Geçen haftaki yazımda Murat Bardakçı Bey’in ortaya çıkardığı yüz yıllık belgeyi konu edinmiştim. Malumunuz belgede yurt dışına çıkmaya hazırlanan son Osmanlı Padişahı Vahideddin Han’ın linç edilmesi isteniyordu.
Peki padişahın linç edileceğini ortaya koyan sadece bu belge mi vardı? Yoksa “Perşembenin gelişi çarşambadan belli mi idi?” Sultan Vahideddin, adım adım linç edilmeye doğru sürükleniyor muydu? Hadiseler gözden geçirildiğinde padişahın sonunun çok trajik bir şekilde sona ereceği kesin gibi idi.
Aslında Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’da görevlendirilmesinden itibaren İstanbul ile Kuvayı Milliye hareketi arasında münasebetler kâh olumlu ve kâh olumsuz seyretmeye başlamıştı. Peki, Kemal Paşa’yı Anadolu’ya gönderen ve destekleyen padişah ne olmuştu da kısa bir süre sonra kendisini İstanbul’a çağırmak zorunda kalmıştı?!.
Aslında bu değişimi anlayabilmek için işin temelini çok iyi bilmek gerekir. Aksi hâlde mesele günümüzde olduğu gibi tam tersi bir şekilde görülecek ve görülmeye de devam edecektir.
İtilaf Devletleri, Birinci Cihan Harbi’ni kazanmaları ve Mondros Mütarekesini dikte ettirmeleri ile birlikte başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun birçok bölgesini işgal etmeye ve idareyi ele almaya başlamışlardı.
Böyle bir noktada Sultan Mehmed Reşad’ın vefatının ardından İttihatçı liderlerin memleketten kaçışı ile birlikte yeni padişah Vahideddin Han’ın eli kolu bağlanmış durumdaydı. O, çıkış ve kurtuluş yolunun yine Anadolu’dan başlayacağı görüşündeydi. Bu sebeple Anadolu’ya Mustafa Kemal Paşa’yı, “vatanı kurtarabilirsin” diyerek fevkalade yetkilerle görevlendirmiş ve göndermişti.
İşte bundan sonra İngiliz politikası devreye girdi. Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçmesinin hemen akabinde Padişah, İngiliz baskısını derinden hissetmeye başladı.
İngilizler Kurtuluş Savaşı boyunca bu baskıyı devamlı canlı tutacak ve bilhassa sadarete, Mustafa Kemal Paşa ile ilişkileri gerginleştirecek hatta düşman kılacak kişileri tayin ettirmek için çalışacaklardır.
Bilhassa Damad Ferit Paşa hükûmetinin tutumu, çıkarılan idam fetvaları ve İzmir’in kurtuluşundan sonra Ankara’da padişaha karşı artık açıktan açığa aleyhte bir tutum esmeye başlayacaktır. Bu, Kemal Paşa’nın da istediği bir durumdur. Çünkü o Erzurum Kongresine giderken devrim fikirlerini yanında bulunan yaveri Mazhar Müfit’e bir bir açıklamış bulunuyordu. Vahideddin Han saltanatta bulunduğu müddetçe bunları gerçekleştiremeyeceğini de gayet iyi biliyordu.
“Çekilmezlerse ipe giderler!”
Nitekim ilk olarak 11 Ekim 1922 Mudanya Mütarekesi ile birlikte Ankara’nın artık Padişah’ı ve saltanatı düşünmediği açıkça belli olmuştu. Zira mütarekeye dayanarak 19 Ekim’de Trakya’yı teslim almak için İstanbul’a gelen Refet Paşa’nın tavırları bunu net bir biçimde göstermişti.
