28 Şubat süreciydi. Hedef Müslümanlar olduğu için İslami yaşantıyı bozma uğruna her türlü propaganda da yapılmaktaydı.
Türkçe ezan Türkçe Kur’ân tartışmaları had safhadaydı. Başörtüsü problemini ben çözerim diyenler ekranlardan inmiyordu. Keyfine göre tefsir yapanlar her gece bir TV’de idi.
Böyle bir tartışma programında anlı şanlı bir profesörümüz daha genç doçent ve profesörlerle hararetli bir tartışmanın içerisine girmişti.
Diğerlerinin akıl almaz uç fikirleri karşısında anlı şanlı profesörümüz alıklaşmıştı:
Nasıl olur? Nasıl böyle söylersiniz? Cinsinden ifadelerle saçmalıklarına dikkat çekmek istedi.
Diğerleri de hocanın bu çıkışı karşısında şaşkındı. “Hocam biz bu yolu senden öğrendik, bize her konuda içtihat edebileceğimizi siz söylemiştiniz” dediler.
Bu çarpıcı gerçek karşısında öteki ancak, “iyi de canım bu kadar da olmaz ki” diyebildi.
Evet, ana daireden yani ehl-i sünnet itikat ve inancından bir kere çıkılmaya görsün soluğu nerede alacağınızı bilemiyorsunuz. Zira artık derya gibi bir alan var. Yolu, meydanı, sahanı kafana göre istediğin kadar genişlet! Hatta olmadı adına da yine kendi aklına göre bu da ehl-i sünnet dersin ve kendini ferahlatırsın!
Nasıl ki zulüm iğne deliği kadar da olsa zulüm sayılıyorsa ehl-i sünnet itikadından da kıl ucu kadar ayrılsan o artık Resul’ün yolu olmaktan çıkar. Başka bir inanç hâline gelir. Bunu benim veya senin belirleme hakkın yok.
Bu yol şanlı Peygamberimiz tarafından belirlenmiştir.
Dar bir alanda değildir. Geniş bir otobandır. Ancak her şeyin olduğu gibi bu otobanın da sınırları vardır.
İşte, yerine göre benlik yerine göre nefis ve yerine göre ilim insana bu sınırları zorlatır. Nice mübahlar olduğu hâlde insanın sınırı aşıp haramlara yönelmesi gibidir.
Nitekim helal yiyecek ve içecekler sınırsızdır. Haramlar pek azdır. Ancak mayası bozuk olanlar her şey harammış gibi konuşur ve haramı seçer.
İnanılacak esaslar da bellidir. Buna rağmen kendi aklını beğenenler felsefe yaparak “ben neden bir şey ortaya koyamayacağım” diye efelenir.
İşte ehl-i sünnet büyükleri kılı kırk yararak itikattaki ve ibadetteki bütün hususları belirlediler.
İnsanların zorda kalacağı hiçbir husus bırakmadılar.
İnsanoğlu yaşamaktansa tartışmayı seçti.
“Elde Kur’ân gibi burhan varken başka delil aramak zaiddir” deyip önce âlimleri sonra şanlı Peygamber efendimizi yok saymaya başladılar.
Ülkemizi bu noktada etkileyen şahısların önderleri Afgani, Abduh ve Reşid Rıza idiler.
Afgani ve Abduh mason localarına da bağlı olup son büyük imparatorluğumuzun mahvında mühim rol oynadılar.
Reşid Rıza kendisi masonluğa kayıtlı olmamakla birlikte mason Abduh ve Afgani’ye taparcasına bağlıydı.
Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim düsturu uyarınca “Reşid Rıza mason değildi” diyerek övünmek nasıl bir tenakuzdur. Masonun elinde oyuncak olan onların fikirleri ile beslenen bir adam masonluğa kayıtlı olsa ne olur olmasa ne olur?
Öyle bir sinsi çalışma ki!
Reşid Rıza dinî açıdan büyük ölçüde İbni Teymiyye ve İbni Kayyım el-Cevziyye damarından beslenmiştir. Bu ikisinin nasıl doğru yoldan ve itikattan ayrıldığını erbabı iyi bilir. Dolayısıyla Reşid Rıza’nın fikirleri ehl-i sünnet inancı ve itikadına neredeyse taban tabana zıttır. Ehl-i sünnet görünümü, siyasette II. Abdülhamid Han’a sözde bağlılığında olduğu gibi sadece gafil Müslümanları aldatmak içindir.
