Ramazan-ı şerif bereketleri ile geldi. Müslümanlar, fakir fukara ile zekât, fitre ve sadakalarla mallarını paylaştıkları, gariplere ikramda bulundukları, dünyanın faniliğini hissettikleri ve kulluk şuuruna erdikleri bu ayı en güzel bir şekilde ihya etmeye çalışmalıdır.
Paylaşmak bizim ceddimizin en büyük hasleti idi. Onlar sadece hayatlarında etini ekmeğini paylaşmazlardı. Ayrıca kurmuş oldukları vakıflarla öldükten sonra dahi bu paylaşımı devam ettirmeyi bilmişlerdi. Vakıfları manası bu bakımdan son derece mühimdir.
Nitekim Sultan III. Ahmed Han’ın kızı Fatma Sultan ile eşi Damad İbrahim Paşa’nın vakfiyesi bu hususta çarpıcı hakikatler içermektedir. Bu iki hayırsever insan, kurdukları vakfın manasını anlatırken kâinatta en büyük vâkıf olarak Allahü teâlâyı telakki ettiklerini ve O’nu taklit etmek için mallarını vakıf hâline getirdiklerini belirtmektedir. Şöyle ki:
“Bu dünya ve öbür dünya mahkemelerinin hâkimi ve dünya ülkelerinin olduğu kadar ruhlar ve melekler âleminin de maliki olan Allah, ‘Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler’, âyetinin manasına uygun olarak gerçek varlığı hakkındaki en üstün bilgiyi keşfettirmek için feleklerden müteşekkil dokuz kubbeli bir dershane, topraktan da yedi katlı bir medrese icat ve inşa etti. Daha açık bir ifade ile yer ve gök cisimlerini yarattı.
Sonra bir vakfiye tanzim ederek çok geniş mekâna sahip bu küçük sarayın oturma hakkını, nesilden nesile, benî âdemin meydana getirdiği ailelerden müteşekkil insanlık toplumunun üyelerine vakfetti. Onlara sakin bir hayat temin edecek erzaklar ve azıklar tayin ve tespit eyledi. Bütün dünya sakinlerinin hizmetine lütf u keremiyle nice ürünler ve düzenli gelirler tayin ve vazifeler tahsis etti.
Nihayet açık kanununda (hukuk-ı İslamiye) yürürlükte olan vakfiyenin idaresinin (tevliyeti) din ulemasına, nazırlık görevinin (nezaret) de halifelere ve iyi karakterli hükümdarlara tevcih edilmesini şart koştu.”
Vakfiyede canlı bir tasvirini gördüğümüz bu vakfın vâkıfı Allahu teâlâdır. Vakfettiği şey ise dünyadır. Vâkıf orada hayrî müesseseler olarak, mektepler, medreseler, sebiller, çeşmeler vs. inşa etmiştir. Vakıftan yararlananlara gelince, onlar bütün insanlıktır. Ve vakfın kurucusu olan Allah, bu vakfın her türlü gelirlerini bahse konu olan bütün insanlık lehine tahsis etmiştir. Böylece insanlara takip edilecek bir örnek olarak kendisini teklif eden Cenab-ı Hakk, ulemayı vakfın idare makamına, sultanları da nezaretine tayin ederek, bir vakfın ne şekilde yönetileceğini de onlara göstermiştir.
Vâkıfın ifadelerinden Osmanlıların dünyaya hangi ibret nazarıyla baktıklarını ve kendilerini vakfa yönelten sebeplerin başında da Cenab-ı Hakk’ın ahlakıyla ahlaklanmak olduğunu görmek mümkündür. Bence çok çarpıcı bir misaldir bu.
Hayır babaları!
İşte Osmanlı padişahları ve toplumu, devletin kuruluşundan itibaren bu anlayış üzere hareket etmişlerdir. Açıkçası onların her birine “vakıf adamlar” desek yalan olmaz. Kaynaklarda geçen ifadeler ve yaptıkları işler bunun ispatıdır. İlk Osmanlı tarihçilerinden Âşıkpaşazade’ye göre Osmanlı devletinin kurucuları ve yöneticileri, “… yoksul doyurucu ve sofra sahipleri idi. Dünya halkına nimetler yedirirlerdi.” Yine ona göre devlet yöneticisinin vazifesi elde ettiği birikimleri toplumun hizmetine sunmak, böylece halkını karnı tok, adalet, güvenlik ve huzur içinde yaşatmaktı. Âşıkpaşazade servetin anlamını ve değerini, “Mal odur ki hayra sarf oluna” diye anlatıyordu.
