İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, 9 Eylül’de İzmir’in kurtuluşu vesilesiyle düzenlediği bir program sırasında yaptığı konuşma ile yıllardır tartışılan bir meseleyi yeniden gündeme taşıdı…
Konuşmasında isim vermiyordu. Ancak tarihten bugüne mesaj verdiği açıktı. Söylediği ifadeler de tarihî açıdan yenilir yutulur cinsten değildi. Dolayısıyla bir anda tartışmalar alevlendi.
Önce Tunç Soyer’in söylediklerini hatırlamakta fayda var:
“Yüz yıl önce bu toprakları yönetenler gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içerisinde idi. Gençleri, kadınları ve hatta çocukları düşünmediler. Saraylarındaki saltanatı korumak için bütün bir milleti ateşe attılar. İnsanlık onurumuzu ve yaşam hakkımızı ayaklar altına aldılar ve teslim oldular. Emperyalist ülkelerin askerleri de şehri işgal etti…”
Tunç Soyer’in bu sözleri ile kimi kastettiği açıktı. Başta Vahideddin Han olmak üzere geriye doğru Osmanlı padişahlarına atıf yapıyordu.
Oysa bu sözlerin muhatabı onlar olamazdı. Zira onun söylediği dönemde Osmanlı Devleti darbe ile Sultan II. Abdülhamid’i deviren İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin idaresindeydi. Bu sırada Sultan Mehmed Reşad’ın ismen hükümdar olduğu hususunda kimsenin şüphesi yoktur.
Devletimizi I. Cihan Harbi’ne gözü kara bir şekilde onlar atmışlardı. Milyonlarca Müslüman halkın şerefi, izzeti onlar sebebiyle payimal olmuştu. Mondros Mütarekesi ile emperyalistlere onlar teslim olmuşlar ve vatanımızın işgaline onlar imza atmışlardı. Ardından da ülkemizi terk edip kaçmak zilletini yaşadılar.
Vahideddin Han’ın Soyer’in söyledikleri ile zerre kadar ilgisi yoktur. O bitirilmiş, mahvedilmiş ve düşmanlarının insafına terk edilmiş vatan parçasını kurtarabilmek için ateşten gömleği gözünü kırpmadan giymiş ve ne yapabileceğinin derdine düşmüştür.
Zira Kurtuluş Savaşı, I. Cihan Harbi’nin devamı olarak İttihatçıların imzaladığı Mondros Mütarekesi kararlarına istinaden ülkemizi işgale kalkışan emperyalistlere karşı verilecektir. Yeni ve ayrı bir savaş değildir.
Bütün bunları Tunç Soyer bilmiyor mu? Elbette biliyor! İzmir’in kurtuluşu diyeceksin, Yunanlıların adını ağzına almayacaksın. Söyle kimden kurtardın?!. Emperyalistler diyeceksin, İngiliz’i söylemeyeceksin. Sinsi bir şekilde İttihatçıların ihanetlerini padişahlara yükleyeceksin. Kurduğun dört cümlenin üçü ecdadına hakaret olacak. Yazık! Bunun adı; tarihine, ecdadına ve vatanına karşı kullanılmak üzere devşirilmiş olduğunu haykırmaktan başka bir şey değildir!..
Agamemnon ve tarih şuuru!
Tunç Soyer sadece sözleri ile değil icraatları ile de bu tavrını sürdürmektedir. Nitekim İzmir’deki yüzer iskeleye Agamemnon adını vermiş olması bunun en açık örneğidir.
Kendisi bu durumu “ne var bunda biz Yunanlılarla yüzlerce yıl bir arada yaşadık” diye savunuyor.
Ne kadar insancıl diye bakabilirsiniz. Peki, bu toprakları vatan edinen ve yüzlerce yıl idare eden Osmanlılara bu denli husumetinin sebebi nedir? Bir Osmanlı padişahının adını da yaptırdığı bir esere verebilir mi acaba?
Agamemnon adı Yunan mitolojisinin güçlü figürlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Bu durumda Soyer, Yunanlıların tarihî köklerine kadar saygı gösteren zihniyet yapısıyla arz-ı endam ediyor.
Peki, Türk milletinin köklerine bu şekilde bir muhabbeti var mı acaba? Oğuz Kağan, Ergenekon, Kürşad adları da onun için değerli mi? Adlarını yaşatmak için bir çabası var mı?
Diğer taraftan Agamemnon adı sadece Yunan mitolojisindeki kahramanı ifade etmiyor. Emperyalist ülkeler dediği fakat adını vermediği İngilizler 1915 yılında Çanakkale’yi geçip İstanbul’u işgal etmek üzere gelirken donanmalarındaki en büyük zırhlılarından birinin adı Agamemnon idi. Oradaki savaşta yara alarak çekildi.
İngilizler savaş bittikten sonra bu zırhlıyı özel olarak Girit’e çektirdiler. Mondros Mütarekesini bizimkilere burada imzalattılar. Böylece Çanakkale hezimetinin izlerini silip “Agamemnon Çanakkale’yi bir kez daha zapt etti” mesajını verdiler.
Tunç Soyer’de bu mesajı bir asırdan sonra yeniden İzmir halkının zihninde canlı tutmak üzere limana bu adı verdi.
Tunç Soyer’e sormak lazım. “Süleyman Fethi Bey kimdir, hiç duydunuz mu?” Şayet İngiliz’in ve Yunan’ın binde biri kadar tarih şuurunuz olsaydı o limana Süleyman Fethi Bey’in adını verirdiniz.
Evine kim dönsün?