Misal olarak hocası Abduh, fikirlerini ortaya koyarken bir konuda Mutezilî, bir başka konuda Selefî, bir diğer konuda ise Eş’arî gibi hareket etmekte beis görmemekteydi. Bu mudur ehl-i sünnet itikadında olmak?
Buna karşılık talebesi Reşid Rıza da Hanbelilik çizgisine mensup gibi görünürken Vehhabiliğe meylediyordu. “el-Vehhâbiyyûn ve’l-Hicaz” eserini yazarak Vehhabilik hareketinin gelişimine fikrî manada katkıda bulunmaya çalışıyordu. Böylece bir taraftan da hareketin o dönemdeki lideri Abdülaziz b. Suud’un (1880-1953) siyasetine destek vermeye çalışıyordu. Bugün dünyada Vehhabilik inancının ve politikasının ne olduğunu anlamayan bir Müslüman kaldı mı acaba?
Diğer taraftan bu tip bid’at sahipleri Peygamber efendimizin temiz yoluna vurma noktasını çok sinsice planlamakta ve uygulamakta mahirdirler. Reşid Rıza da İslam âlimlerini gözden düşürmek ve dinin herhangi bir meselesini değiştirmek ve bozmak istediğinde: “Bu mevzu İsrailiyyattandır”, diyerek kalplere şüphe tohumları ekmektedir. Bu ifade, saf veya cahil bir Müslümanın zihninde acaba ne çağrıştırır? İyi düşünmelidir. Herhâlde bu konuyu Yahudiler uydurdu veya onlardan bize nakledildi, öyleyse kabul edilemez. İşte Reşid Rıza’nın sinsice vurguladığı ifadelerden biri budur.
Mesela Deccal, kıyametin kopması ve Hazreti İsa’nın nüzulüyle ilgili rivayetleri İsrailiyyat kategorisinde değerlendirmek suretiyle kökten reddetmiştir.
O, bunu yaparken tabiinin büyüklerinden Kâ’bü’l-Ahbar’ı da İslam inancını kasten bozma teşebbüsüyle itham etmiştir.
Oysa Kâ’bü’l-Ahbar, Yemen Yahudilerinden olup, Tevrat hakkındaki geniş bilgisiyle meşhur bir âlimdi. Babasından kendisine intikal eden tahrif edilmemiş (bozulmamış) bir Tevrat’ta Peygamber efendimizin vasıflarını görünce derhal İslam’ı kabul etmişti. Hazreti Ömer efendimiz döneminde Müslüman olduğu bildirilen Kâ’bü’l-Ahbar, Yahudi âlimleri ile yaptığı münazaralarda doğru yolu ortaya koyarak kendilerini İslamiyet’i kabule teşvik etti. Bunun için Tevrat’ı kullanması Yahudileri perişan etmeye yetiyordu. Bu itibarla Yahudiler kendisine karşı aşırı kinlenmişlerdir. Hakkında çok yalan uydurmuşlardır. Maksatlı kaleme alınmış tarih kitaplarına onunla ilgili akıl almaz iftiralar yazmışlardır. Güya Hazreti Ömer efendimizin şehadetinde onun parmağı vardır. Hâlbuki Hazreti Ömer, Abdullah bin Zübeyr, Abdullah bin Abbas, Ebu Hüreyre kendisinden istifade eden sahabelerdir.
O, İslam âlimleri tarafından Ehli Kitap nakledicilerinin en güvenilir olanı kabul edilmiştir. Geniş bilgisi keskin hafızası konusunda ittifak vardır.
Reşid Rıza ise bir taraftan İsrailiyyatı eleştirip diğer taraftan İsrailiyyatı İslam’ın içerisine soktu diyerek Kâ’bü’l-Ahbar’ın Müslümanlığını tartışma konusu yaparken bazen de tam tersi bir tutumla Ahd-i Atik’e başvurarak ehl-i sünnet büyüklerinin tefsir ve hadis kitaplarındaki rivayetleri reddetmiştir. Nitekim A’râf suresi 133. ayetini tefsir ederken, Ahd-i Atik’teki “Çıkış” kitabından aldığı bilgileri İslam kaynaklarındaki rivayetlere tercih etmiştir.
