yalvardı. Fakat İmâm-ı Rabbânî, onun babasına karşı gelmesine mani olup nasihat ederek:

“Babana git, elini öp, gönlü­nü al, yakında vefat edecek, saltanat sana kalacaktır” diye müjde verdi. Şah Cihan, emirle­rini dinleyip arzusundan vaz­geçti. Az zaman sonra 1037 (m. l627)’de babası vefat edince saltanata kavuştu.

 

Onu Sevenler

İmâm-ı Rabbânî vefatından sonra da sevilmiş, asırlar boyu methedilmiş, eserleri okunup istifade edilmiştir. Büyük veli Mevlana Halid-i Bağdadi, ince ruhunun teren­nümleri ile dolu olan Farisi Divanı’nın doksan dördüncü sahifesindeki beytlerinde mealen şöyle demektedir:

“Ya Rabbi! O nihayetsiz yolun yolcusu, ilim sahipleri­nin reisi, bu göz ile görülmeyen, akıl ile varılmayan gizli sırların menba’ı, insanların anlayamadığı, ancak senin bildiğin büyüklüğün sahibi, köpüren ve dalgalanan mana­lar deryası, maddesizlik ve mekansızlık âleminin reisi, nurları ile Hindistan’ı aydınlatan, Serhend şehrini, Musa aleyhisselama Allahü Teâlâ’nın kelâmı geldiği şerefli va’di yapan, Muhammed aleyhisselamın dininin büyüklü­ğünün vesikası, keskin görüşlüler meclisinin ışığı, dini bü­tün olanlar ordusunun kumandanı, düşünülemeyen yük­sekliklere erişen, izinde gidenleri de oraya çeken Ahmed-i Faruki’nin gözlerinin nuru hürmetine beni affet! Senin af ve merhamet denizinin sonsuzluğunu düşünerek rahat ediyorum. Allahım! Yalnız senin ihsanına güveniyorum. Çünkü, ‘Ben af ediciyim’ buyuruyorsun!” Evliyanın büyüklerinden ve meşhurlarından olan Mev­lana Halid-i Bağdadi‘ye, hocası Şah Abdullah-ı Dehlevi yazdığı bir mektupta, İmâm-ı Rabbânî ile ilgili olarak şunları söylemektedir.

“İmâm-ı Rabbânî’yi sevenler, mümin ve takva sahiple­ridir. Sevmeyenler ise şaki ve münafıktırlar. Bütün âlem-i İslama, İmâm-ı Rabbânî’nin şükrünü eda etmek vacip­tir.” Yine bu mektupta:

“İnsanlarda bulunabilecek her kemali her üstünlüğü, Allahü teâlâ, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine vermiştir…” diyerek onun için Farsça şu şiiri yazmıştır:

    Her letafet ki, nihân bûd pes perde-i gayb
    Heme de sûre-i hûb-ı tû ıyân sahte end.
    Herçi ber safha-i endişe keşed kilk-i hiyal
    Şekl-i matlûb’i tû zibâter ezan sahte end.

    Manası:
    Gayb perdesi ardında bulunan güzellikler.
    Senin eşsiz simanda hepsi zuhur ettiler.
    Hayal kalemi gönül sayfana ne çizse
    Senin düzgün şeklini, ondan güzel ettiler. 

Altı bin keramet

Müslümanların zayıf düştüğü, küfrün, zulmetin ve sapık kim­selerin her tarafı kapladığı bir zamanda, binlerce kafir İmâm-ı Rabbânî’nin elinde Müslüman oldu. Çok sayıda fâsık ve fâcir onun güzel hallerini görüp, soh­betini işitip tövbe ederek doğru yolu buldu. Uzaktan yakından çok kimseler, rüyada ve uyanık iken onu görerek yanına koş­muş, huzuruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlar­dır. Âim, salih, genç, ihtiyar binlerce kimse onu görüp sohbetinde bulununca, feyz alarak kalpleri zikreder olmuştur. Hu­zurundaki çok sayıda talebeyi hallere, yüksek derecelere kavuşturmuştur. Her an keramet­leri görülür, feyz ve bereket ya­yardı. Kerametlerinin altı bin­den fazla olduğu bildirilmiştir.