Öte yandan Tunç Soyer’in 9 Eylül dolayısıyla yaptığı bu konuşma Yunanlıların zulümlerini geçip padişahlara hakarete varan tavırları büyük bir tartışmayı da beraberinde getirdi. Yazılı ve görsel basında sosyal medyada Tunç Soyer’in tavrı ağır bir şekilde eleştirildi. O ise Atatürk’ün nutuktaki bazı ifadelerine sığınarak ve onu kullanarak kendisini aklamaya çalıştı.
Tunç Soyer’i eleştirenler daha çok Murat Bardakçı’nın Şahbaba kitabına atıfta bulundular. Murat Bardakçı bundan duyduğu büyük rahatsızlığı Fatih Altaylı’nın programında dile getirirken Kurtuluş Savaşını Vahideddin’in başlatmadığını iddia etti. Oysa “Şahbaba” kitabında bu sözünün hilafına pek çok bilgi bulunuyordu.
Altaylı da ertesi günkü yazısında, “Konu kapanmıştır, herkes evine” diyerek bir yazı kaleme aldı.
Murat Bardakçı söyledi ve konu kapandı öyle mi? Tersini söylese kendisi evine kapanır mıydı bilemiyorum. Sanki bütün belgeler Murat Bardakçı’da, sanki o, tarihçilerin kutbu ve sanki onun söyledikleri nasmış gibi sosyal ilimlere hiç gitmeyen bir tarzla mevzuyu kapatıveriyorlar!..
Birincisi Sayın Bardakçı tarihçi değil. Bir tarih araştırmacısı… Osmanlı ailesinden aldığı bazı belgeler Şahbaba kitabına elbette bir değer kattı. Ancak tüm belgeler bu kitapta toplanmış demek cehaletin dibine düşmek olur. Dönemin İngiliz belgeleri, İngiliz gazeteleri, Osmanlı arşivi, dönemin nice devlet adamlarının (Ahmed İzzet Paşa, Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Şevket Süreyya, Falih Rıfkı Atay, Tarık Mümtaz Göztepe, Lord Kinross, Charles King vs.) hatıratları ve daha niceleri yüz binlerce bilgiyi ve belgeyi barındırmaktadır.
Nitekim Anadolu’ya gönderiliş meselesi Mustafa Kemal Paşa’nın Vahideddin Han ile Yıldız Sarayı’nda 15 Mayıs 1919’da yaptığı görüşmede netleşecek ve yine Mustafa Kemal’in kendi anlatımıyla tarihlere geçecekti. Falih Rıfkı Atay, “Çankaya” isimli eserinde bu olayı geniş bir şekilde naklederken Kurtuluş Savaşını bizzat Vahideddin Han’ın başlattığını Mustafa Kemal’e söylediği şu ifadelerle belirtecektir:
“Paşa, paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir ve tarihe geçmiştir… Bunları unutun. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, devleti kurtarabilirsin!..”
Bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın belirttiği bu ifadeler elbette meseleyi kökten çözmeye yetmektedir.
Ancak Osmanlı Arşiv Belgeleri de, bu ve bundan önceki Vahideddin Han ve Mustafa Kemal Paşa görüşmelerini, Anadolu için yapılan planları, fevkalade yetkilerle donatılmasını, masraflarının karşılanması için verilen meblağları ortaya koymaktadır.
(Bkz. Atatürk ile ilgili arşiv belgeleri, Başbakanlık Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Belge, 19/a, sf.22; belge 20, sf.22; belge 22-26, sf.24-27, Ankara 1982; Genelkurmay Ataşe Arşivi, Belge.107/1, 65/1, 73/1; Bilal N. Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk (1919-1938), c.2, Ankara 1992, sf. 97)
Dönemin sadrazamlarından ve hatta sadrazamlığını başta Mustafa Kemal’in desteklediği Ahmet İzzet Paşa da bu konuyu dillendirirken, “Bu memuriyet resmî hükûmetin değil, Padişah’ın düşüncesinin ürünü ve tedbirinin eseridir. Babıali ve Harbiye Nezareti, Saray’dan aldıkları işaretle bunu uygulamaya koymuşlardır” demektedir (Feryadım, c. II, s. 212).
İşte evine kapanacaklar, bütün bu gerçeklere gözünü yumanlar olacaktır.
Öte yandan bir de tartışmalara katılıp suret-i haktan görünenler var. Güya Vahideddin Han’ı koruyorlar. Yahu koruma yapma kardeşim, gerçekleri söyle! Tarih, koruma düşüncesiyle yazılmaz. Birileri II. Abdülhamid Han’dan muazzam bir mirası cebren alacak. Dokuz senede bu güçlü vatanı tarumar edecek. Yüz binlerce vatan evladını ölüme sürükleyecek, Neredeyse yedi milyon kilometrekare büyüklüğündeki ülkeyi bir milyonun altına düşürecek. Onu da I. Cihan Harbi’ni kazanmış emperyalist devletlere yaptıkları mütareke ile işgal hakkını tanıyacak… Bütün bunlara iki kelam etmeyip Vahideddin Han’ı güya bir taraftan korurken bir taraftan da “acizdi, zavallıydı, çok hataları vardı…” diye ahkâm keseceksin!
Asıl aciz sizsiniz ki doğruları dahi yazma cesaretini gösteremiyorsunuz! Zavallı ezik ve korkaklar!
TEFEKKÜR
Kim ki bilmez özünü bilmeye hergiz sözünü
Kendi özün anlamayan bilmedi bu kâr nedir
Nesîmî
(Kendi özünü bilmeyen kişi, sözünü de bilmez.
Kendinden haberi olmayan, işinin ne olduğunu bilmez.)
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
23 Eylül 2022
Türkiye Gazetesi
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-ahmet-simsirgil/632844.aspx