Refet Paşa İstanbul’a gelişinden on gün sonra Padişahla gizli bir görüşme gerçekleştirdi. Yıllar sonra karşılıklı açıklamalar ile ortaya çıkacak olan bu görüşme Padişah’ın yurt dışına çıkış sebebini açıkça gösterir mahiyetteydi. Padişah, Yıldız’daki bu görüşmeyi anlatırken şöyle nakletmişti:
“Refet saraya geldi. Fikrini söyledi. Dinledim. Bu ufak-tefek adam büyük emeller arkasında saklanarak ve hakiki maksadını da gizleyerek bana, korunmasına hepimizin yemin ettiğimiz Kanun-ı Esasi ile belirlenmiş meşrutî hükümdarlık yerine daraltılıp sınırlanmış, aslı esası olmayan ve sakat bir hilâfeti kabul edersem, şahsımı ve vaziyetimi kurtaracağımı ve bir telgraf ile de Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nu ve Ankara Hükûmeti’ni tanıyacak olursam Mustafa Kemal’i ikna edebileceğini söyledi.
Cevap olarak o gün için üzerinde düşünülüp tartışılmaya muhtaç bir teklif olduğunu söylemekle yetindim. Ancak ertesi gün gazetelerde Mustafa Kemal’in şahsımız ve hanedanımız aleyhindeki ağır sözlerini görünce benim de karar verecek zamanımın geldiğini anladım…”
Diğer taraftan Refet Paşa’nın sonradan yakın çevresine görüşme konusunda bilgi verirken söyledikleri daha da çarpıcıdır. Bir anlamda onun şahsında Ankara’nın Padişah’a ve saltanata bakışını daha net gösteriyordu:
“Padişahın önünde ayak ayak üstüne attım ve koltuğa o kadar yaslandım ki nerede ise pabucum burnuna (Padişahın) değecekti.” Yine Refet Paşa, “Çekilmezlerse ipe giderler” diye tehdit dilini kullandığını da beyan edecekti…
Nihayet 1 Kasım 1922’de saltanatın lağvedilmesiyle Osmanlı Devleti ve padişahlık rejimine resmen son verilmesi, bunu birtakım radikal tedbirlerin takip edeceğinin habercisi olmuştu. Padişah artık ne yapacağını kestirememenin şaşkınlığı içinde derin bir kaygı ve tedirginlik boşluğuna düşmüştü.
Bundan bir süre sonra, saltanat propagandası yaptığı iddiasıyla tutuklanan gazeteci Ali Kemal’in linç edilmesi bir anlamda Vahideddin Han’a en büyük gözdağı idi. Nitekim onu bu hâle getiren Sakallı Nureddin Paşa, aynı akıbetin Padişah’ı da beklediğini belirterek şöyle demişti:
“İnşallah yakında Vahideddin’i de getirip cezasını vereceğim.”
Eski Sultan neyi bekler?
Aynı reaksiyon TBMM’de de başlamıştı. Diyarbakır Mebusu Hacı Şükrü’nün şu sözleri Padişah’ı derinden yaralayacaktı:
“Meğer şeytandan, Lloyd George’den daha fena alçaklar varmış. Öyle ise başta Vahideddin olduğu hâlde besmele ile bunları bütün İslamların taşlamasını teklif ederim…”
Nihayet Mustafa Kemal Paşa, saltanatın kaldırılması münasebetiyle Meclis’te yaptığı konuşmada, Vahideddin Han’ı en sert biçimde eleştirerek şöyle demişti:
“Osmanoğulları’nın otuz altıncı ve sonuncu padişahı Vahideddin’in saltanat devrinde, Türk milleti en derin esaret çukurunun önüne getiriliyor. Binlerce senelerden beri istiklâl kavramının asil timsali olan Türk milleti, bir tekme ile bu çukurun içine yuvarlanmak isteniyor. Fakat bu tekmeyi vurdurmak için bir hain, şuursuz, idraksiz bir hain lâzımdı. Nasıl ki kanunen idamı lâzım gelenlerin bile ipini çekmek için kalp ve vicdanı insan yüceliğinden soyutlanmış bir mahlûk aranır, idam hükmünü verenlerin böyle adi bir vasıtaya ihtiyaçları vardır. O kim olabilirdi?… Maatteessüf bu milletin hükümdar diye, sultan diye, padişah diye, halife diye başında bulundurduğu Vahideddin… Vahideddin, bu alçakça hareketiyle yalnız kendinin lâyık olduğu bir muameleyi kabul etmiş olmaktan başka hiçbir şey yapmış olmadı.”
Konuşma sırasında her Vahideddin ismi geçtikçe mebuslar da “Allah kahretsin!” nidalarıyla bağrışmışlardı.
