Kitab-ı Dede Korkud’da, Kayılar hakkında şu çarpıcı ifadeler yer almaktadır: “Ahir zamanda hanlık tekrar Kayı’ya geçe. Kimse ellerinden almaya.” Kayı ne demektir ve kimdir Kayılar? Kayı’nın anlamı sağlam, kuvvet ve kudret sahibi demektir. Damgası, iki ok ile bir yaylı oktur. Oğuzlar hakkında bilgi veren Reşidüddin ve Ebü’l-Gâzi Bahadır Han’a göre Kayı boyu, Oğuz eli’nin en asil, en üstün ve en şerefli boylarından biridir. Avşar, Begdili, Kınık ve Salur gibi hükümdar çıkaran boylardandır. Ruhi ve Müneccimbaşı gibi müellifler Dede Korkud’un yukarıdaki ifadelerini naklettikten sonra “Bu dediği Osman neslidir, işte sürüp gidiyor” diyerek atıfta bulunmuşlardır. Osmanlılar hakkında bilgi veren ilk kaynaklar Osmanlı – Oğuz ilişkisine hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde yer verdikleri halde Oğuz’un hangi boyuna mensup olduğu hakkında bir açıklamada bulunmamışlardı. Osmanlıların Kayı boyundan geldiğini belirten ilk dönem eserlerinin başında Yazıcıoğlu Ali’nin Selçukname’si gelmektedir. 1423 yılında Sultan II. Murad Han’a hitaben yazılan eserde Reşidüddin, İbn-i Bibi ve Ravendi’nin etkisi görülmektedir. Yazıcıoğlu Ali eserini yazarken Osmanlı – Oğuz – Kayı ilişkisinde tarihî Oğuz rivayetlerinden ve Oğuzname’nin Uygur versiyonundan yararlanmıştır. Osmanlıların, Kayı boyuna mensubiyetini gösteren en mühim kaynaklardan biri de Beyati Şeyh Hasan’ın Câm-ı Cem Âyin isimli eseridir. Fatih Sultan Mehmed’in oğlu Cem Sultan’ın arzusu üzerine yazılan eserde Şeyh Hasan, Osmanlıların Kayı boyundan geldiklerini Oğuznamelere dayanarak ortaya çıkarmıştır. Şeyh Hasan’ın bu eseri II. Bayezid devrinin önemli müelliflerinden Mehmed Neşri’ye de kaynaklık etmiştir. Bursa’da müderrislik yaptığı bilinen Mehmed Neşri tarih ilmine büyük katkıda bulunmuş, kendisinden sonra gelen tarih yazarlarına etki etmiş kıymetli bir ilim adamıdır. Kitab-ı Cihannüma adıyla sekiz ciltlik bir dünya tarihi yazmıştır. Bunlar dan yalnız Osmanlı Hanedanı’nı içeren altıncı kısmı zamanımıza kadar muhafaza edilebilmiştir. Neşri burada öncelikle Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan tarihi sürekliliğine vurgu yapar ve girişi üç tabakaya ayırır. Birinci tabakada Oğuz Han evladı ve Oğuz Han soyunu anlatır. Neşri bu bölümde Türklerde saltanatın, Oğuz’un Gün Han oğlu Kayı Han’ın ve oğullarının elinde asırlarca kaldığını belirtir. Bir zaman sonra saltanatın Dağ Han oğlu Salur boyuna geçtiğini ifade eder. İkinci tabakada Türklerde saltanatın sol koldan Oğuz Han oğlu Deniz Han oğlu Kınık nesline geçtiğini ifade eden Neşri, Selçuklu aileleri ve devletini kısaca anlatır. Üçüncü tabakada ise Osman Gâzi oğullarını beyan eder ve Nuh aleyhisselamın oğlu Yafes’den Oğuz’a sonra Kayı’ya ve nihayet Ertuğrul Bey’e kadar uzun bir şecere nakleder. Nihayet, 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir imparatorluk haline gelen Osmanlı Devleti’nde hanedanın Kayı ile ilişkilerinde modern tarihçile – rin ifadelerine de başvurmak yerinde olacaktır. Mesela 16. asrın ilk çeyreğinde eserini kaleme alan Kemalpaşazade bir taraftan hanedanın dini misyonunu açık bir biçimde vurgularken menşei konusunda ise eski eserlerle tenakuza düşmez. Cengiz Han’ın önünden kaçan Türkmenlerin, Belh’den Anadolu’ya göçüp yerleşmelerine atıfta bulunur ve Kayı’ya vurgu yapar.
