II. Abdülhamid Han konuşulmaya başlandığında onu sevenlerin dahi zaman zaman istibdat ve müstebit gibi yakıştırmalar yaptığına şahit olmaktayız. Kitaplarımızda hâlâ “İstibdat Dönemi” yazısını görüp kahrolmaktayız. Hâlbuki yüce hakana yapılan bu isnatlar tam bir İngiliz ve Yahudi çalışmasının ürünüydü.
Zira İngilizler binlerce ajanı ile İslam dünyasını karıştırmaya Müslümanları halifesine karşı ayaklandırmaya ve neticede son İslam devletini ortadan kaldırmaya çalışırken buna karşılık II. Abdülhamid Han da kurmuş olduğu muazzam Yıldız İstihbarat teşkilatı ile bu yıkımı önlemenin gayretindeydi. Bunda başarılı da olmuştu.
Onu deviremeyeceklerini anlayan İslam düşmanları bu defa milletinin gözünden düşürme faaliyetleri ile iftira kampanyaları yaptılar. Neticede II. Abdülhamid Han’ı saltanattan uzaklaştırmayı başardıklarında İttihatçılara ilk yaptırdıkları iş, Osmanlı Devleti’nin en hayati damarı olan İstihbarat teşkilatını kaldırtmak olacaktı.
İstihbaratın kaldırılmasının ilk meyvesini de Trablusgarp’ta yani Libya’da yediler. İtalyanlar Trablusgarb’ı işgal etmek için dünya devletlerini tarafına çekerken ve hazırlıklarını yürütürken İttihat ve Terakki hükûmetinin ruhu dahi duymamıştı. Onlar neredeyse son nota verilip savaş başlayıncaya kadar İtalyanların çıkarma yapmayacağını düşünüyorlardı. Nitekim aynı husus Balkan harplerinde de yaşanacak ve ancak o zaman istihbaratın önemini kavrayabileceklerdi.
Ba’de harabü’l Basra…
Dolayısıyla İtalya’nın Trablusgarp’ı işgal hazırlığından Osmanlı kamuoyunun da son ana kadar haberi olmamıştı. İttihatçılar Trablusgarp konusunda bu kadar aymazlıkla ihanet denilecek davranışlar içerisinde iken Türk-İslam âlemi haberin duyulmasıyla birlikte müthiş bir infial gösterecekti. Kırım’dan sonra en büyük tepkiyi Trablusgarp’a karşı vermişti.
Vatanın her parçası sanki Turgut Reis emanetine ağlamaya başlamıştı. Herkes karınca misali safını göstermeye, elinden ne gelirse yerine getirebilmek için fedakârlık yapmak üzere harekete geçmişti.
Halk şehir meydanlarında ve hükûmet binaları çevresinde toplanarak gösteri ve mitinglerle saldırıyı kınayıp protesto etmeye başladı. Bu sebeple Avlonya’dan Şam’a, Üsküp’ten Bağdat’a kadar hemen her yerde yardım heyetleri harekete geçti.
Osmanlı toplumu İtalya’nın Trablusgarp’a saldırısı karşısında kısa sürede yekvücut olmuştu. Saldırıyı hukuk dışı, insanî ve medenî değerleri yok sayan, İslam ümmetini inciten ve üzen vahşi ve haksız bir fiil olarak değerlendirmişti.
Kısa sürede teşkilatlanan Müslümanlar ülkenin dört bir yanından Merkezî Hükûmet’in çeşitli makam ve yetkililerine gönderilen yazı, telgraflar ve eylemleri ile tepkilerini ortaya koymaya başlamıştı. Kamuoyu fiilî tepkilerle birlikte bazı yükümlülük ve sorumlulukları da kendiliğinden üstlenmek için yarış hâlindeydi.
İslam dünyası teyakkuzda!
İstanbul’da kısa sürede Trablusgarp ve Bingazi mücahitlerine erzak ve saire sevk etmek maksadıyla heyetler teşkil olunmaya başlandı.
Adanalılar, İtalyan tecavüzünü İslam âlemini teessüre düçar eden bir vahşilik olarak değerlendirirken, güçlü bir donanmanın bir an evvel meydana getirilmesi için yardımlar toplanmaya başladı.