Ahmedî’nin ifadesine göre, Orhan Gazi, “mescid ü mihrab bünyad eylemiş, bunca dâr-ı hayr abad eylemiştir” yani hayır evi kurmuştur. Ona göre I. Murad Han da darü’l-hayr (hayır evi) kurucusudur.
Otuz yıla yakın bir zaman, dünya sahnesinin ender rastladığı bir ustalık ve maharetle devletini idare eden Murad-ı Hüdavendigar, pek çok hayır eseri meydana getirmekle de şöhret bulmuş bir Padişahtır. Günümüze kadar gelen vakfiyesi, onun neler yaptığını, hayrat hakkında neler düşündüğünü göstermektedir. Su tesisleri, Bursa Çekirge’deki cami, medrese, imaret ve misafirhanesi, Bursa hisarında sarayının yanındaki camii, Bilecik ve Yenişehir’de birer cami, yine Yenişehir’de gazi erenlerden Pustinpûş Baba için yaptırdığı zaviyesi, annesi adına İznik’te inşa ettirdiği (1388) imareti en önemlileridir.
Bursa’da, “ahiret için azığımdır” diyerek inşa ettiği imaretine pek çok arazi vakfeden Murad-ı Hüdavendigar, vakfiyeye söyle yazdırmıştır: “İmarete, büyüklerden, âlimlerden, şeyh ve sadattan biri inerse hizmetçi bunlara hizmet eder. Bunların şanına göre onlara hizmet eder. Hayvanlarına da hizmet eder. Bu hizmet sadece büyüklere mahsus olmaz. İmarete inenlerin tamamına böyle muamele yapılır. Hatta fakir ve miskinlere bu yolda hizmet daha evladır. Çünkü onlar, kalbi kırık olanlardandır. İmaretteki kalışları üç günü̈ geçerse bu, mütevellinin reyine bağlıdır.”
Tarihçi Şükrullah, gazi ve şehit Sultan’ın yaptırdığı bu hayır hizmetlerinden bahsederken şunları söylemektedir:
“Bursa’da ahiret için bir yapı yaptılar. Hem misafir evi, hem cami, hem medresedir. Kimsesizler, yoksullar için paçalardan, tatlılardan, ekşilerden daha güzeli olmayan yemeklerin hepsinden verilmesini, konukların hayvanlarının da yemlendirilmesini buyurdu. Hatiplere, hafızlara, müderrislere, müritlere ve öğrencilere vazife karşılığı akça bağladı. O evin karşısında bir kubbe yapılmasını buyurdu. Her gün ayrıca otuz hafız o kubbede güzel sesle Kur’ân okuyup hatmetmektedirler. Mübarek vücudu o kubbede dinlenmektedir.” Bu bilgiler, Sultan Murad Han’ın vakıf anlayışını ve düşüncelerini, halis niyetini göstermesi açısından pek mühimdir.
Eserleriyle sosyal ihtiyaçlara çözüm getiren bu padişahlara “Ebu’l-hayrat” yani “hayrat babası” lakabı verilirdi. Bunlardan biri de II. Murad Han’dır. Fatih Sultan Mehmed, II. Bayezid Han, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman ve onların yanındaki devlet büyükleri âlimler ve zenginler bu kıymetli vazifeyi âdeta yarışırcasına devam ettirmişlerdir.
Neticede Osmanlılarda vakıflar öyle bir inkişaf göstermiştir ki akıllara durgunluk verecek bir dereceye ulaşmıştır.
Osmanlı toplumunda vakıflar sayesinde öyle bir yaşantı oluştu ki bunun ikinci bir örneğini dünyada gösterebilmek mümkün değildir. Vakıflar sayesinde bir adam vakıf evde doğar, vakıf bir beşikte uyur, vakıf mallardan yer içer, vakıf kitaplardan okur, vakıf bir mektepte hocalık eder, vakıf idaresinden ücretini alır ve öldüğü zaman kendisi vakıf bir tabuta konur ve vakıf bir mezarlığa gömülürdü. Bu suretle beşerî hayatın bütün icaplarını ve ihtiyaçlarını vakıf mallarla temine pekâlâ imkân vardı…
Tarih bilmek ecdadını tanımaktır. Onlara benzemeye çalışmaktır.
Bu mübarek ramazan günlerinde ecdadı yâd ederek onlar gibi hayır işlerinde yarışmayı Cenab-ı Hak cümlemize nasip eylesin.
TEFEKKÜR
Mescid ü mihrab bünyad eylemişler
Bunca dar-ı hayrı abad eylemişler
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
10.05.2019
Türkiye Gazetesi
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-ahmet-simsirgil/607888.aspx