Ecdad-ı izamı Cennet-mekân idi! Arap, Acem, Kürt veya Türklüğü tartışma konusu olan büyük devlet ve ilim adamı İdris-i Bitlisi’nin tarihe dair yazdığı Heşt Behişt isimli eseri de bu konuya öncülük eden kaynak kitaplardandır. Osmanlı tarih yazıcılığına yenilikler getiren ve önemli katkılarda bulunan İdris-i Bitlisi Osmanlı’nın soyu konusunda da çok net bilgiler verir. “Çeşitli kitaplardan rivayet, eski tarihlerden mütalaa ve mukarrer oldu ki” diyerek Osmanlı soyu hakkında şu malumatı nakleder: “Ecdadı izamı cennet-mekân olan mücahidler babası Osman Bey’in doğum yeri ve makamı ve kavminin çıkış yeri Türkistan ve Turan- zemin idi. Onların silsileleri Oğuz Han’a ve Kayı Han’a ulaşır.” İdris-i Bitlisi bundan sonra Kayıların, Gazneliler döneminde Selçukilerle İran- zemine geldiklerinden ve daha sonra Ahlat civarına yerleştiklerinden Moğolların baskınları sırasında ise Söğüt ve Domaniç’e nakillerinden uzun uzadıya bahseder. Ayrıca Ruhi Çelebi, Lütfi Paşa ve Karamani Mehmet Paşa gibi dönemin kıymetli ilim adamı ve tarihçileri de Osmanlı Hanedanı’nın Oğuzların Kayı boyuna mensubiyetini hiç kuşku duyulmayacak bir biçimde belirtmişlerdir. Enveri’nin Düsturname’sinde Osmanlıları belki de biraz daha ululamak kastıyla Seyyitlerle akraba yapmaya çalışmış ancak bu görüş kendisinden sonra hiç taraftar bulmamıştır. Yine batılılardan Gibbons’un Osmanlıları Moğollardan gösteren ifadelerini ise Fuat Köprülü açık bir biçimde çürütmüştür. Bütün bu kaynak ve deliller Osmanlı menşei hakkında bilgi veren, araştırma yapan son yüzyılımızın tarih alanındaki değerli bilim adamlarını ve araştırıcılarını hep aynı isme yöneltmiştir ki o da Kayı olmuştur. Prof. Dr. Şehabeddin Tekindağ, Prof. Dr. Faruk Sümer, Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, Prof. Dr. Feridun M. Emecen, Prof. Dr. Fahamettin Başar, Prof. Dr. Üçler Bulduk, Prof. Dr. Mehmet İnbaşı, Doç. Dr. Erhan Afyoncu ve Doç. Dr. Erol Kürkçüoğlu bu ilim adamlarımızdan bazılarıdır. Kayı boyu, yirmi dört Oğuz boyu arasında Reşideddin’in listesinde en başta yer almıştır. Bu liste Oğuz boylarının İslamiyetten önceye ait tarihlerindeki siyasi ve sosyal mevkileri esas alınarak yapılmış olduğundan dolayı onların Oğuzların en mühim ve en asil boyu olduğunu göstermektedir. Nitekim tarihi ananeye göre hükümdar çıkaran beş Oğuz boyundan da biridir. Yine Reşideddin’deki Türklerin tarihi bölümünde yazıldığına göre Müslüman Oğuz Hükümdarı Ali Han zamanında Seyhun Nehri’nin sol yakasında oturan ve kırk bin atlı çıkaran Oğuzların başında Kayı’dan Korkut Bey reislik yaptığı belirtilmektedir. Daha sonra Selçuklu ailesinin de Korkut Bey’in reislik yaptığı bu boydan çıktığı belirtilmektedir. Osmanlı Ailesi İlk Kayı oymakları, Anadolu’nun fethi sırasında Sultan Tuğrul Bey ve Alparslan’ın emirlerinin maiyetinde olarak Ahlat bölgesine gelmişler ve buradan Anadolu’ya karşı gerçekleştirilen gaza hareketine iştirak etmişlerdi. Ertuğrul Gâzi’nin ataları olan Kayı oymağı ise Moğolların Türk-İslam dünyasını kan ve ateşe boğduğu sırada Mahan’dan çıkarak Azerbaycan’a doğru yürüdü. Bu bölgelere yerleşmek mümkün olmadığından Ahlat’a doğru hareketlendiler. Bu sırada başlarında olan Kızıl Buğa 1220 senesinde Ahlat’a ulaşmadan vefat etti. Yaşı yetmişin üzerinde idi. Oğlu Kaya Alp Kayıları selametle Ahlat’a getirdi. Burada