Türk-İslâm devletlerinin en büyüklerinden. Oğuzların Üçoklar kolunun, Kınık boyuna mensubdurlar. Onuncu asrın sonu ile on birinci asrın başlarında İslâmiyet’i kabul ettiler, îtikâdda Mâtürîdî, amelde Hanefî olup, Ehl-i sünnet mezhebinde idiler. Selçuklular; Çin’den Batı Anadolu dâhil bütün Ortadoğu ülkeleri, Akdeniz sahilleri, Kuzeybatı Afrika, Hicaz ve Yemen’den Rusya içlerine kadar yayılan hâkimiyetin Türk İslâm kültür ve medeniyetinin temsilcisi oldular.
Hanedana adını veren Selçuk Bey, dokuzuncu asırda Aral Gölü ile Hazar Denizi arasına hâkim Oğuz Yabgu Devleti’nin kumandanlarından Dukak Subaşı’nın oğludur. Dukak ölünce, on yedion sekiz yaşlarındaki Selçuk Bey subaşı oldu. Genç yaşına rağmen yüksek mevkilere ulaşan Selçuk Bey’in devamlı artan bir îtibâra sâhib olması, Yabgu ve hanımını telâşlandırdı. Onu başlarından atmak için çâre aramaya başladılar. Öldürülmekten çekinen Selçuk Bey, kabîlesi ile birlikte oradan ayrıldı. Güney yoluyla muhtemelen 985’lerde Seyhun nehri kenarında bulunan Cend şehrine geldiler. Bölge ve şehir İslâm ülkelerine geçişte hudûd durumunda idi. Selçuk Bey’in idaresindeki Türkler, kısa zamanda İslâmiyet’i kabul ettiler. Bu durum Yabgu ile aralarını iyice açtı. “Müslümanlar gayr-i müslimlere haraç vermez” diyerek Yabgu’nun haraç me’mûrlarını kovdu ve istiklâlini îlân etti. Gayr-i müslim Türkler arasında cihâd faaliyetlerine girişti. Selçuk Bey’in istiklâlini îlân edip, Yabgu’ya haraç vermeyerek, müslüman olmayanlarla mücâdeleye girişmesi, çevrede tanınıp, îtibâr kazanmasına yol açtı. Oğuz Yabgu’suna karşı olan Türkler, etrafında toplandı. Müslümanlardan da destek alan Selçuk Bey, müslüman olmayan Türkler üzerine yaptığı gazalarla şöhret kazandı. Onun bu şöhreti, Mâverâünnehr’de üstünlük sağlamaya çalışan müslüman devletlerden biri olan Sâmânîler ile anlaşmasını sağladı. Sâmânî sultânı, Selçuk Bey’e, devlet sınırlarını diğer Türk akınlarına karşı korumasına mukabil, Buhara yakınlarındaki Nur kasabasına yerleşme izni verdi.
Selçuk Bey; Mikâil, Arslan, İsrail, Yûsuf ve Mûsâ adındaki oğulları ile Büyük Selçuklu Devleti’nin temelini atıp, Tuğrul ve Çağrı adında iki torun bırakarak yüz yaşlarında vefat etti. Selçuk Bey’in büyük oğlu ve Tuğrul ile Çağrı beylerin babası olan Mikâil, babasının sağlığında ölmüştü. İkinci büyük oğlu olan Arslan Bey, babasının yerine geçti. Yabgu ünvanını alarak, Selçuklular da denilmeye başlayan ailesini teşkîlâtlandırdı. Karahanlıların Sâmânî Devleti’ne son vermesi üzerine, Özkend’den kaçan Sâmânî şehzadelerinden İsmail Münteşir, Arslan Yabgu’ya sığındı. Arslan Yabgu komutasındaki Selçuklular, Karahanlılar karşısında başarılı muharebeler yaptılar.
Selçukluların güçlenmesi, bölgenin hâkimi Karahanlılar ile Gaznelileri zor durumda bıraktı. Karahanlı hükümdarı Yûsuf Kadir Hân ile Gazneli Sultan Mahmûd, 1025 senesinde meşhûr Semerkand mülâkatıyla Selçuklu mes’elesini görüştüler. Müzâkereler neticesinde Arslan Yabgu’nun hîle ile yakalanıp, habs edilmesi kararlaştırıldı. Arslan Yabgu, Gaznelilerce yakalanıp, Hindistan’daki Kâlencer kalesine habs edildi. Bu Hâdiseden sonra Selçuklularla Gazneliler arasında açık bir mücâdele başladı. Onun esareti yıllarında Selçuklular, ortak hükümdar sistemiyle idare edildi. Mûsâ’yı yabguluğa, Yûsuf’un oğlu İbrahim’i de yınallığa getirdiler. Mikâil’in oğulları Çağrı ve Tuğrul beyler, amcalarının hâkimiyetlerini tanımakla beraber, ayrı bölgelerde yaşamaya başladılar.
Mahir süvarilerden meydana gelen Selçuklular, kalabalık hayvan sürüleri ve atları için bol otlaklı, geniş yaylalar aradılar. Bu gayeyle zaman zaman komşuları Karahanlılar ve Gaznelilerin sınırlarına taşıp, yerli halkın şikâyetlerine sebeb oldular. Onların bu hâlini kendileri için tehlikeli gören Karahanlılar, Selçuklu ailesi içine nifak sokmak istedilerse de muvaffak olamadılar. Üzerlerine kuvvet gönderildi. Hattâ Yûsuf Bey öldürüldü. Mûsâ Yabgu ile birleşen Tuğrul ve Çağrı beyler, Karahanlı kuvvetlerini yenerek, Yûsuf Bey’in intikamını aldılar. Siyâsî durum iyice gerginleşti. Bölgede değişiklikler oldu. Bir baskınla Selçuklular bir hayli zayiata uğratıldılar. Bunun üzerine Çağrı Bey, dağılan Selçuklulardan üç bin kişilik bir süvârî kuvvetiyle, Gazneli mukavemet mevkilerini aşarak Doğu Anadolu sınırlarına kadar gitti. Van gölü havzasından kuzey Tiflis’e kadar uzanan bölgede keşif hareketi yaptı. Ermeni ve Gürcü kuvvetlerini mağlûb ederek, bölgenin otlak ve yaylaklarının keşfi ile gerekli siyâsî, etnik, kültürel ve askerî stratejik bilgileri topladı. Bizans şehirlerine girdi. Bol ganimetle geri döndü. Keşif hareketi neticesinde, bölgenin Selçukluların yerleşmesine müsait olduğunu tesbit ederek Tuğrul Bey’e rapor verdi. Tuğrul Bey de, ortalığın yatışması için çöle çekilmişti.
Selçukluların esir yabguları Arslan, 1032 senesinde Hindistan’da hapsedilmiş bulunduğu Kâlencer kalesinde vefat edince, Gazneliler ile münâsebet daha da bozuldu. Mûsâ Yabgu ile yeğenleri Çağrı ve Tuğrul beyler kumandasındaki Selçuklu ve Türkmen kuvvetleri, bölgenin en stratejik mevkîinde yer alan ve Gaznelilere ait olan Horasan’a, ani bir taarruzla girerek; Merv, Nişâbur ve Serahs havalisini ele geçirdiler. Gazne sultânı Mes’ûd, Selçukluları tanımak mecburiyetinde kaldı. Mûsâ Yabgu, Tuğrul ve Çağrı beylere bulundukları yerlerin valiliklerini verdi. 1035 yılında yapılan bu andlaşma, dört ay gibi kısa bir müddet devam etti. Yeniden başlayan Gazneli-Selçuklu mücâdelesi, daha da şiddetlendi. Selçuklular, hafif süvârî kuvvetleriyle, Gaznelilerin fillerle takviye edilmiş ağır techîzâtlı, çoğu piyadeden meydana gelen ordusuna, gerilla taktik ve harbleriyle çok kayıp verdirdiler 1038 senesinde Serahs civarında yapılan muharebede, Gazneli ordusu ağır bir yenilgiye uğradı. Gazneli Sultan Mes’ûd büyük bir devlet adamı, cesaretli bir kumandan olmasına rağmen, bu yenilgiden sonra Nişâbur’u Selçuklulara terk edip, kesin netice alınacak büyük muharebeyi devamlı geciktirdi. Tuğrul Bey’in üvey kardeşi İbrahim Yınal, 1038’de Nişâbur’u alıp, Tuğrul Bey adına hutbe okuttu. Nişâbur’a gelen Tuğrul Bey’i muhteşem bir törenle karşıladı. Tuğrul Bey Sultân-ül-muazzam, Çağrı Bey de Melîk-ül-mülûk ünvanını aldılar. Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluş ve istiklâlini îlân ettiler. Selçuklu-Gazneli mücâdelesi 23 Mayıs 1040 Dandanakan Meydan Muharebesi ve Selçukluların üstünlüğü ele almasıyla neticelendi.