Hace Divane Sureti’nin talebe­si olan Mevlana Muhammed Emin, ağır bir hastalığa tutulmuş­tu. Bu hastalığı epey bir zaman devam etti. Doktorların tedavi­sinden bir fayda görmedi. Hazret-i İmâm’ın büyüklüğünü du­yunca, tam bir yalvarma ile mektup yazıp, şifa ve deva olan dualarını istedi. İmâm-ı Rabba­ni, onun arzusu üzerine şu mek­tubu gönderdi:

“Kıymetli oğlum! Kendi üze­rinize şefkatli bir anne gibi tit­remeniz ne zamana kadar sü­recek? Kendiniz için üzülme­niz, dertlenmeniz, ne kadar devam edecek! Kendini ve her­kesi ölü olarak düşünmek, his­siz ve hareketsiz şeyler gibi bil­mek lazımdır. ‘Elbette sen öle­ceksin, o kafirler de ölecekler…’ (Zümer-30) ayet-i keri­medir. Bu birkaç günlük dün­ya hayatında, çok zikr ederek, kalp hastalığından kurtulmak en mühim iştir. Bu kısa za­manda manevi hastalıkların ilacı, Allahü Teâlâ’yı hatırla­maktır. Maksatların en büyü­ğü olan kalp, Allah’tan başka­sına tutulursa ondan ne hayır gelir. Ahirette kalp selameti is­terler. Ruhun, Allah’tan başka şeylerden kurtulmasını arar­lar. Bizim gibi dar düşünceli­ler, daima kalp ve ruhumuzu başka şeylere bağlamak için sebepler aramağı düşünürüz. Heyhat! Heyhat! Ne yapalım. Ayet-i kerimede mealen; Allah onlara zulm etmez, onlar kendilerine zulm ederler’ (Al-i İmrân-117) buyuruldu. Zahiren olan hastalığınızdan merak etmeyiniz. İnşallah sıhhate ka­vuşup tamamıyla iyi olacaksı­nız. Allah yolunda gidenlere selamlar olsun.”

 

İkinci bin yıl

İmâm-ı Rabbânî hazretleri Müceddid-i elf-i sâni (ikinci bin yı­lın yenileyicisi) ismi ile meşhur oldu. Eski ümmetler zamanında her bin senede bir din sahibi bir resûl gelir, önceki dini değişti­rirdi. Her yüz senede de bir ne­bi gelir, önceki dini kuvvetlen­dirirdi.

Hadis-i kudsi de; bu ümmete her yüz yıl başında İslam dinini kuvvetlendiren bir alim gelece­ği haber verilmiştir. Peygamber efendimizden sonra peygamber gelmeyeceğine göre bin sene sonra gelecek âlimin İslam dini­ni her bakımdan ihya edecek, bid’atlerden temizleyip asrı saadetteki temiz haline getirecek âlim ve arif bir zat olacağı belir­tilmiştir. Bu zatın İmâm-ı Rabbâ­nî olduğunda bütün alimler itti­fak ettiler. Zira o, Peygamber efendimizden tam bin sene son­ra dünyaya gelip rayından çık­mış olan İslam dininin esasları­nı, hurafe ve bidatlerden temiz­leyerek yeniden asliyetine ka­vuşturmuştu.

Çok kıymetli eserleri vardır. Mektubat kitabı üç cilt olup beş yüz otuz altı mektubunun toplanmasından meydana gelmiş­tir. Kelam, fıkıh bilgilerini ve Resulullah’ın “sallallahü aleyhi ve sellem” güzel ahlakını açıklayan bir deryadır. Bu eser, İstanbul’da Hakikat Kitabevi ta­rafından Müjdeci Mektuplar adıyla Türkçe’ye çevrilerek bas­tırılmıştır.

Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil

    Not: Bu makale Tarih ve Düşünce Dergisi Sayı 4/40, 20034 Sayısında yayınlanmıştır.

Post Views: 21

1 thought on “İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh)”

  1. Geri bildirim: İlâ-yı Kelimetullah – Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil

Bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Son Yazılar

  • Fitne Devleti!
  • En Sevgili Efendimiz ve Sevdalıları
  • Karaman’ın Enver Paşa’sı!
  • İktidar ve muhalefet
  • Mudanya Yörükleri!

ASRIN İHANETİNİN ANALİZİ

https://www.ahmetsimsirgil.com/asrin-ihanetinin-analizi/

https://www.youtube.com/watch?v=SR8QxJsKmt4

Hayatı

1959′da Boyabat’ta doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini aynı yerde tamamladı. 1978′de girdiği Atatürk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü’nden 1982′de mezun oldu. 1983′te aynı bölümdeki Yeniçağ Anabilim Dalı’nda Araştırma Görevlisi olarak vazifeye başladı. 1985′te Yüksek Lisansı’nı tamamladı. 1989′da Marmara Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü’ne naklen geçiş yaptı.

devamını oku…

©2023 Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil | Powered by SuperbThemes & WordPress