Kurb-ı Sultan ateş-i suzan
Kanuni Sultan Süleyman’ı konu edinen “Muhteşem Yüzyıl” dizisi üç yıl boyunca kamuoyunu meşgul etmişti. Bilindiği üzere dizinin en parlak ve etkin simalarından biri Maktul İbrahim Paşa idi. Kaynaklarımızda Damat, Makbul ve Maktul lakapları ile anılan İbrahim Paşa, dizinin tesiriyle Pargalı İbrahim Paşa diye hafızalara kazındı.
Dizi’de İbrahim Paşa’nın ölümüne en büyük sebep olarak Hürrem Sultan ve ekibi gösterilmişti. Hâlbuki bunun hakikatle hiçbir ilgisi bulunmuyordu. İbrahim Paşa’nın öldürülme sebebi aslında idarecilerimiz için çok ibretler içermektedir. Fakat tarihin bozulması, entrikalara yem edilmesi alınacak ders ve ibretleri de ortadan kaldırmaktadır.
Peki, Kanuni’nin tahta çıkmasıyla birlikte ikbal yolu açılan ve kısa süre içerisinde Hasodabaşılık’tan Veziriazamlığa yükselen, ardından Seraskerlik makamı da ilave olunan Makbul İbrahim Paşa neden gözden düşecek ve niçin öldürülecekti?
Seraskerliğin de beraberinde getirdiği, sınırsız yetkiler ve Osmanlı’nın tüm dış politikası üzerindeki etkinliği İbrahim Paşa’yı yavaş yavaş iktidar sarhoşluğuna doğru sürüklüyordu. İşte İbrahim Paşa’nın umumi karar ve faaliyetlerine bakılacak olursa, ölümüne neden olan tetikleyici unsurun bu gurur ve onun getirdiği keyfi uygulamalar olduğu anlaşılacaktır.
Nitekim bu tavrının tezahürü olarak Irakeyn Seferi’nde, Defterdar İskender Çelebi’yi önce azl, sonra da idam ettirmesi kendi sonunu hazırlayacaktır.
İskender Çelebi maliyeden yetişmiş olup, gerek kişilik gerekse nam bakımından Defterdarlık makamında bulunanların en ünlüsüdür. İşlerindeki ciddiyeti, titizliği, padişaha bağlılığı ve tecrübesi ile Kanuni’nin tam itimadını elde etmişti.
Kanuni Sultan Süleyman, Irakeyn Seferi’ne çıkılırken tecrübesinden istifade edilmek üzere İskender Çelebi’yi serasker kethüdası olarak tayin etmiş ve İstanbul’dan hareket edecekleri sırada veziriazama:
“İskender Çelebi iş bilir ve iş görür adamdır; reyine muhalefet eyleme” diye tembihte bulunmuştu. Bundan dolayı İbrahim Paşa kendisiyle meşveret etmeden iş yapamaz olmuştu. Nitekim Halep’te kışlayan veziriazam Bağdat üzerine gidecek iken, İskender Çelebi’nin tesiriyle Azerbaycan taraflarına harekete mecbur olmuştu.
Defterdar İskender Çelebi’nin sözüyle hareket etmesi İbrahim Paşa’nın gücüne gidiyorsa da padişah tarafından tayin edildiğinden dolayı ses çıkarmıyordu. Kendisini ikinci derecede gibi görüp içten içe içerliyordu. Bu sırada, aralarının daha da açılmasına sebep olacak bir hadise meydana geldi.
Sakın “Serasker Sultan” deme!
Azerbaycan hududuna varıldığında veziriazam tellallarla bazı hususları orduda ilân ettiriyordu. Tellal bağırırken “Serasker Sultanın emri budur” diyordu. Serasker kethüdası olan İskender Çelebi bu suretle bağıran tellalı getirterek şöyle ikazda bulundu:
“Bizde “Sultan” tektir. O da padişahtır. Sakın “Serasker Sultan” deme, ‘serdar hazretlerinin emri budur’ diye nida et”. Bu hal İbrahim Paşa’ya yetiştirilerek paşanın defterdara kin tutmasına yol açtı.
Kanuni, bu sefere sonradan gelerek iştirak etmişti. Bu sırada ordunun gidiş yolunu beğenmeyerek veziriazama sebebini sorduğunda İbrahim Paşa fırsatı kaçırmayacak ve diş bilediği İskender Çelebi’yi ateşe atacaktı. Şöyle ki:
“Biz ehemmiyeti olan bir adam mıyız? İşlerin halli İskender Çelebi kulunuza verilmiştir. Huzurunuzdan ayrılırken tecrübelidir diye ben kulunuzu defterdara tavsiye buyurmuştunuz. Onların tedbiri üzere hareket edildi, bu netice hâsıl oldu” cevabını verdi.
Bu sözler padişahı İskender Çelebi’den soğuttu. Nitekim Bağdad’a gitmek üzere Tebriz’den ayrıldıktan sonra Hemedan’a bir konak mesafede iken İskender Çelebi defterdarlıktan azlolundu.
Veziriazamın telkini ile azledilmiş olmasına rağmen, İskender Çelebi’nin siyasi nüfuzu henüz mevcuttu ve İbrahim Paşa bundan çekiniyor ve hasmının tehlikeli bir rakip olduğunu hesaplayarak idamı için fırsat kolluyordu. Nihayet 13 Mart 1535’te bir divan günü, henüz diğer vezirler, dâhil olmadan, İskender Çelebi’nin idamı için padişahın fermanını almaya muvaffak oldu ve hükmü derhal infaz ettirdi.