Dandanakan’ın muzaffer başkumandanı Çağrı Bey, zafer sonrasında verilen toy yâni büyük ziyafette üstün idarecilik vasfı ve keskin siyâsî zekâsını takdir ettiği kardeşi Tuğrul Bey’i Selçuklu Sultânı îlân etti. Merv başşehir yapıldı. Toplanan kurultayda feth edilecek yerlerle idareciler tesbit edildi. Ceyhun ile Gazne arasındaki bölge Çağrı Bey’e, Bust-Sistan havalisi Mûsâ Yabgu’ya, Nişâbur’dan îtibâren bütün batı bölgeleri Tuğrul Bey’e verildi. Çağrı Bey’in oğlu Yâkutî ile İbrahim Yınal, batı cephesinde vazife aldılar. Hanedandan Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış, Gürcan ve Damgan’a, Çağrı Bey’in oğlu Kara Arslan Kavurd ise, Kirman havalisine tâyin olundular. Vazife taksiminin ardından kısa zamanda; kuzeyde Hârezm dâhil, Mâverâünnehr, Sistân, Mekrân bölgesi, Kirman ve civarı, Hürmüz Emirliği hattâ Arabistan Yarımadası’nda Umman ve dolayları ile Gürcan, Bâdgis, Huttalân tamamen zabt edildi. Tuğrul Bey, Taberistân, Kazvin, Dehistân, İsfehan, Nihâvend, Rey ve Şehrezur’u alarak devletin sınırlarını genişletti. 1046’da Gence, 1048’de Erzen, Karaz, Hasankale, Erzurum ve havalisindeki Gürcü, Ermeni ve Bizans orduları mağlûbiyete uğratıldı.
Henüz yeni kurulan devlet kısa zamanda, Büveyhîlerin işgalindeki Bağdâd hâriç, bölgedeki bütün İslâm topraklarına hâkim oldu. Sultan Tuğrul, Büveyhîlerin işgalindeki halifelik merkezi olan Bağdâd’ı kurtarmak için Abbasî halîfesi el-Kâim bi-Emrillah’ın daveti ile 17 Ocak 1055’de Bağdâd’a girdi. Halîfenin, âlimlerin ve sünnî müslümanların büyük hüsn-i kabulüyle karşılanan Tuğrul Bey, Büveyhî hükümdarlığını yıkarak Abbasî halifeliğini yeniden ihya etti. İslâm âleminin takdirini kazanıp, büyük iltifatlara kavuştu. Halîfeliğe karşı yapılan Fatımî saldırılarını bertaraf etti. Halîfelik makamına ve Bağdâd şehrine hizmetinden dolayı 25 Ocak 1058’de Tuğrul Bey’e iki altın kılıç kuşatan halîfe, onu; doğunun ve batının hükümdarı îlân etti. Selçuklu sultânının, halîfe tarafından “Dünyâ hakanı” îlân edilmesi, Türklere büyük itibâr kazandırdığı gibi, Alplik ruhunu okşayarak islâm dîninin cihâd emrine daha fazla sarılmalarına yol açtı. Aynı sene Tuğrul Bey, tahrikler sebebiyle isyan eden üvey kardeşi İbrahim Yınal’ı cezalandırdı. Çağrı Bey, yetmiş yaşlarında 1060’da, Tuğrul Bey ise, 1063’de yetmiş yaşında vefat etti. Tuğru! Bey, devletini sağlam temeller üzeri ne oturtarak, sınırlarını Ceyhun’dan Fırat’a kadar genişletti. Anadolu üzerine yaptırdığı akınlarla, Bizans idaresinde bulunan bölgenin Türk yurdu olması için ilk harcı koydu.
Tuğrul Bey’in oğlu olmadığından, Çağrı Bey’in oğlu Alb Arslan Selçuklu sultânı oldu. Başa geçer geçmez amcasının veziri Amîd-ül-mülk’ü görevden alarak, yerine Nizâm-ül-mülk’ü tâyin etti. Sultan Alb Arslan, tahta geçmek iddiasında bulunan diğer rakiplerini bertaraf ettikten sonra, batıya yönelerek fetihlere başladı. Kafkaslardan dolaşıp mahallî küçük krallıkları itaati altına aidi. Doğu Anadolu’nun Kuzeydoğu ucundaki meşhûr Ani kalesini 1064’de feth ederek, 16 Ağustos 1064’de Kars’a girdi. Ani, hıristiyan âleminin kutsal yerlerinden biri idi. Bu fetihler İslâm âleminde büyük sevinç kaynağı oldu ve Halîfe Kâim bil-Emrillah, Sultan’a, fetihler babası yâni çok feth eden mânâsına gelen Ebü’l-Feth lakabını verdi. Sultan, 1065 senesi sonlarında doğuya yönelerek Üstyurd ve Mangışlak taraflarına yürüdü. Başarı ile biten seferin sonunda; ticâret yollarını vuran Kıpçak ve Türkmenler itaat altına alındı.
Alb Arslan, 1067 senesinde Kirman melîki olan kardeşi Kavurd’un isyanı ile karşılaştı. Bu isyanı kısa sürede bastırdı (Bkz. Kirman Selçukluları). Öncelikle müslümanlar arasında birliğin te’minini arzu eden Sultan Alb Arslan, Bahreyn taraflarındaki Karmatî sapıkları ve önasya’daki Şiî-Fâtımî kalıntılarını temizlemek için harekete geçti. Şiî-Fâtımî sultasının İslâm ülkeleri üzerinden kalkmakta olduğunu gören Mekke şerîfi, Alb Arslan’a itaatini arz ederek, hutbeyi Abbasî halîfesi ve Sultan Alb Arslan adına okumaya başladı. Doğu ve Batıda sistemli bir şekilde yapılan fetih hareketleri; 1067 senesinde Anadolu’da başlatılan yıpratma ve yıldırma akınları, 26 Ağustos 1071’deki Malazgird muharebesine kadar devam etti. Malazgird zaferiyle Selçuklulara kapıları açılan Anadolu, Türkiye Türklerinin istikbâldeki yurdu durumuna girdi. Malazgird Zaferi sonrasında, Bizans imparatoru Diogenes ile yapılan andlaşma, tahttan indirildiği için tatbik edilemedi. Sultan Alb Arslan, andlaşmanın silâh zoruyla tatbikini kumandan ve beylerine emrederek, bütün Anadolu’nun fethini istedi. Selçuklu emrindeki Türkmen boyları, Orta Asya’dan batıya sevk edilerek, Doğu Anadolu’daki Bizans hududuna gönderildi. Selçukluların gaza akınlarına mukavemet edemiyen Bizans kale ve garnizonları Türklerin eline geçti. Türk akınları Marmara Denizi sahillerine kadar uzandı ve fethedilen Anadolu, iskân edildi. Anadolu’nun Türkleşip, İslâmlaşması için gerekli bütün tedbirler alındı. Sultan Alb Arslan, çıktığı Mâverâünnehr seferinde, esir alınan bir kale kumandanı tarafından şehîd edildi. Türk târihinin büyük sultanlarından olan Alb Arslan, enerjisi, disiplini, yiğitliği ve adaleti ile temayüz etmişti (Bkz. Alb Arslan).
