Üstad Necip Fazıl’ın Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerini tanıması ile birlikte yaşantısı da değişmişti.
Otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.
Demek suretiyle yepyeni bir yolun kapısını aralamıştı. Kişi sevdiğine benzemek ister. Onun için insan sevdiklerini iyi seçmeli ve ona göre sevmelidir. Zira o kaptan kendisine de sızıyor, yani onun hasletlerinden etkileniyor, ona benzemek istiyor. Eshab-ı kiram efendilerimiz şanlı peygamberimiz Muhammed aleyhisselamı görerek sevdikleri ve kendisine tam uydukları için onun gibi olmaya çalıştılar, ondan etkilendiler ve ümmetin en yükseklerinden oldular.
Necip Fazıl Bey, Abdülhakim Arvasi hazretlerini çok severdi onu dinlemeye doyamazdı. Bir sohbetinde iken kendisinin uzun uzun dinleyebilmek sevdasıyla hocasına bir soru arz etti: “Efendim kâmil ve iyi bir Müslüman nasıl olmalıdır?”
Ardından uzun bir sohbet dinlemeye kendisini hazırlamıştı.
Fakat Abdülhakim Arvasi hazretlerinin cevabı üç kelime olacaktı:
“Nasip meselesi Necip”!
Düşünene, fikredene, anlayana ne müthiş bir cevap bu!
Eskiler nasiple ilgili ne güzel ifadelerde bulunmuşlardır. Hak nasip etmeyince bir şeye nail olamayacaklarını bilmişlerdir.
Yunus Emre bir kıtasında şöyle der:
İlahi miskince adem oğlanı
Varup tutmaz bir mürşidin elini
Helal haram kazandığı malını
Ele nasip eder kendi yiyemez.
Mal gibi, rızık gibi ahlak da bir nasip meselesi midir? Güzel ahlak ve edep nasıl elde edilir? Vatan, bayrak, ezan sevgisi nasıl kazanılır? Gerçekten bazılarının bu konularda gayretsiz, hamiyetsiz ve hatta ahlaksız tavırları insanı düşündürmektedir.
Değerlerinden nasipsiz olanlar!
Yahya Kemal Beyatlı, “Aziz İstanbul” eserinde şöyle iç karartıcı bir tespitte veya tefekkürde bulunmuştu:
“Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı”?
Yahya kemal, 1964 yılında bu çarpıcı tespiti neye göre yapmıştı acaba?
Milliyetinden ve milletinden kopmuş, değerlerine yabancılaşmış bir gençliğin yetiştiğini görerek nasipsizliklerine mi yanmıştı?
Gerçekten de tarihine, diline ve dinine uzak kaldığında ecdadını sevemediğinde insan ne kadar değişiyor, başkalaşıyor.
Dili yozlaşmış ve paslanmış bir nesil, muhatabına ancak küfür ve hakaretle kendisini ifade edebiliyor. Muhtemelen Yahya Kemal’in hayıflandığı milliyetlerinden nasipsiz o dönemdeki gençler, mahalle duvarlarını Lenin, Stalin, Mao yazılarıyla dolduruyorlardı.
Şayet bu gençlerimizin gönülleri Bilge Kağan, Osman Gazi, Fatih ve Alparslan aşkıyla yansaydı onları kendilerine örnek edinecekler ve onlara benzemeye çalışacaklardı.
Maalesef, bu konularda cahil bırakılmış genç ne yapsın, bilmediğine tanımadığına nasıl benzesin! İşte o zaman gençler de dinine diline, inancına acımasızca saldırır hâle gelebiliyordu.
Arif Nihat Asya Bey de bu kayıp ve yabancılaşmış, milletine ve değerlerine düşman nesilleri bir şiirinde şöyle tanımlıyordu:
“Oyuncak olmuş diye verilmiş ellerine
Bir takım kölelerin, kundaklarla fitiller…
Ki hepsinin ağzında dişler yılan dişidir,
Yılan dilidir diller!
Böyleleri için mi burçtadır, kubbededir
Gölgesiyle bayraklar, ışığıyla kandiller?
Açılsın gözleriniz ülkeye, ey başları
Kumda olan gafiller:
Bunlar, Viktor Hügo’nun “Sefiller”i değiller
Bunlar bizim sefiller”
Millî Eğitim Bakanı’mıza açık mektup!
Yahya Kemal ve Arif Nihat Asya Beyler bu tahlilleri yapalı yarım asrı geçti. Geldiğimiz noktada bütün bu hadiselerin kat kat fazlasına şahit olan, sosyal medyada ağızlardan salyalar saçanları gören Millî Eğitim Bakanı’mızdan nasıl bir müfredat hazırlamasını beklerdiniz acaba?
Tarih ders kitaplarını yeni baştan ele alarak bilgi yığını olmaktan çıkarıp marifet ve irfanla doldurmasını beklerken, tümden seçmeli hâle getirilmesi kimin aklına gelirdi ki? Şimdi bir kez daha düşünelim tarihe Fransız kalmak gelecekte kimlerin ekmeğine yağ sürecektir?