İçel halkı da dört senede elli bin lira vererek bir savaş gemisi satın almayı kararlaştırdılar. Aynı şekilde Zile halkı verdikleri yazılı dilekçe ile bir savaş gemisi almayı taahhüt ederek alınacak bu gemiye “Zile” adının verilmesini istemişlerdir.
Anamur halkı donanmaya 14.000 lira vereceklerini taahhüt ederken iki saat içinde 2.300 lira topladıkları ifade edilmişti.
Aydınlılar, İtalya’nın Trablusgarp’a saldırısını eşkıya tecavüzü olarak değerlendirerek namussuz ve haysiyetsiz yaşamaktansa vatan uğrunda şan ve şerefleri ile ölmeyi tercih edeceklerini belirterek hükûmeti fedakârlığa davet ve her türlü desteği sağlamayı vadetmişlerdir.
Kayseri’de büyük bir kitle İtalyan tecavüzüne karşı faydalı olabileceği her türlü vazifeyi kabule hazır olduğunu, icabında gönüllü olarak çetecilik (milis) hizmetinde de bulunabileceklerini bildirmiştir.
Keskin halkını temsilen Müslüman, Ermeni, Rum ve Protestan ruhanî lider ve temsilcileri ortak imza ile yardım toplamaya girişmişlerdi.
Şam, Kerkük, Beyrut, Akka, Elaziz, Diyarbakır, Eskişehir, Çorum, İskilip, Gümüşhacıköy, Niksar, Sivas, Koyulhisar, Bafra, Edirne, Trabzon, Gürün, Havza, Erzurum, Narman, İspir, Tercan, Bitlis, Ahlat, Malazgirt, Malatya, Pütürge, Kütahya, İzmit, Adapazarı, Balıkesir, Seyitgazi, Ödemiş, Anamur, Bandırma, Bergama, Kirmastı (Kemalpaşa), Kastamonu, Boyabat, Gelibolu, Yanya, Siroz, Pirlepe ve neredeyse bütün il ve kasabalarda halk İtalyanların vahşi saldırısı karşısında galeyana gelmiş oldukları hâlde vergilerinin arttırılmasını istemişler ve her türlü fedakârlığa hazır olduklarını belirtmişlerdir.
Osmanlı dışındaki İslam dünyasının tavrı da farklı değildi. Başta Hindistan’ın Rampu, Lekhüd, Lekto, Lahor, Haydarabad, Bengal eyaletleri olmak üzere Mısır, Lübnan, Nablus, Beyrut, Basra, Medine-i Münevvere Müslümanları para yardımı için seferberlikler başlatmışlardır.
Bugünkü Türkiye’den daha büyük bir Türk yurdunun elden gitmesi manasına gelen bu işgal karşısında İmparatorluğun içinden ve dışında büyük bir heyecan husule gelmişken İttihatçı hükûmet ise acizlik içerisinde güya Avrupa’yı endişelendirmemek adına adımlar atmaktaydı.
Trablusgarp’a gitmek maksadıyla resmî makamlara müracaat eden gönüllülere karşı çekimser ve hatta karşı duruyordu. Trablusgarp muharebesinde hizmet etmek üzere oraya gitmek isteyenlerin talepleri, hükûmetçe yapılmış bir tahsisat bulunmadığı gerekçesiyle geri çevriliyordu.
Buna karşılık yayımladıkları bir genelge ile Osmanlı memleketlerinde bulunan İtalyanların can ve mal güvenliğinin sağlanması ve herhangi bir tecavüzün meydana gelmemesi için yetkililerce gerekli tedbirlerin alınmasında eksiklik gösterilmemişti.
İlk kez bütün bir İslam ahalisi el ve gönül birliği içerisinde Trablusgarp için seferber olmuş fakat toplanan muazzam miktardaki paraların akıbeti hiçbir zaman bilinememiştir.
Millîliği yitirme, soysuz olursun!