Sultan Alb Arslan vefat ettiğinde, devlet toprakları, doğuda Yaşgar’dan, batıda Ege kıyıları ve İstanbul boğazına, kuzeyde Hazar-Aral arasından, güneyde Yemen’e kadar olan bir bölgeye yayılmıştı.
Alb Arslan’ın yerine oğlu ve veliahdı Melikşâh, Selçuklu sultânı oldu. Sultanlığını tanımayan amcası Kavurd ile Kerez’de yapılan savaşı kazanan Melikşâh bir kaç gün sonra Kavurd’un ölümü ile devet içinda asayişi kısa sürede sağladı. İç işlerini hâlleden Melikşâh, taht mücâdelesinden faydalanarak Selçuklu hududlarına hücûm eden Gazneliler ile Karahanlılara karşı sefere çıktı. Bu sırada Karahanlı Şemsülmülk Nâsır’ın mektubunu aldı ve elçisini kabul etti ise de, hareketinden vazgeçmedi. Tirmiz’i muhasaraya başladı. Emir Savtiğin’in ikmâl yollarını kesmesi, şehrin düşerek Sultan’ın başarıya ulaşmasına ve Şemsülmülk’ün sulhu kabul etmesine sebeb oldu. Gaznelilere karşı, Emîr Gümüştiğin ve Anuştiğin’i gönderdi. Gazneli hükümdarı İbrahim bin Mes’ûd, Melikşâh’ın başarılarının artması üzerine itaate mecbur oldu. Gönderdiği elçilik hey’eti ve hediyelerle iyi münâsebetler te’sis edildi. Sultan’ın kızı Gevher Hâtun’un, Gazneli veliahdı Mes’ûd bin İbrahim ile evlendirilmesi, iki devlet arasında çıkması muhtemel anlaşmazlığı önledi.
Doğu sınırlarını garantiye alan Sultan Melikşâh, babasının vezîri ve kendisinin de hocası olan sapık ve bâtınî akımlara karşı Sünnîliğin müdâfaası için Nizâmiyye medreselerini kurart Tuşlu Nizâm-ül-mülk Hasen’derr vezîrliğe devam etmesini istedi. Bu sayede Selçuklu Devletine ve İslâm dînine çok hizmet etmesine şebeb oldu. Sultan Melikşâh çok hâlim-selîm, affedici, fakat devlet ve millet işlerinde ciddî, müstesna bir şahsiyetti. Devrinde bozkırlardaki Türk boylarını, bütün İran’ı, Arabistan’ı, Suriye ve Filistin’i, idaresi altına aldı. Anadolu’nun fethi üzerinde hassasiyetle durup, babasının vazifelendirdiği amcazadesi Kutalmışoğlu Süleyman Şah ve Türkmen beylerinden Alb İlig, Artuk Bey, Mansur, Dolat gibi komutanlarla fütuhatı sürdürdü. Selçuklu kumandanları, Bizans’ın Türklere karşı kurduğu ölmezler adlı askerî birlikleri mağlûb etti. Artuk Bey, Bizans kuvvetlerini 1074’de Sapanca çevresinde mağlûb ederek, yüz binden fazla Türk, İzmit’ten Üsküdar’a kadar olan sahaya yerleşti. Kutalmışoğlu Süleyman Şah, güneydoğu harekâtıyla, Adana dolaylarını feth etmekle meşguldü. Fırat’ı geçerek Çukurova, Maraş, Tarsus, Antep ve Urfa’ya dağılan Ermeni ve ücretli frank askerlerini Antakya’da, Gümüştiğin de Nizip, Âmid ve Urfa civarında Bizans kuvvetlerini mağlûb ettiler. Artuk Bey, Sultan Melikşâh’ın emriyle Doğu harekâtını idare etti. 1074-1077 seneleri arasında Sivas, Tokat, Çorum havalisini, Yeşilırmak ve Kelkit havzalarını ele geçirdi. Artuk Bey’den sonra yerine Danişmend Gazi geçerek, Amasya ve civarını Karadeniz’e kadar aldı. Mengücük Gazi, Şarkî Karahisar, Erzincan ve Divriği havalisini; Ebü’l-Kâsım da, Erzurum ve Çoruh bölgesini fethetti. Orta, Kuzeybatı ve Batı harekâtını Süleyman Şah idare edip, Bizanslılar ile mücâdele ve onların âsî kumandanları ile ittifak yaptı. Bizanslılar, Balkanlar’daki iktidar mücâdelesi ve iç hâdiseler üzerine Selçuklulardan yardım istediler. Yardım talebleri Selçukluların menfaatleri doğrultusunda karşılandı. Süleyman Şah, İznik’e yerleşerek, bu şehri Türkiye Selçukluları Devleti’nin merkezi yaptı. Selçuklular, Anadolu’da sahil şehirleri dışında Toroslar ve Çukurova’dan Üsküdar’a kadar bütün bölgeye yerleştiler. Bu durum karşısında Avrupalılar Çin’e elçilik hey’eti göndererek, Selçukluların doğudan tazyik edilmesini istediler. Ancak müracaatları netîcesiz kaldı. Süleyman Şah, 1082-1083 senelerinde Bizanslıların elinde olan Adana ile Tarsus, Misis, Anazarba ve bölgedeki diğer yerleri zabtetti. 1085’de Suriye’nin kilit şehri Antakya’yı bir baskınla feth etti. Antakya’nın en büyük kilisesini camiye çevirip, fetih şükrânesi olarak yüz yirmi müezzinin okuduğu ezandan sonra Cum’a namazını burada kıldı. Diyarbekir bölgesinin fethi için Selçuklu seferleri, Fahrüddevle Cüheyr’in İsfehân’a gelmesiyle başladı. Fahrüddevle, buradaki şiî îtikâdlı Karmatîlerin yola sokulması için hareket eden Artuk Bey ve bağlı kuvvetlerle beraber Diyarbekir’e doğru yola çıktı. Şehrin muhasarası sırasında Selçuklu ordusundaki Arab unsurların şehrin müdâfilerinin içindeki Arablarla savaşmaya yanaşmamaları, ordudaki Türkmen beylerini güç durumda bıraktı ise de, Arablardan müteşekkil kısım, bölgede bulunan diğer şehirlerin fethine me’mûr edildi. Fahrüddevle’nin kumandanlığındaki birlikler, çevredeki Mardin, Hasankeyf, Cizre ve daha otuz kadar kaleyi ele geçirdi. Diyarbekir, Fahrüddevle’nin oğlu Zaimüddevle ve emrindeki kuvvetlerin 4 Mayıs 1085’de şehre girmesiyle düştü ve Mervânîler Devleti ortadan kalktı.
Musul’un fethine me’mûr edilen Aksungur ve diğer Türkmen emirleri şehre harpsiz girdiler. Fethi müteakip Musul’a gelen Melikşâh, büyük bir merasimle karşılandı. Musul emîrliğine Şerefüddevle’yi tâyin etti.
Sultan Alb Arslan zamanından beri Suriye ve daha güneye yürüyen meşhûr Selçuklu kumandanlarından Atsız, seferlerini Melikşâh zamanında da sürdürdü. Uzun süre muhasara ettiği Dımaşk’ı 1076 Mart’ında Selçuklu topraklarına kattı. Dımaşk’ın alınmasından sonra camilerde okunan Şiî-Fâtımî ezanını yasaklayarak Cum’a hutbesini Halîfe Muktedî ve Sultan Melikşâh adına okuttu. Daha sonra Selçuklu Devleti’nin “Fatımî Devleti’nin ortadan kaldırılması” politikasına uygun olarak, Mısır’a doğru sefere devam etti. Fakat muvaffak olamadı ve başarısızlığı Suriye emirlrğinden alınmasına sebeb oldu. Yerine Melikşâh’ın kardeşi Tâcüddevle Tutuş getirildi.