Melik Eşref’in hizmetine girdi. Büyük hürmet ve saygı gördü. Ancak Moğolların etkisi ve talanı dur durak bilmiyordu. Moğolların önünden kaçan Haremşah Şirvan üzerinden Ahlat’a girdi. Melik Eşref ve kardeşi Anadolu Selçuklu sultanı Alaaddin Keykubad’a sığındılar. Ahlat’a yerleşen Harezmşah etrafı talan etti. Gerek bölge halkı gerekse Kayılar bu durumdan büyük sıkıntı çektiler. Hastalanan Kaya Alp seksen beş yaşında vefat etti ve Ahlat’ta defnedildi. Moğol istilasının Ahlat’ı tehdit etmesi üzerine Kaya Alp oğlu Gündüz Alp (veya Süleyman Şah) Mardin’e geldiler. Burada hüküm sürmekte olan ve kendileri gibi Kayı boyuna mensup oldukları ifade edilen Artuklu hizmetine girdiler. Ancak Moğolların istila hareketi durmuyor ve bir ateş gibi her tarafı sarıyordu. Nitekim saldırıların Mardin ve çevresine doğru yayılması üzerine Gündüz Alp ve beraberinde bulunan Kayılar Anadolu içlerine doğru hareketlendiler. Bu sırada Malatya havalisinde bulunan Germiyanlılar Kütahya bölgesine doğru giderlerken Kayılar da batıya göç ederek önce Erzurum yakınlarındaki Pasinler Ovası’na sonra da Sürmeliçukur’a yerleştiler. İlk dönem Osmanlı kaynaklarına göre Kayılar Sürmeliçukur’dan Erzurum ve Erzincan’a daha sonra Amasya yoluyla Haleb’e göçmüşlerdir. Ancak Caber Kalesi civarında reisleri Süleyman Şah, Fırat’ı geçerken boğulmuştur. Bu hadise üzerine bir kısmı Çukurova’ya gelerek yerleşirken diğer bir kısmı Pasin Ovası’na Sürmeliçukur’a geri gelmiştir. Süleyman Şah’tan (veya Gündüz Alp) geriye cihan devletli ve savaşçı dört evlât kalmıştı. Sungur Tegin, Gündoğdu, Ertuğrul ve Dündar. Ertuğrul ve Dündar arasında kardeşliğin yumuşaklığı vardı. Aynı yumuşaklık ve muhabbet Sungur Tegin ile Gündoğdu arasında da bariz bir şekilde hissedilmekteydi. Ertuğrul ileri görüşlülüğü ve bilginliğinden dolayı diğer kardeşlerden daha seçkindi. Şecaât ve insanlıkta da kavminin övüncü ve iftiharı durumundaydı. Babasının meskenindeki daimî fitne ve fesattan, Cengiz Han askerlerinin art arda memleketlerine girmesinden dolayı gayet bıkmış ve usanmıştı. Kavmi bu denli yağma ve çapuldan çok zarar görüyordu. Etraftaki melik ve sultanların yurtları hakkında olgun bir tahmin yürüttü. İleri görüşlülük gözüyle Cengiz Han’ın askerlerinin çıkışının, cihanın memleketlerini zapt etme ve Arap ile Acem meliklerini mağlup etme yönünde olduğunu mülâhaza etti. Aşiretin geleceği ile ilgili olarak bir toplantı sırasında şu fikri ileri sürdü: “Kabilemiz ancak Sultan Alâeddin Keykubad’ın Rum sınırındaki devletinin himaye ve sığınma gölgesinde huzur ve sükûnet bulur. Onların vakitlerinin ekserisi savaşta geçiyor, en azından hepimiz yiğitlik ve şecatimiz devam edene kadar ve karnımız doyana kadar gaza ve cihad ile meşgûl oluruz. Maddî ve manevî saadetle, dinî ve dünyevî faydalarla muradımıza ereriz. Bu şekilde bu dünyada bolluk ve refah içinde yaşar öbür dünyanın hediyesine de lâyık oluruz”. Ertuğrul yerinde fikir ve mütalaaları ile kavim ve aşiretinin çoğunu kendine tabi kıldı. Küçük kardeşi Dündar da Ertuğrul’la hem fikir oldu ve onun tâbiyetini seçti. Ancak ağabeyleri Sungur Tegin ile Gündoğdu aynı görüşte değildi. Biraderlerine karşı mübalağaya varan ısrarlara rağmen, Ertuğrul’un dert ortaklığı bir mesabeye varamadı. Neticede onlar kendilerine tâbi kabîle mensuplarıyla berâber Ahlat’a geri döndüler.