Kaynakların nakline göre İskender Çelebi asıldığı gece padişahın rüyasına girmiş ve boğazına mendilini geçirip, “Beni niçin günahsız yere astırdın?” diyerek boğmak istemişti. Kanunî ancak bundan sonradır ki olayların aslına ve muhtemelen İskender Çelebi’nin, veziriazamın garaz ve kinine kurban gittiğini anladı ve İbrahim Paşa’ya gücendi.
Yapılan araştırmalar neticesinde İskender Çelebi’nin İbrahim Paşa’ya “Sultan” tabirini kullandırmadığı için diş bilediği ortaya çıkmıştı. İbrahim Paşa, İskender Çelebi’yi öldürtmekle kalmamış bir anlamda padişahı hataya sürüklemişti. Belki de affedilmeyen temel husus bu idi.
Atananlar, menfaatleri uğruna amirini hataya sürüklemekten çekinmeliler! Bilgileri en doğru ve hilesiz bir biçimde aktarmalılar. Aksi halde telafisi mümkün olmayan perişanlıklara yol açılır.
Tehlikeli sularda gezinmek!
Son bir aydır Osmanlı Arşivi’nde yaşananlar, tarihimizin bu önemli anekdotundan nasıl dersler çıkarmamız gerektiğini göstermektedir. Nitekim Başbakanlığa bağlı arşivin Cumhurbaşkanlığına bağlanmasıyla birlikte çalışanlarının havuza düşmesini fırsat bilen bir grup, bundan istifadeye kalktı. Yirmi otuz yıllık uzmanları bir kalemde devletin alakasız kurumlarına dağıttı. Ben de dâhil işin uzmanı olan onlarca akademisyen ve köşe yazarı büyük bir hata yapılmakta olduğunu kamuoyu ile paylaştılar. Sırtını Sayın Cumhurbaşkanımıza dayadığını düşünen Devlet Arşivleri Başkanı, on beş gün boyunca sustu. Sanki bu uzmanları Cumhurbaşkanımızın emri ile aldığını ifade eder gibi bir gururun içerisindeydi. Sanki açıklamayı o değil de Cumhurbaşkanımız yapacaktı(!)
Nihayet 15 gün sonra sessizliğini bozarak “yanlış ve eksik haberleri tekzip etmek için açıklamada bulunuyorum” diyen genel müdürün üç sözünden biri nedense hep “Sayın Cumhurbaşkanımız” demek olmuştu. Arşivde yıllardır yapılan hizmetleri anlatıyordu. Hâlbuki kendisinden istenen bir aydır yaşanmakta olan depremin sebebi idi. Oysa genel müdür bu hususta zerrece açıklamada bulunamadı.
“Osmanlı Arşivleri kapatıldı sözüne gülüyorum” dedi. Bunu kim söyledi, nereden duydu, kime güldü bilemedim? Zira arşivler yerinde duruyor. Oysa asıl tenkit olunan, dünya arşiv literatürüne girmiş “Osmanlı Arşivi” adının kalkmasına neredeyse hiç değinmedi. Sadece yeniden ele alınacağını belirtti. İyi de kaldırma gerekçen ne idi ve şimdi neden ele alıyorsun?
Yine, “atandığı günden beri emeğinin ve gayretinin sorunları dinlemek ve bunları çözmek olduğunu ifade etti”. Dertlerini dinleyip dinlemediğine bir şey diyemem amma bırakın çözüm üretmeyi arşiv çalışanlarının moral ve motivasyonlarını darmadağın ettiğine cümle âlem şahit oldu. O açıklamayı yaptığında, hatadan dönüleceğini söylese tesirli olabilirdi. Ancak bu hususta hiçbir açıklamada bulunmadığı halde iki gün önce hatadan geri dönüldü ve kıyım durduruldu.
Öyle anlaşılıyor ki Sayın Cumhurbaşkanımız tenkitlere muttali oldu ve gereğini yerine getirdi. Şimdi Sayın Devlet Arşivleri Başkanı veya onu bu kıyıma sürükleyip gönderilenleri yok Fetö’cü, yok bölücü diye yaftalayanlar ne yapacaklar acaba?
Yine iki gün önce bu uygulamalarda tesiri olduğu halde bir Cumhurbaşkanlığı Arşiv müdürünün, “aynı tepsiye konuldular diye taşlar kendilerini pirinç tanesi sanmasınlar, akıbet ayıklanacaklar, pilav iyi olsun diye değil dişler kırılmasın” diyerek tweet atması nasıl bir mantık ve idare anlayışıdır? Taş dediğin adamlar kim ve sen nasıl çalışacaksın onlarla artık? Devlet Arşivleri Başkanı bu tweetleri görüyor mu ve görüyorsa ne yapıyor acaba? Taşların dertlerini de dinliyor mu? Bilmek istiyor insan! O arşiv müdürü, sosyal medyada hep Cumhurbaşkanımızın fotoğrafları ile görülmeye çalışarak neyi ispat ediyor bunu da anlayamadım!
Bu arada bazıları da “Atamalarımız yapıldığı halde şimdi durdurulduk” diyerek sosyal mecrada duyurmaya başladılar. Anlaşılan kadrolaşma tamamlanmaya başlamış bulunuyordu ki işlem durduruldu.
Evet, hiç kimse Cumhurbaşkanımızın arkasına gizlenerek kadrolaşma veya yanlış yapma lüksüne sahip değildir. Sayın Devlet Arşivleri Başkanı maalesef böylesine tehlikeli bir yola girerek arşivi dinamitlemiştir. Bence artık arşivde idarecilik kredisi sıfırlanmıştır. İlmi faaliyetlerde bulunması hem kendisi, hem arşiv, hem de memleketimiz için yerinde bir karar olacaktır.
TEFEKKÜR
Bir kere dokunsan teline sâz-ı derûnun
Bin türlü nevâzişle düzelmez bozulunca
Prof. Dr. AHMET ŞİMŞİRGİL
02.09.2018