Sultan Melikşâh, Kutalmışoğlu Süleyman Şah ile kardeşi Tutuş’un Suriye’deki mücâdelesi üzerine 1086’da İsfehan’dan bölgeye hareket ederek bölgede asayişi yeniden te’sis etti. Haleb valiliğini Aksungur’a, Urfa’yı Bozan’a, Antakya’yı da Yağısıyan’a verdi. 1087 senesinde Sultan Melikşâh, Süveydiye kıyılarından Akdeniz’e ulaştı. Böylece Uzakdoğudan Ortadoğuya kadar hâkimiyet kurdu. Dönüşte hilâfet merkezi olan Bağdâd’ı ziyaret etti. Halîfe Müktedî tarafından iki kılıç kuşatıldı ve 25 Nisan 1087’de “Dünyâ hükümdarı” îlân edildi.
Selçukluların İslâm’a ve insanlığa hizmeti sayesinde kısa zamanda genişlemesi, düşmanlarını hızlı bir faaliyet içine soktu. Bizanslılar ve sapık fırkalara karşı mücâdele eden âlim ve kumandanlar suikastla öldürülüyordu. 1092 senesinde, önce Selçukluların meşhûr vezîri Nizâm-ül-mülk, Hasen Sabbah’ın fedailerinden bir bâtınî tarafından; arkasından Sultan Melikşâh Bağdâd’da zehirlenerek şehîd edildiler.
Melikşâh’ın ölümü ile başlayan saltanat mücâdelesinde Şam Meliki Tutuş, derhal sultanlığını îlân etti. Bu arada Melikşâh’ın hanımı Terken Hâtûnda küçük oğlu Mahmûd’u sultan ve torunu Ca’fer’i halîfenin veliahdı yapmak için bütün kuvvetiyle uğraştı ve 1092’de Mahmûd’un saltanatını îlân ederek, nâmına hutbe okutmaya muvaffak oldu. Yine bu arada tarafdârlarıyla Rey’e çekilen Berkyaruk da sultanlığını îlân etti ve Terken Hâtun’un üzerine gönderdiği orduyu Burucerd’de bozguna uğrattı. Terken Hâtun’un Gence meliki İsmail’i tarafına çekmesi de bir fayda sağlamadı.
Terken Hâtun’un bir suikast neticesinde öldürülmesiyle saltanat mücâdelesi Tutuş’la Berkyaruk arasında kaldı. Tutuş, Rey üzerine yürüdü ise de 1093 yılında vuku bulan uzun mücâdeleler esnasında bir çok emir Berkyaruk tarafına geçti. Bu sayede Berkyaruk karşısındaki orduyu bozguna uğrattı. Ayrıca Tutuş’un ölümü ile bütün rakiplerini bertaraf ederek adına Bağdâd’da hutbe okundu.
Sultan Berkyaruk zamanında Selçuklu Devleti; a-Irak ve Horasan, b-Sûriye, c-Kirman, d-Türkiye Selçukluları olmak üzere dörde bölündü. Ayrıca Doğu Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Türkmen beylikleri ve Atabeglikler ortaya çıktı. Berkyaruk, parçalanan Selçuklu İmparatorluğu’nu toplamaya başladığı bir sırada haçlı orduları da Suriye’ye geldiler. Berkyaruk, haçlılara ve onların Antakya muhasarasına karşı Kürboğa’yı ve Artuklu beylerini sefere me’mûr etti. Anadolu’dan geçen haçlılar, Suriye’ye vardıkları zaman sayıları oldukça azalmıştı. Ancak İslâm dâvasına ihanet eden Şiî-Fâtımîlerin, sünnî müslümanlara karşı haçlılarla ittifak etmeleri, ayrıca Suriye emirleri arasındaki emniyetsizlik ve rekabetler, Tutuş’un oğlu Dukak ile birlikte Suriye kuvvetlerinin haber vermeden çekilmesi, Frenklerin taarruza geçerek, Türkleri bozguna uğratmalarına sebeb oldu. Netîcede ilerlemeye devam eden haçlılar, Antakya’dan bir sene sonra da Kudüs’ü işgal edip şehirde meskun olan yetmiş bin müslüman ve yahûdiyi hunharca katlettiler.
Bu arada Gence meliki ve kardeşi Muhammed Tapar, Berkyaruk’a saltanat iddiasıyla isyan etti. Berkyaruk, 1100 senesinde Sefîdrûd’da mağlûb olmasına rağmen, Muhammed Tapar’ı arka arkaya dört defa bozguna uğrattı. Ahlat’a sığınan Muhammed Tapar, buranın hükümdarı Sülemen’i ve Ani emîri Menuçehr’i hizmetine alarak yeniden savaşa hazırlandı ise de, Sultan Berkyaruk çok kan aktığını, memleketin harap, emir ve askerlerin yorgun olduğunu, hazînenin boş kaldığını, vergilerin tahsil edilemez bir hâle geldiğini ve nihayet İslâm düşmanlarına fırsat verildiğini beyân ederek, gönderdiği bir elçi ile, kardeşini barışa ikna etti. Böylece 1104’de Azerbaycan’da Sefîdrûd hudud olmak üzere Kafkasya’dan Suriye’ye kadar bütün vilâyetlerde Muhammed Tapar sultan tanındı. Bağdâd, Rey, Cibâl, Taberistan, Fars, Huzistan, Azerbaycan, Mekke ve Medîne’nin idaresi de Berkyaruk’da kaldı.
Selçuklu İmparatorluğu iki devlete ayrılmak suretiyle Türkiye ile birlikte üç Selçuklu sultânı ortaya çıktı. Lâkin bu durum çok sürmedi. Çünkü, Berkyaruk hastalıklı olduğu için 1104 senesinde yirmi altı yaşında iken vefat etti. Sultan Berkyaruk, ülkesini düşünen ve milletinin refahı için çalışan bir kimse idi. Ancak kardeş kavgalarının, memleketin birlik ve beraberliğe en muhtaç olduğu bir döneme rastlaması Berkyaruk’u çok üzdü. Buna rağmen fırsat buldukça haçlı kuvvetleri üzerine asker sevk etmekten ve darbeler vurmaktan geri kalmadı (Bkz. Berkyaruk).
Berkyaruk’un vefatıyla oğlu Melikşâh ile Muhammed Tapar saltanat mücâdelesine başladılar. Muhammed Tapar, Bağdâd üzerine yürüyerek fazla zorluk çekmeden 1105’de tek başına sultan oldu. Önce kendisine karşı isyan eden amcasının oğlu Mengübars hâdisesini bastırdı. Daha sonra ülkede uzun zamandır karışıklık çıkaran, anarşiyi tahrik eden bâtınîlere karşı mücâdele etti. 1107’de bâtınîlerin merkezi olan Alamut kalesi kuşatıldı ve çok sayıda bâtınî öldürüldü. Selçuklular arasındaki karışıklıklardan istifâde eden haçlılar, Birinci Haçlı Seferi sonunda Suriye’de haçlı devletleri kurmaya başladılar. Sultan Muhammed Tapar, bunların üzerine ordular gönderdi ise de, kumandanlar arasında tam anlaşma sağlanamadığından kesin sonuca gidilemedi. Sefer kumandanı Emir Mevdud, Şam Ümeyye Câmii’nde bir bâtınî tarafından öldürüldü. Sultan, haçlılara karşı Aksungur’u kumandanlığa getirdi. Bu arada kardeşi Sencer’i Suriye ve Horasan’daki bâtınîlere karşı mücâdele etmekle vazifelendirdi. Alamut üzerine de bir ordu gönderdi. Sultan Muhammed Tapar’ın 1118’de vefatı sebebiyle bu fesad ocağı ortadan kaldırılamadı. Sultan Muhammed Tapar, ilim ve îmar işleri ile de uğraşma fırsatı buldu. İsfehan’da yaptırdığı medresenin bahçesine defn edildi. İleri gelen devlet adamları, Muhammed Tapar’ın henüz küçük yaştaki oğlu Mahmûd’u tahta geçirdilerse de, Melikşâh’ın oğlu ve Horasan meliki olan Sencer, yeğeni Mahmûd’un sultanlığını kabul etmeyerek, saltanat iddiasında bulundu. 14 Ağustos 1119 târihinde yapılan Save savaşını kazanarak sultanlığını îlân eden Sencer, yeğenine evlâd muamelesi yaptı ve kendi hâkimiyetini tanımak şartı ile Rey hâriç, batı ülkelerinin hâkimiyetini ona bıraktı (Bkz. Irak Selçukluları). Sultan Sencer, batı işlerinden çok doğu ile uğraştı. Gaznelilerle savaştı. Karahanlıları kendisine bağladı. Zamanı, Selçukluların son parlak devri idi. Bu arada Selçuklu Devleti’ni iki büyük tehlike tehdid ediyordu. Bunlardan birisi batıdan Anadolu ve Suriye’ye saldırmakta olan haçlılar, diğeri doğudan gelen ve devletin doğu sınırlarını zorlayan Karahitaylar idi. Sultan yalnız bu ikinci tehlike ile uğraştı. Doğu Karahanlılar Devleti’ni yıkarak Seyhun boylarını zorlayan Karahitaylarla çarpışan Sencer, onlarla 10 Eylül 1141 senesinde yaptığı Katvan meydan muharebesini kaybetti. Bu muharebeden sonra Seyhun nehrine kadar olan topraklar Karahitayların eline geçti. Katvan meydan muhârebesiyle Büyük Selçuklu Devleti târihinde yeni bir devir başladı ve Selçuklu ülkesi müslüman olmayan Türk ve Moğol birliklerinin istilâsına uğradı.