Diğer taraftan gazeteler de uzun bir süredir bu konuyu işlemeye ve toplumu Padişah’a karşı ayaklandırmaya başlamış bulunuyordu. Kalabalık bir grup Yıldız Sarayı’nın önüne gelerek Padişah ve padişahlık aleyhinde, “Kahrolsun Vahideddin!” diye bağrışarak birtakım gösteriler yapmıştı. O günlere denk gelen Mevlit gecesinde, tramvayların üzerine tebeşirlerle yine aynı sözlerin yazılması Vahideddin Han’ın tansiyonunun yükselmesine sebebiyet vermişti.
Dönemin önemli gazetelerinden biri olan Yeni Şark’ta 7 Kasım günü şöyle yazılmıştı:
“Eski Sultan artık neyi bekler? Kime bel bağlıyor? Çekilip gitmek suretiyle, memleketine olmasa bile Osmanlı Hanedanı’na yapabileceği en büyük hizmeti yapmaya ne zaman karar verecek!..”
Aslında bütün bunları 1908’den beri memleketin başına gelen musibetlerin sorumlusu mevkiindeki İttihatçı kadrolar körüklüyordu. Bunlar Kanun-ı Esasi gereğince Padişah’ın hükûmet icraatlarından sorumlu olmadığı ilkesini çoktan unutmuşlardı. II. Abdülhamid Han’dan sonra şimdi de her kötü işin müsebbibi Vahideddin Han idi!..
Padişahın yakında asılacağından hanım ve kızlarının askerlere dağıtılacağına kadar akıl almaz tehditlerde bulunuyorlardı.
Padişahın yakın çevresinde bulunanlar da gelişmeleri endişeyle takip ederken yaşananlar karşısında büyük bir korku duymaya başlamışlardı. Bu nedenle Padişaha yakın çevresi hem kendisi hem de hanedan üyelerinin başına büyük bir felaketin gelmekte olduğunu telkin etmeye başladılar.
Topkapı Sarayı Muhafızı Zeki Bey, “İstanbul’da kaldığınız her gün sizi idamınıza yaklaştırıyor” derken Sertabibi Reşat Paşa ise, “Size cümle âlemin huzurunda hakaret edeceklerdir. Hatta büyük meydanda idam etmeleri dahi mümkündür” diyerek dehşete düşürmüştü…
İşte bütün bu hadiseler Padişah’ın vatanı terk etmesinde temel sebep olacaktı. Vatanında kalabilmesi yönünde hiçbir çıkar yolun bulunmaması ve şartların hep o istenmeyen sona doğru sürüklemesi neticesinde Vahideddin Han’ın kararı, ülkeye “Elveda” yönünde olacaktı.
O ülke dışına çıkmakla memlekette yaşanabilecek daha acı hadiseleri baştan bitirmiş bulunuyordu. Hatta Kemal Paşa da bu itibarla “iyi oldu” diyecekti.
Padişahı sevmeyebilir bütün bu belgelere rağmen ülkeden çıkışını tasvip etmeyebilirsiniz.
Peki bütün bu gelişmelere ve aradan geçen yüzyıla rağmen hâlâ alçak, hain, haysiyetsiz gibi hakaret dolu ifadelerle son Osmanlı padişahına saldıran Yusuf Halaçoğlu ve Kemal Beydilli gibi ilim adamlarına ne demeli?
Bu milletin tarihi ile barışması mümkün olmayacak mı?
TEFEKKÜR
Değil tedbir ile bir ferd kâdir mahv ü isbâta
Sutûr-i nüshâ-i takdire kimdir hâme uydurmuş
Koca Râgıb Paşa
Kimse tedbir ile başına gelecekleri değiştiremez,
Kader kitabının satırlarına kim kalem uydurabilmiştir?
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
09.12.20227
Türkiye Gazetesi
Hocam Türkiye gazetesi yazılarınızı okumak için okuyuculardan abonelik istiyordu. Bu sitede yayınlandığını da yeni fark ettik. Çok yazınızı kaçırdık. Bundan cuma divanını okumaya devam inşallah. Teşekkür eder iyi günler iyi çalışmalar dilerim