Diğer taraftan İtalyanlar, üç hafta içinde (1-19 Ekim 1911), Tunus’la Mısır arasındaki muazzam Güney Akdeniz sahillerine kolayca hâkim olmuşlardı. Fakat bu sahillerden bir kilometre bile içeriye nüfuz etmek, kendilerine çok pahalıya mal olacaktı. Zira bu bölgelerde Osmanlılara tam tabi bulunan Senusîler hâkim durumda idiler.
Bu sırada Senusîlerin başında Seyyid Ahmed Şerif bulunuyordu. Ahmed Şerif, Eylül 1911’de Trablusgarp’ın İtalya tarafından işgal edilmeye başlanması üzerine Fransızlara karşı Tunus’ta dokuz yıldan beri sürdürdüğü mücadelenin ardından İtalyanlara karşı cihada ağırlık verdi.
Böylece İtalyanlar sahil şeridini kolayca ele geçirirken Senusîler iç bölgelerde şanlı bir mücadelenin fitilini ateşlediler. Ahmed Şerif es-Senûsî bölgedeki zaviye şeyhlerine ve kabile liderlerine mektuplar yazarak savaşa hazır olmalarını emretti. Ayrıca Osmanlı devlet erkânına ve İslâm dünyasındaki diğer liderlere gönderdiği mektuplarda acilen yardımda bulunmalarını istedi. İslam dünyasından o güne kadar görülmemiş yardım ve paralar İttihatçı hükûmetin elinde toplandığı hâlde bir miktar tıbbî yardım dışında hiçbir destek verilmeyecekti.
Dolayısıyla halkta İttihatçı liderlere karşı kin ve öfke oluşmaya başlamıştı. Koskoca bir kıtanın bu şekilde bir aymazlıkla elden çıkmasının faturasının kendilerine kesileceğini gören Enver Bey yanında birkaç genç subayla bölgeye geçti. Senusî birlikleriyle direniş hareketine katıldılar. Trablusgarp’ta vatan savunmasına koşan subaylar arasında Binbaşı Enver Bey, Halil Bey (Enver Bey’in amcası), Nuri Bey (Enver Bey’in kardeşi), Kolağası Mustafa Kemal, Fuat Bey, Ali Fethi Bey (Okyar), Ekrem Bey, Albay Neşet Bey ve isimlerini sayamadığımız pek az gönüllü grubu vardı.
Mart 1912’de Senusî ihvanı Bingazi’ye saldırarak İtalyanları zor duruma düşürdü. Derne’ye ağır saldırılarda bulunmaya başladılar. Artık İtalyanları zor günler bekliyordu…
İtalyanların birkaç yüz Türk’ün, hatta subay kıtlığında Türk çavuşlarının idare ettiği birkaç bin yerli ile yıllarca başa çıkamamaları, Avrupa’da İtalyan ordusunun prestiji için ağır bir darbe olmuştur.
İtalyanlar bu durumda Osmanlıyı barışa zorlamak için Rodos ve 12 Ada’yı geçici olarak işgal ettiler. Trablusgarp’taki direnişe bir son verilmezse adalara el koyacaklarını bildirdiler.
Bu arada yine derin gafletlerin neticesinde Balkan Savaşı’nın patlak vermesi sebebiyle İttihatçılar Eylül 1912’de İtalya ile müzakere masasına oturacak ve Uşi Anlaşması ile de Libya’dan çekilecektir.
Libya elden giderken Osmanlı merkezinde ise iktidar kavgaları yaşanıyordu. İttihat ve Terakki liderleri, gerek Trablusgarp ve gerekse seçimler (sopalı) dolayısıyla halk nezdinde bütün prestijinin bittiğini görmüşlerdi. Balkan problemleri de büyümeye başlamıştı. Bu itibarla daha güçlü bir biçimde gelebilmek için bir müddet siyasetten çekilmeye karar verdiler. Böylece Trablusgarp ve Balkan facialarının faturalarını başkalarına kesmek kolay olacaktı.
Neticede, İttihatçıların Hakkı Paşa’nın yerine getirdikleri Said Paşa görevden ayrılabilmek için meclisten itimat reyi (güvenoyu) istedi. O bu reyi alamayacağını düşünüyor ve mesuliyetten kurtulmak istiyordu. Ancak meclisin kendisine güvenoyu vermesi karşısında şaşkın kaldı ve ertesi gün bu defa da istifasını sundu (16 Temmuz 1912).