Sultan Sencer’in bu mağlûbiyetinden istifâde etmek istiyen Gûr hükümdarı Alâeddîn Hüseyn, yıllık vergiyi vermemek, sultanlık peşinde koşmak gibi davranışlarla Sencer’e olan tâbiliğinden kurtulmaya çalışıyordu. Zâten sınırlarını fazla genişletmesi, bölgenin kuvvet dengesini bozmakta ve bu durum Sultan Sencer’i endişeye düşürmekte idi. Büyük kuvvetlere sâhib olan Gûrlular üzerine yürüyen Sultan Sencer, Haziran 1152’de yaptığı muharebede Gûr ordusunu mağlûb ederek Katvan’da kaybedilen itibârı yeniden sağladı.
Gûr galibiyetinden sonra erişilen ihtişam fazla uzun sürmedi. Vergi tahsili sırasında yapılan haksızlık yüzünden kendi soyundan olan Oğuzlar ile bâzı emirler arasındaki ihtilâflar gittikçe büyüdü. Sultan Sencer, bir kısım ümerânın ısrarı ile göçebe Oğuzların üzerine yürümek mecburiyetinde kaldı. 1153 senesi Mart ayında Belh civarında Oğuzlarla yapılan muharebeyi Selçuklular kaybettiler. Bu ağır mağlûbiyetin sonunda Sultan Sencer esir düştü. Oğuzlar, Sencer’e, esir de olsa sultan gözüyle baktılar.
Esir Sultan’ı kurtarmak için ilk harekete geçen, onu harbe sürekleyen Belh valisi Emir Kumac’ın torunu Müeyyed Ayaba oldu. Sencer, her ne kadar gündüz tahtta oturtuluyor ve zahirî bir iltifat görüyorsa da geceleri demir bir kafeste uyuyordu. Onun adına çok usûlsüz işler yapılıyor ve bâzı vâdlerde bulunuluyordu. Bu durum karşısında Sencer, 1156 senesi Nisan ayında kaçmağa muvaffak oldu. Fakat ağır Oğuz darbesi altında çöken, iç huzursuzluk ve istikrarsızlığa mâruz kalan Büyük Selçuklu Devleti, kendini toplamaya muvaffak olamadı. Her ne kadar tâbi hâkimiyetler Sencer’e kurtuluşundan dolayı memnuniyetlerini ve bağlılıklarını bildirmişlerse de, Selçuklu kumandanları arasındaki mücâdele Sultan’a gerekli imkânı sağlamadı. Sencer, 9 Mayıs 1157 senesinde yetmiş üç yaşında vefat etti. Merv’de daha önce yaptırdığı Dâr-ül-Apir’de defn edildi. Onun vefatından sonra Büyük Selçuklu Devleti’nin İran, Irak, Suriye ve Anadolu’daki parçaları, Selçuklu hanedanına mensup kişilerce idare edilip, on dördüncü asra kadar devam edenler oldu (Bkz. ilgili maddeler).
Devlet Teşkilâtı
Selçukluları meydana getiren Oğuzlar, Orta Asya’dan Mâverâünnehr ve Horasan’a gelince bütünüyle İslâmiyet’i kabul ettiler. Müslüman olmalarıyla eski bozkır kültürünün İslâmiyet’e aykırı olmayan unsurlarını müesseselerinde sentezleştirdiler. Selçuklular, Türk-İslâm unsuru ve müesseselerini bünyesinde toplayan bir devlet karakterindeydi. Türk devlet geleneğinin esâsını teşkil ettiği Selçuklu devlet teşkilâtı; Karahanlı, Samanlı, Gazneli ve Abbasî devletleri teşkilâtından geniş ölçüde faydalanmış ve bunları kendi bünyesinde mükemmel bir suretle esaslaştırmıştır.
Hükümdar
Töre ve müesseselerin tanıdığı haklarla devletin tek hâkimidir. Sultan ünvanlı hükümdarlara umumiyetle Sultânülâzam denilirdi. Türklerdeki Hakan veya Kağan, batıdaki imparator kelimelerinin İslâm! karşılığıdır. Sultan, Türkçe adının yanında islâmî ad da taşırdı. Halîfe tarafından künye ve lakab da verilirdi. Sultan merkezde oturur, ülke toprakları hanedan mensuplarınca idare edilirdi. Merkeze bağlı beylik ve atabeglikler vardı. Sultânın hâkim olduğu ülkelerde adına hutbe okunur ve para basılırdı. Fermanlara ve dîvânın kararlarına büyük sultânın imzası yerine tuğra çekilip, tevkü/nişan yazılır ve emir ondan sonra yürürlüğe girerdi. Harblerde ve devlet ileri gelenleriyle yaptığı seyahatlerde, hâkimiyet işareti olarak başının üstünde atlastan veya altın sırmalı kadifeden yapılmış çetr (hükümdar şemsiyesi) tutulurdu. Çetre, sultânın ok ve yaydan meydana gelen armaları işlenirdi. Hükümdarlık sarayının kapısında veya saltanat çadırının önünde, namaz vakitlerinde, günde beş defa nevbet (mehter) çalınırdı. Sultan, haftanın belirli günlerinde devlet ileri gelenleri ile yüksek mevkili me’mûr ve kumandanları huzuruna kabul edip, memleket mes’elelerini görüşür ve ahâlinin hâlinden haberdâr olurdu.
Saray Teşkilâtı
Saray, sultânın olup, içinde ailesi ve maiyeti otururdu. Saray teşkilâtı ve teşrifatçılık önceleri Oğuz töresine göre yapılırken, sonraları İslâmî hüviyet kazandı. Sarayda, sultanla dîvânlar arasındaki irtibatı Hâcib-ül-hâcib denilen Hâcib sağlar; örfî mes’elelerin hallinde kadıya da yardımcı olurdu. Hâcibler, sultânın îtimâd ettiği şahıslar arasından seçilirdi (Bkz. Hâcib). Emîr-i Candâr; saray muhafızlarının başı olup, maiyetindeki hassa birlikleriyle sarayın ve sultânın emniyetini sağlamakla vazifeliydi. Silâhdâr; merasimlerde sultânın silâhlarını taşıyıp, silâhhânedeki muhafızların âmiriydi. Emîr-i alem; sultânın “Râyet-i Devlet” denilen bayrağını, saltanat sancaklarını taşımak ve muhafaza etmekle vazifeliydi. Emîr-i alem’in maiyetinde alemdarlar vardı. Yasacı; bayrak ve nevbet takımını muhafaza ve idare ederdi. Câmedâr; sultânın elbiselerinin muhafızıydı. Emîr-i meclis; sultânın ziyafetlerini hazırlatıp, teşrifatçılık yapardı. Emîr-i Çeşnigîr; sultânın yemeklerini hazırlayan ve sofra hizmetlerini yapan çeşniğirlerin âmiriydi. Şerabdâr-ı hâs; sultânın şerbetlerini hazırlayan, haftanın belirli günlerinde toplanan mecliste ve yemeklerde hizmetle vazifeliydi. Sehrenk (Çavuş); merasimlerde ve sultânın seyahatlerinde yol açarlardı. Ayrıca, Abdâr, Emîr-i Hares, Üstâd-üd-dâr, Vekîl-i der, Havsalar, Emîr-i şikâr, Bazdâr ve nedimler de sarayda vazifeli kimseler arasındaydı.