Kendi kavminden olan ve hepsinin de savaş günü adamı olduğu anlaşılan dört yüz kırk dört namlı mert, Ertuğrul ve kardeşi Dündar’la uygunluk ve ittifak sağlamıştı. Ertuğrul’un ittifak sağladığı bu cengâverler gurubu bir müddet daha Sürmeliçukur’da kaldıktan sonra Ertuğrul’un fikrine uygun olarak batıya yani Rum hududuna doğru yöneldiler. İşte kaynaklarda verilen bilgilere göre son üç nesil Osmanlı ailesi hakkında Ertuğrul Bey’in kardeşleri olarak Sungur Tekin, Gündoğdu ve Dündar Bey zikredilmekte babaları olarak da Gündüz Alp ve Süleyman Paşa’nın ismi geçmektedir. Onun da babası ise Gök Alp’tir. Tartışılan konu, kaynaklarda Ertuğrul Gâzi’nin babasının adının iki ayrı şekilde belirtilmiş olmasıdır. İlk Osmanlı tarihçilerinden Ahmedî, Enverî ve Karamânî Mehmed Paşa babasının Ertuğrul Gâzi’nin babasının adının Gündüz Alp olduğunu yazarlarken Oruç b. Âdil. Âşıkpaşazâde ve Neşrî gibi tarihçiler ise Süleyman Şah olarak kaydetmişlerdir. Günümüzde araştırmacılar Ertuğrul Bey’in babası olarak verilen Süleyman Şah adının doğru olmadığı konusunda neredeyse ittifak halindedirler. Bunun en önemli nedeni olarak; Osmanlı Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti’nin devamı sayıldığından, Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu Kutalmışoğlu Süleyman Şah’a bir saygı ifadesi olarak bazı tarih kayıtlarında Osmanlılarının Atası Süleyman Şah olarak yazılmış olması gösterilmiştir. Ayrıca Osman Bey’e ait ele geçen bir sikkede “Osman b. Ertuğrul b. Gündüz Alp” ibaresinin bulunması bu fikri daha da güçlendirmiştir. Yine Ertuğrul Bey’in Gündüz adlı bir oğlunun bulunması, babasının adını oğluna verme geleneğini hatırlatarak bu tezi güçlendirmiştir. Aslında bütün bunlara rağmen Osman Gâzi’nin sikkesi üzerinde oluşan tereddütler bu konuda kesin bir yargıya varmamızı güçlendirmektedir. Satuk Buğra’nın Abdülkerim, Çağrı Bey’in Davut, Sultan Alparslan’nın Muhammed adını alması gibi Türklerde Türkçe isimler yanında İslami bir isim alma geleneğinin Osmanlı ailesinde de uygulanır olması dolayısı ile Gündüz Alp ile Süleyman Şah denilen şahsiyetin aynı kişi olması da gözden uzak tutulmamalıdır.
Gelecek sayıda Süleyman Gündüz Alp’in faaliyetlexrini ve parlak şahsiyetini tanıyacağız.
Not: Bu makale Kepenek Dergisi Sayı 1 ( Haziran 2015) S. 72-77’de yayınlanmıştır.