Bu durum karşısında Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın başkanlığında yeni bir kabine teşkil olundu. İtalyanlarla başlayan barış görüşmelerini artık yeni hükûmet yürütmeye başladı. Trablusgarp hadisesinde zaten teslim noktasına gelinmişti. Heyetler uzun görüşme ve pazarlıklar sonunda Lozan yakınlarındaki Uşi (Ouchy) kasabasında nihaî barış antlaşmasını imzaladılar. Böylece bir yıl, on yedi günlük Türk-İtalyan savaşı bitti.
Yapılan muahedeye göre Trablusgarp vilâyeti ile Bingazi sancağı, İtalya’ya bırakıldı. Bu arada II. Abdülhamid Han’ı tahttan indirirken kumpaslar kuranlar şimdi de Müslüman dünyasının gözünü boyamak amacıyla yeni bir kumpas tertiplediler.
15 Ekim tarihli olarak düzenlenen bir belgeyle Trablusgarp vilâyeti ve Bingazi sancağına muhtariyet veren ve bir nâib-i saltanatla bir kadı tayin eden padişah emri yayımlandı. Saltanat naipliğine kendisine vezirlik tevcih edilerek Şemseddin Bey memur edildi. Böylece kamuoyunda İtalya’nın muhtar bir eyalete el koymuş olarak gösterilmesi amaçlanmıştı.
Rodos ve 12 Ada hakkında ise, Balkan Savaşları sırasında Yunanlılar tarafından işgal edilebilir korkusuyla savaş sonuna kadar İtalyanlarca muhafaza edilmesi kararını aldılar. Hukuken Osmanlıya ait olan bu adalar Lozan’la resmen İtalya’ya bırakıldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar ele geçirdikleri bu adalardan çıkarken Türk Dışişleri makamına “12 Ada’yı size bırakalım” teklifini İsmet İnönü, İngilizlerle aramız bozulur diyerek reddedecek 1947 yılındaki görüşmeler sonunda ise tam bir teslimiyetle Yunanlılara bırakılacaktır.
Libya ve 12 Adalar meselesini “ver kurtul” parolası ile halleden İttihatçılar, artık rahatça gözlerini kapayıp uyuyabilirlerdi.
Enver Bey, Cağbûb Zaviyesinde Ahmed Şerif’e Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp’tan çekilme sebeplerini boş yere anlatmaya çalıştı. Bu büyük mücahit gerekçeler ne olursa olsun anlaşmanın kendisini bağlamayacağını, bu durumu kabullenemediğini söyleyip Enver Bey’e yol verdi.
Enver Bey ve gönüllü Osmanlı subaylarının cepheden ayrılmasından sonra direniş hareketinin kumandasını üzerine alan Ahmed Şerif kısa zamanda büyük başarılar kazanacaktır. İnsan şu suali sormadan edemiyor: Ya Sultan II. Abdülhamid Han başta bulunduğu hâlde milleti ve devleti ile bu mücadele verilmiş olsaydı, neler olurdu?
Enver Bey ve yanındakiler Trablusgarp savaşlarından sadece payeler elde ederek ve tekrar kaybettikleri prestijlerini kazanarak döndüler. Ancak bir milyon kilometrekarelik koskoca bir ülke geride kalmış, Osmanlı Devleti’nin Afrika kıtası ile bağı kopmuş bulunuyordu…
Şimdi düşünelim. Dün Trablusgarp elden giderken sadece idare kademesi susmakta bütün bir millet ise yekvücut ağlamaktaydı. Bugün ise idari kadromuz bu kadim İslam beldesine sahip çıkarken “Libya’da ne işimiz var” diyenleri görmek gerçekten üzüntü vericidir.
Millîliği kaybetmemek gerek!
TEFEKKÜR
Milliyeti nisyan ederek her işimizde
Efkâr-ı frenge tebâiyyet yeni çıktı
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
24.01.2020
Türkiye Gazetesi