Mucize düşmanı
Bid’at ehlinin ve ehl-i sünnet muarızlarının en mühim özellikleri ehl-i sünnet âlimlerine fütursuzca saldırmalarıdır. Biz bunların hatalarını ortaya koyduğumuz zaman ise nedense öteleyici oluyoruz. Onları ise bu davranışları sebebiyle tenkit etmeyip özgür düşünce sahipleri diye yüceltiyorlar. Bakalım Reşid Rıza’da özgür düşüncenin sınırı nereye kadar gitmektedir?
Diyor ki: “Şayet Kur’ân’da Hazreti İsa ve Hazreti Musa’yı teyit eden mucizelerden söz edilmeseydi kim bilir belki de Avrupalı özgür düşünürlerin İslam’a yönelip hidayete ermeleri daha fazla ve daha hızlı olabilirdi”.
Haşa Cenabı Hakk’ı İslamiyet’in yayılmasında engel göstermek midir özgür düşünce? Cenabıhakk’ın seçtiği ve insanlara hakkı tebliğ için gönderdiği peygamberlerini teyit etmesinden rahatsızlık duyması nasıl bir hezeyandır. Haşa Cenabıhakk’a yarattığı kullarına nasıl hitap etmesini bu haddini bilmeyen düşünür müsveddesi mi öğretecektir?
Neredeyse İslam’ın göz bebeği bütün müfessirleri ve muhaddisleri suçlayacaksın ancak bizim bir kısım ilahiyatçıların ifadesiyle “gerçek İslam’da birlik kahramanı” diye savunulacaksın. Yazık…
Reşid Rıza, tefsirinde geniş düşünce hürriyetini savunur. Düşünce sisteminin ve felsefenin ise tefsirde yeri yoktur. Zira tefsirden maksat murad-ı ilahi’yi anlamaktır. Kendi indi görüşlerinle zamanın insanlarının hoşuna gidecek bir takım fikirler serdetmek değildir. O, bu yaklaşımı sebebiyle tefsirinde yeri geldikçe büyük müfessirleri tenkit etmekten geri durmamıştır. Başta müfessirlerin şahı Kadı Beydavi olmak üzere Kurtubî, Tûsî, Fahreddin Razi, Nesefi, Ebussuud Efendi gibi müfessirleri taklitçi diyerek suçlamıştır.
Nitekim Reşid Rıza, Peygamber efendimizin döneminde ayın yarıldığı (inşikâku’l-kamer) mucizesini kabul etmemiştir. O, bu hadiseyi şanlı peygamberimizin nübüvvetine delil teşkil eden bir mucize değil, kıyametin kopuş zamanına matuf bir işaret olarak almıştır. Ona göre Peygamber efendimizin döneminde ayın gerçekten yarıldığını bildiren rivayetler İsrailiyyat türündedir.
Yine Reşid Rıza, Bedir Savaşı’nda Allah’ın bin melekle Müslümanlara yardım ettiğini bildiren ayetleri (Enfal suresi: 9-10) açıklarken de ehl-i sünnet tefsir âlimlerinin hilafına olarak kendi şahsi fikirleriyle yorumlamaya kalkmıştır. Meleklerin fiilen savaşa iştirak etmelerinin mümkün olmadığını belirterek, zikredilen ayetlerde Allah tarafından Müslüman savaşçıların kalp ve gönüllerine manevi destek verildiği şeklinde fikrini savunmuştur.
Aslında Reşid Rıza, Kur’ân-ı kerimi akli bir mucize olarak belirttikten sonra hem geçmiş peygamberler hem de Peygamber efendimize ait hiçbir mucizeyi kabul etmemektedir.
Yunus Emre ne güzel söylemişti: “Bilene bir söz yeter sende güher var ise”.
Anlamak ve görmek istemeyene ise ne desen, ne söylesen, bir değil binlerce delil getirsen boştur.
TEFEKKÜR
Hakikate hiç inanmaz, yarasa kaçar ziyadan,
Karga çöplükten tat alır, bülbüldür gülü arayan.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
20.09.2019
Türkiye Gazetesi
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-ahmet-simsirgil/609876.aspx