Hükümet
Devleti idare etmek için işler dîvânlarda yürütülürdü. Büyük dîvân denilen Dîvân-ı saltanat’da devletin umûmî işleri görüşülüp, yürütülürdü. Selçuklularda büyük dîvândan başka devletin mâlî, askerî, adlî ve diğer işlerine bakan dîvânlar da vardı. Dîvân başkanı, sultânın mutlak vekili olan Sâhib, Sâhib-i dîvân ve Hâcei büzürg denilen vezirdi. Vezîr bir tane olup, alâmet olarak destâr (sarık) ve altın divit verilirdi. Vezîrin diviti, Devâtdâr’da olup, aynı zamanda sır kâtipliği de yapardı.
Selçuklularda, istifâ dîvânı; mâlî işlerle alâkadar olup, en önemli azasına Müstevfi denirdi. Tuğra dîvânı; ferman, berat, menşur, nâme, mektup dâhil, yazışmalara tuğra çekerdi, İşraf dîvânı; Müşrif-i Memâlik de denilen müsrifin amirliğinde umûmî teftiş yapardı. Dîvân-ı arz’a, Arz-ül-Ceyş başkanlık ederdi. Emîr-i ariz de denilen bu zâtın reîsliğindeki teşkilât, millî savunma hizmetleri ve ordunun ihtiyaçlarını karşılamakla vazifeliydi. Şehzadelerin yetişmesiyle alâkadar olan atabegler eyâlet merkezlerinde güvenlik hizmetleriyle ilgilenen ve şıhne (veya şahne) denilen askerî valiler, mülkî idareden mes’ûl olan âmiller ve zabıta hizmetleriyle emr-i bil-ma’rûf nehy-i anil-münker görevini üstlenmiş olan muhtesibler de hükümet teşkîlâtı içinde yer alırdı.
Adlî Teşkilât
Adliye, şer’î ve örfî kaza olmak üzere ikiye ayrılırdı. Şer’î dâvalara kadılar bakardı. Kâdı’l-kudât denilen başkâdı, Bağdâd’da bulunur, merkezde mahkeme başkanlığı yapardı. Başkâdı, diğer kadıları da teftiş ederdi. Kadılar, şer’î dâvalar, tereke (mîrâs), hayrat ve vakıf işlerine bakarlardı. Selçuklu Türkleri Hanefî olduklarından, dâvalar ve mes’eleler bu mezhebin hükümlerine göre halledilirdi. Yanlış bir karar verilmişse, öteki kadılar durumu sultâna bildirerek, düzeltme yapılır, hatânın önüne geçilirdi. Kadıların yetişmesine çok dikkat edilirdi, örfî mahkemelerin başında Emîr-i dâd denilen adalet emîri bulunurdu. Bunlar; devlete, kânunlara ve emirlere karşı gelenlerin dâvalarına, siyâsî suçlara bakarlardı. Bir nevî olağanüstü mahkemeler demek olan Dîvân-ı mezâlim’e başkanlık ederlerdi. Kâdıaskerler, ordu mensuplarının dâvalarına bakardı. Dîne aykırı görülen her harekete muhtesip ânında müdâhale ederdi. Adliye mensupları, bağımsız olup, büyük ve eyâlet dîvânlarına bağlı değildiler.
Ordu
Devletin temeli olan ordu, Hassa ordusu ve Tımarlı sipahilerden meydana geliyordu. Sarayda husûsîolarak yetiştirilip, doğrudan sultâna bağlı olan Gulamân-ı saray askerleri çeşitli milletlerden seçilirdi. Bunlar senede dört defa maaş alırlardı. Hassa ordusu; melik, vali, vezir ve diğer yüksek rütbeli devlet me’mûrlarının emri altında, her an harekete hazır askerler olup maaşlı idiler.
Tımarlı sipahiler, süvari kuvvetleri idi. Sipâhî ordusu mensuplarından her biri, devletin çeşitli bölgelerinde kendilerine tahsis edilen toprakların (iktâ=dirlik) gelirlerinden geçimlerini sağlıyordu. Selçuklular, askerî iktâlar sayesinde, maaş ödemeden bir orduyu beslemiş, mühim bir Türkmen nüfûsunu toprağa ve devlete bağlayarak iskân etmişti. Bu sayede istihsâlin artmasını, halk ile hükümet arasında yeni askerî ve idarî bir kadronun kurulmasını te’min etmişti. Bin süvariden fazla asker besleyen iktâ sahipleri vardı. Büyük Selçuklularda ordu mevcudu dört yüz bine kadar çıktı. Bunun kırk altı bini merkezde, geri kalanı devletin diğer bölgelerine dağılmıştı. İktâ sistemiyle, memleket menfaatlerini âhenkleştirip, kudretli bir askerî ve idâri teşkîlâta sâhib oldular. Aynı sistem, Osmanlılara da te’sir etti. Halk arasından Haşer denilen ücretli askerlerde alınırdı. Ayrıca gönüllü Gâziyân ve çeşitli askerî sınıflar da vardı.
Selçuklu ordusunun gezici hastahâneleri ve Çerge denilen hamamları vardı. Ordu da hafif silâh olarak yay ve ok, kılıç, kalkan, mızrak, harbe, soku, bozdoğan da denilen topuz, gürz ve balta, nacak, çekre, zemberek, pala, çevsen, çokal, muhasara silâhlarından da külünk, miskap da denilen nakkap, mancınık, kullanılırdı. Ordunun silâhları ülke içinde en iyi malzeme kullanılarak, san’atında pek mahir ustalar tarafından îmâl edilirdi. Deniz kuvvetleri Büyük Selçuklular’da olmamasına rağmen, bağlı devletlerde vardı. Sinop ve Alâiyye tersanelerinde gemi yapılırdı. Ordunun ihtiyâcının karşılanması ve mes’elelerinin hâiline Dîvân-ül-Ceyş bakardı.
Sosyal hayat
Selçuklularda sınıfsız bir cemiyet hayâtı vardı. Sosyal yapı, Ortaçağ Avrupası’ndan tamamen ayrıdır. Cemiyet; Selçuklu hanedanı ve mensupları olmak üzere askerî ve mülkî rical ile devlet teşkîlâtı dışında kalan ahâliden meydana geliyorsa da, Avrupa’daki gibi sınıf, Hind’deki gibi kast sistemi mevcut değildi. Hanedan ve devlet ileri gelenlerinin büyük yetkileri olmasına rağmen, şehirde ve köyde yaşayan ahâlinin, kânun karşısında hak ve vazifeleri vardı. Şer’î hükümler karşısında herkes eşitti. Köylü hür olup, toprağın has ve iktâ oluşuna göre hükümetin himâyesi altında çalışırdı. Vergisini verirdi. Toprak veraset yoluyla çocuklara geçerdi.
