Türkler 650’li yıllardan itibaren Müslümanlarla karşılaşmaya ve İslamiyet’le tanışmaya başladı. Bu irtibat şahıslar düzeyinde yaklaşık iki asır sürdü. Aynı zamanda devletler arasında savaşlar da vuku buldu. Bu savaşlarda genelde İslam devleti galip geldi. Bazı hakanlar İslâm’ı kabul etti. Türklerin savaşçı kişilikleri Emevilerin dikkatini çekmişti. Türkleri paralı asker olarak ordularına almaya başladılar. Bu durum İslam’ın Türkler arasında yaygınlaşmasını kolaylaştırdı. Böylece tüccarlar, askerler ve genelde Hanefi mezhebine mensup tasavvuf erbabının etkileri ile önemli miktarda Türk’ün İslam dairesini girdiği görülüyordu. Fakat iki devlet arasında vuku bulan savaşlar genel bir kabulü zorlaştırmaktaydı. Bu sırada Yahudi ve Hıristiyanlarda Türkleri dinlerine katabilmek için yoğun bir çaba sarf ediyor hatta hakanlar nezdinde görüşmeler yapıyorlardı.
Fakat onların düşünceleri bilhassa halk arasında revaç bulmuyordu. Zira “teslis”i savunan Hıristiyan inancı “tek tanrı”ya iman etmiş bulunan Türkler nezdinde alaya dahi konu olabiliyordu. Hıristiyan rahiplere; “tanrı üç ise anası kim”, “babası kim”, “neredeler”, “ölen tanrı olur mu?” gibi alaycı sorular yöneltiyorlardı.
Yahudiler ise para gücü ile hakanlar üzerine çalışıyordu. Nitekim Hazar Kağanı Yahudilik inancını kabul etmiş ise de emri altındaki Türkler hiç rağbet etmediler.
Fakat yukarıda belirttiğim faktörlerle Türk kabileleri arasında İslamiyet günden güne yaygınlaştı.
İslam’ın neş’etinden üç yüz sene sonra bu defa hakanlar tebaasına uymak durumunda kalacak ve İslam’ı tetkike başlayacaktı. “Bütün güzellikler İslamiyet’tedir” vecizesine uygun olarak araştırdıkça hayran kalacaklar ve hayranlık onları imana taşıyacaktı.
Nitekim ilk Müslüman Türk hakanı olarak Almış Han tarihe geçecekti.
Almış Han, Abbasi halifesi ile de iyi ilişkiler kuracak ve hatta adını zamanın halifesinin adını kendisine İslami bir isim olarak (Cafer) kabul edecekti.
Almış Han nam-ı diğer Cafer bin Abdullah’ın tarihî anekdotlardan Hanefi mezhebine mensup olduğunu kesin olarak bilmekteyiz. Karahanlılar, Gazneliler, Babürlüler, Selçuklular ve Osmanlılar hep Hanefi mezhebine mensup idiler. İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri hepsinin önderi oldu. Bin yıl boyunca Hanefi mezhebine uygun olarak idarelerini, din ve devlet işlerini düzene koydular.
Sormak lazım: Ne kaybettiler? Dünyanın en muazzam medeniyetlerine imzalarını attılar.
Osmanlı’nın gücünün kırılması ile birlikte Batı hayranlığı hortladı. İlk düşmanlık mezheplere yöneltildi. Müslümanların birlik ve beraberlikleri kırıldı. Müslümanlar mezhep taassubu ile suçlandı. Bin yıllık önderlerini unutan Türkler şaşkın bir şekilde kalakaldılar!..
Yerine göre sabah-akşam Türk İmparatorluklarından bahsedeceksin fakat onların en önde gelen rehberini tanımayacaksın! Hatta bir kısım ilahiyatçılar için söylüyorum, “o da kimmiş ben ondan daha ileriyim” diyerek cüce aklınca bir köşeye atacaksın.
Behey tersi dönmüş ahmak! “Üç kişi takibe aldı, beş kişi beni izledi” diyerek kibrinden yanına varılmıyor.
Eşrefoğlu Rumî hazretlerinin:
Nice senin gibilerin
Gülüp geçti sakalına
İfadesine düçar olarak üç gün sonra unutulacaksın.
Oysa hafife aldığın mezhep imamlarımız 13 asırdır Müslümanları bir ve beraber tutmakta dünyanın dört bir tarafındaki müminler onların ictihadları ile yönlerini belirlemektedirler.
Öyleyse Müslüman evladı itikattaki ve ameldeki mezhep imamlarını çok iyi tanımalı mezhepsizlere prim vermemelidir.
İmam-ı Azam Ebû Hanife
Ebû Hanife künyesiyle ve İmâm-ı Âzam sıfatıyla meşhur olan Numan bin Sabit, 700 yılında (h. 80) Kûfe’de doğmuştur. Kaynaklarda nesebi hakkında farklı rivayetler yer almaktadır. Tercih edilen görüşe göre Ebû Hanife’nin dedesi Zuta, babası ise Sabit idi. Hazreti Ömer (v. h. 23/m. 644) zamanında Müslüman olmuş, aslî vatanı Kabil’i terk ederek Kûfe’ye yerleşmiştir. Kendisinin Kabil veya İran asıllı olduğu söylenmektedir. Yine kökeninin Nesa, Tirmiz ve Enbar gibi bazı yerlere dayandığına dair bilgiler de bulunmaktadır.