Buna karşılık yetişen nesillerin en az %80’inin hiçbir işine yaramayacağı belli iken gençlerimizi her hafta beş saat İngilizce okutmaya mecbur tutmak kimlerin baskısı veya arzusu ile olmaktadır sayın Bakan’ın söylemesi mümkün müdür? İngilizceyi seçmeli yapmaya sayın Bakan’ın gücü yeter mi acaba? Fakat o, millî değerleri kazandıracak dersleri pervasızca kaldırmakta bir beis görmemektedir.
Bütün olarak bakıldığında devede bir kıl mesabesinde olmayan birkaç genci Topkapı Sarayı önüne getirip, İlber Ortaylı Bey’e de bir müze dersi verdirmekle her şeyin tamam olduğunu zannetmek ve tarih bilincinin verildiğini gururla belirten bu Millî Eğitim Bakanı’nın nasıl bir tenkit edilmesi gerektiğini bendeniz kestiremedim. Milleti ahmak mı zannediyor acaba?
Şunu da söyleyelim ki bugünkü müzelerimizden tarih şuuru, ecdat sevgisi falan çıkmaz! Siz bu kafayla giderseniz oralarda da Bizans, Eti ve Sümer şuuru vermeye başlarsınız. Zira yıllardır Bizans saksı ve toprak parçaları gözümüz gibi korunmaya çalışılırken Osmanlının tarihi kadar eserleri de harap edildi. Sayın Bakan, bir taraftan Osmanlı tarih derslerini yok saymakta bir beis görmezken diğer taraftan müzelerdeki Osmanlı eserlerine mi değer verecek onlarla mı tarih şuuru kazandıracak hiç anlayamadım! Osmanlı camilerini, mescitlerini, medreselerini, kuş evlerini, sadaka taşlarını, hanlarını, hamamlarını, türbelerini gezerek şuur vereceğiz dese belki anlamaya çalışırdım. Kaldı ki böyle mecburi bir ders de yok!
Bazı dostlarım bana Bakan’ın iyi niyetli olduğunu ve çok önemli işler yapacağını ısrarla belirtiyorlar. Ne yaptı dediğimde önüme müşahhas bir misal getiremiyorlar.
Konuştuğum müdür ve eğitimcilerin %90’ı ise artık “Hocam boş ve kalıplaşmış sözlerden öte hiç bir şey yok” diyerek hayıflanmakta ve ümitlerini yitirmiş durumdalar.
Aslında evvelce atmış olduğu bir Tweet’i Sayın Bakan’ın bu noktada nasıl bir anlayışa sahip olduğunu pek açık göstermektedir. O bir taraftan parlak nutuklar ve şaşaalı cümleler kurmaya devam edecek bir taraftan ise milletin değerlerini tahrip edecektir. Evet Sayın Bakan tweet’inde şöyle diyordu:
“Mesele uzaysa, enerjiyse, tıpsa bilgi geleceğe yönelik ele alınıyor… Mesele dinse, bilgi hep geçmişe dönük konuşuluyor maalesef. Oysa bilgi can’lıdır. An’da yaşar. Can’ı olmayan sadece geçmişe dönük olan bilgi çürür, çürütür atalar dini olur”.
Evet okuduğunuz üzere söz fazlasıyla şaşaalı, belli ki uzay, enerji tıp vs kelimelerle insan cezbeye getirilmek istenmektedir. Peki şu sözlerin sahibi olan bakan şayet dine uzak değilse, dini temellerinden sarsan biri değil de nedir? Dini, fizik, matematik gibi her gün değişecek bir ilim dalı olarak mı görmektedir? Nakli ilimler denildiğinde ne anlamaktadır? Atalar dini olur derken de sinsice bir ifadede bulunduğu gözlerden kaçmamaktadır. Zira Bakan’ın ifadesiyle şanlı Peygamberimize uymak, onun sünneti seniyyesine yapışmak sanki çürümüş bir bilgi yığınından medet ummaya benzetilmektedir. Allahü tealanın indirdiği din her gün değişecekse bu dine, ilahi denebilir mi?
Sayın Bakan yoksa bunun için mi liselere İslam felsefesi dersini yerleştirmeye kalkışmaktadır? İslam, sabah akşam tartışılacak bir obje midir?
Buyur o zaman liselere hukuk felsefesi, tıp felsefesi, matematik felsefesi, tarih felsefesi, yani bütün derslerin felsefelerini yerleştirelim. Sabah akşam tartıştıralım! Her ilmi öğret ama dini tartış öyle mi olacak?
Matematik seçmeli mi olacak denildiğinde ateş basmış gibi cevaplar yetiştiren bakan, tarih, coğrafya ve maddi manevi değerlerimiz denildiğinde duymamakta, görmemekte, anlamamaktadır.
Yazık binlerce yazık! Çocuklarımız, gençlerimiz hâlâ rahmetli Oktay Sinanoğlu Bey’in tabiriyle İngiliz muhiplerinin dayattığı müfredattan kurtulamayacak mı?
Sayın Bakan’ın bu düşünce yapısının menşeini ve dinin nasıl anlaşılması gerektiğini ise inşallah haftaya Cuma Divanı’nda ele alacağım.
TEFEKKÜR
İbtidâ-yı amelin âhiri der-pîş gerek
Kâr-ı evvelde kişi âkîbet-endîş gerek
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
07.06.2019
Türkiye Gazetesi
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-ahmet-simsirgil/608327.aspx