İktisâdi ve ticarî hayat
Selçukluların hâkim olduğu Horasan, İran, Irak, Anadolu ve diğer Ortadoğu ülkeleri bu devirde iktisadî bakımdan en yüksek seviyeye çıkarak, milletler ve kıt’alararası ticârette köprü vazifesi görüyordu. Her türlü ziraî mahsûlün yetişmesine müsait iklim, coğrafî ve tabiî zenginliklere sâhib olması sayesinde bol mahsûl yetişiyordu. Tahıl sıkıntısı çekilmeyip, o günkü şartlarda fiâtı da ucuzdu. Ülke içinde ve dışında, kıt’alar ve milletlerarası ticâreti emniyetle sağlayan yol ve kervansaraylar her tarafta mevcuttu. Selçukluların Akdeniz ve Karadeniz sahil ve liman şehirlerine hâkim olup, her türlü ihracât ve ithalât kolaylıklarının tanınması, imkânların sağlanması refah ve medenî seviyeyi çok yükseltiyordu. Ticâret yolları ve konak yerlerinde, içinde yemekhanesi, reviri, hekimi, banyosu, mescidi, kütüphanesi, yatakhanesi ve ahırı bulunan muhteşem han ve kervansaraylar yapıldı. İstanbul, Konya ve Tebriz arasında, Antalya, Sinop, Erzurum, Malatya, Akşehir, Beyşehir, Karahisarve Ilgın gibi Anadolu şehirlerinde ve bu şehirleri birbirine bağlayan yollar üzerinde han ve kervansaraylar inşâ edilip, kara ve deniz ticâreti yapıldı. Yabancı ülkelerle ticarî anlaşmalar akdedilip, çok düşük gümrük târifesiyle ihracât ve ithalât teşvik edildi. Karada eşkıyanın ve açık denizlerde korsanların tecâvüzlerine uğrayan tüccarın zararının, hazîneden tazmin, edilerek garanti altına alınması ticâretin gelişmesinde çok te’sirli oldu. Devletin tüccara garantisi, her türlü emniyet, huzur ve imkânının yanında ayrı bir teşvik idi.
Ticâretin gelişmesi, gümrüklerin azlığı, istihsâlin bolluğu, otlak ve hayvanların çokluğu ve memleketin denizlerle çevrili bulunması sebebiyle, Selçuklu ülkesinde zenginlik ve refah vardı. Bol buğday, pirinç ve pamuk zirâati yapılıyordu. Hayvan çok yetiştirilip, diğer ülkelere satılıyordu. Bakır, demir, gümüş ve dokuma sanayi için şap mâdeni çıkarılıyordu. Halı, pamuk ve yünlü dokuma denizci örtüleri, ipek kumaşlar, ipek tül ve mendil dokunup ihraç ediliyordu. Kâşihânelerde zarîf çiniler îmâl edilip, Selçuklu eserlerini süslüyordu. Yapılan ve satılan mallar sıkı kontrolden geçerdi. Her zanaat kolu bir lonca teşkilâtına bağlı idi. Loncalar, meslek ve erbabını kontrol altında tutardı: Lonca reisine Ahî, ahilerin reîsine de Ahî Baba denirdi (Bkz. Ahîlik). Bu teşkilât daha sonra Osmanlılara geçti. Esnaf ve tüccar mallarının alınıp satıldığı, tanıtıldığı, mahallî, millî ve milletlerarası pazarlar kurulurdu. Selçuklular, şeker ve nadide eşya alıp, at, halı, ipek ve mâden satarlardı. Devletin gelir kaynakları, arazi vergisi olan haraç, zirâat vergisi olan öşür, iltizâm, ganîmet, bağlı ve komşu devletlerin hediyye ve yıllıkları idi. Hayat pahalılığı yok denecek kadar az olup, 1056 ile 1131 seneleri arasındaki yetmiş beş senelik fiat yükselmesinin oranının toplamı yüzde onu geçmemiştir.
İlim
Selçuklular İslâmiyet’e tam bağlı îtikâdda ve amelde Ehl-i sünnet mezhebine mensûbtular. Türkler ekseriyetle îtikâdda Mâtürîdî, amelde Hanefî mezhebindendir. Ülkede kısmen de îtikâdda Eş’arî ve amelde Şafiî ve diğer hak olan mezhep mensupları da vardı. Sapık fırka ve bâtınîler varsa da, bunlarla âlimler ve devlet mücâdele halindeydi. Devlet, ilim ve âlimlerin yanında olup, gelişmesi için bütün imkânlarını seferber etmişti. Dînî tahsîl ve terbiyenin yapıldığı medrese, tekke ve zaviyeler ülkenin her tarafında yaygındı.
Selçuklu medreselerinde dînî ve fennî bütün ilimler, konunun mütehassısları tarafından okutulurdu. Selçuklular zamanında kıymetli âlimler yetişip, hâlâ değerini muhafaza eden eserler yazıldı. Sofiyye-i aliyyeden, Şafiî fıkıh âlimi olup, Risâle-i Kuşeyriyye sahibi Ebü’l-Kâsım Abdülkerîm Kuşeyrî (986-1074), Et-Taysir Tefsiri müellifi Ebû Nasr Abdürrahîm, Şafiî fıkıh âlimlerinden ve Bağdâd’daki Nizamiye Medresesi müderrislerinden Ebû İshâk Şîrâzî (?-1083), pek çok eser sahibi Ebû Meâli Cüveynî (7-1085) İslâm âlimlerinin en büyüklerinden, pek çok sahada eser sahibi Nizamiye Medresesi müderrisi İmâm-ı Gazâlî (1059-1111), Âmul Nizâmiyye müderrisi ve Şafiî âlimlerinden Fahr-ul-İslâm Abdu’l-vâhid (7-1108), Hanefî âlimlerinden Kâdfl-kudât el-Hatîbî (?-1079), Hanbelî âlimlerinden ve Şeyh-ul-İslâm olup, Te’arrûf kitabına şerh yazan ve Menâzil-üs-sâyirîn sahibi Abdullah-ı Ensârî (1005-1088), meşhûr Besit, Vesît ve Veciz tefsirlerinin sahibi Vahidî (?-1075), Hanefî fıkıh ve tefsir âlimi Fahr-ul-İslâm Pezdevî (1009-1089), Hanefî âlimlerinden Câmi-u kebîr, Câmi-u sagîr, Siyer-i kebîr, Muhtasar-ı Tahâvî şerhleri ve Mebsut, Kâfi şerhi, Muhit kitaplarının sahibi Serahsî (?-1090), Hanefî âlimlerinden ve evliyanın büyüklerinden Zînet-ül-hayât, Menâzil-üs-sâyirîn ve Menâzil-üs-sâlikîn sahibi Yûsuf-i Hemedânî (1048-1141), büyük fıkıh ve kelâm âlimlerinden ve meşhûr Milel Nihâi kitabı sahibi Şihristânî (1076-1153), Şafiî fıkıh, hadîs ve tefsir âlimlerinden ve Me’âlim-üt-tenzîl tefsîri ile Mesâbih hadîs kitaplarının yazarı Begavî (?-1122), Şafiî âlimlerinden ve tefsîr ilminin üstâdlarından Envâr-üt-tenzîl, Tavâli-ül-envâr kitablarının sahibi Kadı Beydâvî, Kadiri yolunun önderi, fıkıh ve hadîs ilimlerinde müctehid Abdülkâdir-i Geylânî (1077-1166), Nizâm-ül-mülk (1018-1092) dâhil daha pek çok âlim Büyük Selçuklu ve onlara bağlı devletlerde çok hürmet ve himaye görüp, kıymetli eserler vererek insanlığa hizmet etmişlerdir. Bunları Türkiye Selçukluları devrinde Sofiyye-i aliyyeden Necmeddîn-i Kübrâ (1145-1221), tasavvuf büyüklerinden ve edip Sa’dî-i Şîrâzî (1193-1291), evliyanın büyüklerinden ve gönül sultânı Mevlânâ Celâleddîn-i Muhammed Rûmî (1207-1273) ve oğlu Sultan Veled (1227-1307), evliyadan Şems-i Tebrîzî (?-1247) tâkib etmiştir.