Zuta, Kûfe’de iken küçük yaşta olan oğlu Sabit’i de yanına alarak Hazreti Ali’yi (v. h. 40/m. 661) ziyarete gittikleri de kaynaklarda belirtilmiştir. Zuta ziyareti sırasında Hazreti Ali’ye un, bal ve su ile yapılan ‘faluzece’ isminde bir tatlı ikram etmiştir. Hazreti Ali de Sabit ve zürriyeti için hayır duada bulunmuştur.
Ebu Hanife’nin dedesi Zuta ile babası Sabit ticaretle meşgul olurdu. Hazreti Ali’nin duasına mazhar olan Sabit, kumaş ticaretinde çok para kazanmıştır. O, oğlu Ebu Hanife’nin en güzel bir şekilde yetişmesini arzu etmekteydi. Bunun neticesi olarak Ebu Hanife küçük yaşta Kur’ân-ı kerimi ezberlemişti.
Hıfzından sonra daha çok babasının manifatura dükkânına giderek işlerinde kendisine yardımcı olurdu. Bu arada ondan ticareti ve ticaretin kurallarını öğrenmiştir.
Bu sırada Kûfe’nin en büyük fakihlerinden biri Ebu Amr eş-Şa’bi (v. 104/722) idi. O sahabiden yüz beş şahısla görüşmüş ve sohbetlerine ermişti. Ebu Hanife’nin babası Sabit ile ülfet ve muhabbeti vardı. Zaman zaman yanlarına vardığında Ebu Hanife’nin üstün zekâ ve meziyetlerine şahit olmuştu. Bir gün kendisine “Seni zeki, ilme kabiliyetli ve hareketli bir genç olarak görüyorum. İlme ve âlimlerin meclisine devam etmeyi ihmal etme” demişti. Ebu Hanife sonradan bu konuşmanın kendisine tesir ettiğini ve böylece ilim tahsiline yöneldiğini nakletmiştir.
Nitekim Şa’bi’nin bu teşvikiyle bir taraftan babasından tevarüs eden kumaş ticaretini devam ettiren Ebu Hanife diğer taraftan hiç aksatmadan ilmî faaliyetlere yönelmiştir. O, ilim yolunda çok sayıda üstattan istifade etmiştir. Bu sayının dört bin olduğunu söyleyenler vardır. Bu âlimler içerisinde Ebû Hanife’nin yetişmesinde en çok katkısı olan Hammad bin Ebi Süleyman’dır. (v. 120/738)
Tahsilinin ilk yıllarında daha çok akaid ve kelam konularına yönelen Ebu Hanife daha sonraki yıllarda ise fıkıh alanına yoğunlaşmıştır. Fıkha yönelmesinden sonra da kelam ve akaide olan ilgisini kesmemiş bu alanla ilgili ictihadlarını ortaya koymaya devam etmiştir. Ebû Hanife’nin hem kelam hem de fıkıh ilmindeki üstünlüğü birçok âlim tarafından belirtilmiştir. İmam-ı Şafii’ye (v. 204/820) göre insanlar kelamda Ebu Hanife’ye muhtaç oldukları gibi fıkıhta da Ebu Hanife’nin çocukları konumundadırlar.
Ebû Hanife, 102/720 yılından itibaren hocası Hammad’ın vefatına kadar, on sekiz yıl boyunca onun ders halkasına devam etmiştir. Hocasının bulunmadığı zamanlarda ona vekâleten ders vermiştir. Hammad vefat ettiğinde kırk yaşında bulunuyordu. Hocasına sağlığında hizmet edip büyük hürmet gösterdiği gibi vefatından sonra kıldığı her farz namazdan sonra anne babasına dua ettiği gibi ona da dua etmiştir. Hürmeti o derecede idi ki, hiçbir zaman ayaklarını hocasının evinin bulunduğu yöne doğru uzattığının görülmediği kaynaklarca ifade edilmektedir.
Hammad’ın dışında Ebu Hanife’nin hocaları arasında Ata bin Rebah (v. 114/732), Muhammed el-Bâkır (v. 114/733) Zeyd bin Ali (v. 122/740) ve Ebu Muhammed Abdullah bin Hasan (v. 145/762) gibi meşhur âlimler zikredilmektedir. Tasavvufta hocasının ise Cafer-i Sadık hazretleri olduğu hatta Ebu Hanife’nin, “Levle’s-senetân le heleke’n-Nu’mân (Son iki yıl olmasa Numan helak olmuştu)” sözünü onun için söylediği rivayet olunmaktadır.
İmam-ı Azam Ebu Hanife’yi tanımaya ve tanıtmaya devam edeceğiz…
TEFEKKÜR
İmamlar şâhıdır Ebu Hanife
İmam oldu bize dinde Hanife
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
28.10.2022
Türkiye Gazetesi
Allah ömrünüzü uzun etsin hocam.
Mükemmel çok teşekkür ediyoruz Hocam.Ehli sünnetin üzerinde sizin kadar duran tarihçi yok denilecek kadar az,Çokça üstünde Durulmalı ve fazlaca bahsedilmelidir.Ehli sünnetin ne olduğunu bilmeyen müslüman ne yazıkki gün geliyor Müslümanlığını kaybediyor.
Mevlam Hayırlı uzun ömürler nasip eylesin….Allah’a emanet olun
Allah Razı Olsun