Selçuklular, islâmî ilimlerin öğretim ve eğitiminin yapıldığı ve zamanın fennî ilimlerinin öğretildiği çeşitli fakültelere sahip, üniversite mâhiyetinde büyük medreseler yaptırdılar. En büyüğü, Bağdâd’daki Nizamiye Medresesi olup, İsfehan, Nişâbur, Belh, Herat, Basra ve Amul’da numûneleri vardı. Buralarda aklî ve naklî bütün islâmî ilimler okutulurdu. Medreselerde, mütehassıslarınca okutulan İslâmî ilimlerin yardımcısı riyaziye (matematik), hey’et (astronomi), hendese (geometri), cebir, fizik, kimya sahalarında derin âlimler yetişti. Rasad-hâneler kurularak, gök cisimlerinin hareketleri tâkib edildi ve esaslı takvimler yapıldı. Bu sahalarda, edebî cephesiyle de tanınan Ömer Hayyam, Muhammed Beyhekî, Ebü’l-Muzaffer İsfizârî, Vâsıtî, Acâ’ib-ül-Mahlûkat sahibi Ahmed Tûsî ve daha pek çok âlim yetişip, kıymetli eserler verdiyse de, on üçüncü asırda İslâm ülkelerindeki Moğol tahribatı sebebiyle, bunlardan faydalanma imkânı kaybolmuştur. Yazılan pek kıymetli eserler, Moğolların kanlı çizmeleri altında heba olmuştur.
Selçuklu sultan ve devlet adamlarının destek ve himayesiyle kıymetli edip ve şâirler yetişerek çok güzel eserler meydana getirildi. Selçuklu sarayında, devlet teşkilâtı ile edebiyat çevresinde umumiyetle Farsça, medrese çevresi Arabça, Selçuklu hanedanı ve Türkmenler arasında ve orduda da Türkçe konuşulup yazılırdı. Nazım ve nesir sahasında kıymetli kitaplarıyla tanınan meşhûr Bostan ve Gülistan sahibi Sa’dî-i Şîrâzî, Ömer Hayyam, Enverî, Lâmi-i Cürcânî, Ebü’l-Me’âli Nahhâs, Ebû Tâhir Hâtûnî, Ebyurdî, Habbâriyye, Ezrakîgibi edip ve şâirler, nesir ve nazım eserler verdiler. Gaza ve fetih ruhunu canlı tutan destânî eserleri yazdılar. İbn-i Hassûl’un Risâle-i Melikşâhiyye, Ebû Tâhir-i Hâtûnî’nin Târih-i Âl-i Selçuk, Muizzî’nin Siyer-i Fütûh-i Sultan Sencer, Hemedânî’nin Unval-ül-siyer, İbn Funduk, Beyhekî’nin Meşârib-üt-tecârib, Zînet-ül-küttâb li Ka’inî’nin Kitâb-Metâhir-ül-etrâk, İmâdeddîn-i İsfehânî’nin Zübdet-ün-nüsra, İbn-i Cevzî’nin Muntazam, Sıbt İbn-i Cevzî’nin Mir’at-üz-zamân, İbn-i Bibî’nin El-Evâmir-ül-alâiyye, İbn-i Esîr’in Kâmil ve Üsüd-ül-gâbe târih alanında yazılmış eserlerdir. İlmî eserlerde olduğu gibi, edebî ve târihî eserlerin bâzıları Moğol tahribatı sebebiyle ele geçmemiştir.
Mimarlık ve san’at
Selçuklu mîmârî ve san’at eserlerinin çoğu birer şaheserdir. Bâtınîler, Moğollar ve asırların tahribatına rağmen mevcudları dahi mütehassıslarınca hâlâ hayranlıkla incelenmektedir. Selçuklu sarayı, köşk, medrese, cami, mescid, türbe, künbet, kervansaray, ribat, han, çarşı, tıb fakültesi mâhiyetinde her biri şifâ yurdu olan hastahâne, kaplıca, hamam, çeşme, ev, yol, kale, sur, kule, tersaneler ve diğer sosyal, sivil ve askerî eserler, mîmârî, kitabe, hat, tezhib, süsleme, minyatür, çini, halı, kilim ve seccadeler ile ayrı bir güzellik ve hususiyet kazandırılırdı. Selçuklu eserlerine çadır şeklinde yapılan kubbe onlara ayrı bir zerâfet ve ihtişam verirdi. Çadır şeklindeki kubbe türbelerde çok kullanılmıştır. Sultan, evliya, âlim, devlet adamları ve hürmete lâyık şahıslar adına yapılan muhteşem türbeler ülkenin her tarafında mevcuttu.
İlk Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey’in Rey’de Künbed-i Tuğrul, İsfehan, Hemedan ve Merv’de diğer sultanların muhteşem türbeleri çok süslü, kıymetli eşya ve mefruşat ile dolu idi. Bağdâd’da İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’ye ve Necefde hazret-i Ali’nin makamına muhteşem türbe ve külliyelerin Sultan Melikşâh tarafından yapılması, Selçukluların Sahâbe-i kiram, Ehl-i beyt, âlim ve muhterem zâtlara hürmetlerindendir. Selçuklular, Merv, Rey, İsfehan, Hemedan, Bağdâd ve Nişâbûr’da muhteşem saraylar ve camiler inşâ ettiler.
İsfehan ve Bağdâd’da rasathaneler kurularak, mîlâdî Gregorien sisteminden daha sağlam ve hassas olan Celâli Takvimi, Sultan Melikşâh’ın Celâleddîn lakabına nisbetle hazırlandı. İsfehan ve Bağdâd’da, büyük şehirler de dâhil ülkenin her tarafında şaheser vasıfta büyük ve muhteşem camiler yapıldı. Selçuklular zamanında iki bin kişinin namaz kılabileceği yirmi bin kişinin vâz dinliyebileceği kadar büyük camiler yapıldıysa da, bu muhteşem eserler bâtınîler ve Moğollar tarafından tahrip edilmiştir. Melikşâh’ın İsfehan’da yaptırdığı Ulu Cami (Mescid-i Cum’a) bâtınfler tarafından kundaklandı. Yanan beş yüz yazma paha biçilmez Kur’ân-ı kerîm dışında Cami bir milyon altın sarfla tamir edildiyse de eski hâlini alamamıştır.
Han, kervansaray, çeşme, yol, köprü, ribat, hânkâh, hamam, cami ve medreseler ülkenin her tarafında yaygındı. Selçuklularda hükümetin îmâr ve inşâat işlerini Emîr-i mîmâr idaresinde bir hey’et kontrol ve nezâret ederdi. Ayrıca büyük âbidevî eserlerin ihtiyaçları vakıf gelirinden karşılanan daimî bir mîmârları bulunurdu.
SELÇUKLU SULTANLARI
Sultanlar | Tahta Çıkışı |
Rükneddîn Tuğrul Bey | 1038 (H. 429) |
Adudüddevle Alp Arslan | 1063 (H. 455) |
Celâlüddevle Melikşâh | 1072 (H. 465) |
Nâsırüddîn Mahmûd | 1092 (H. 485) |
Rükneddin Berkyaruk | 1094 (H. 487) |
Muizzüddin ikinci Melikşâh | 1105 (H. 498) |
Gıyâsüddîn Muhammed Tapar | 1105 (H. 498) |
Muizzüddin Sencer | 1118 (H. 511) |
Oğuz istilâsı | 1157 (H. 552) |
Kaynaklar
1) Mu’cem-ül-müeelfin; cild-13, sh. 179
2) Esmâ-ül-müellefin; cild-2, sh. 582
3) Şezerât-üz-zeheb; cild-4, sh. 298
4) Vefeyât-ül a’yân: cild 5, sh. 175
5) Tabakât-üş-Şâfiiyye; cild-7, sh. 75
6) El-Berk-uş-Şâmî; cild-3, sh. 75
7) El-Kâmil fit-târih, cild-11, sh.342
8) Selahâddin Devrinde Eyyûbiler Devleti (R. Şeşen)
9) Er-Ravdateyn; cild-2, sh. 236
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-7, sh. 180