Sultan Vahideddin, 4 Ocak 1861 senesinde, Dolmabahçe Sarayı’nda doğmuştur. Babası Sultan Abdülmecid annesi Fatma Gülistu Kadınefendi’dir. Henüz altı aylık iken babası Abdülmecid Han vefat etti. Yetim çocuk annesi Fatma Gülistu Kadınefendi ve ablası Mediha Sultan ile Eyüp’te eski bir sultan sarayı olan yalıya yerleşti.
Ancak bu mesut tablo fazla uzun sürmeyecekti. Annesi Gülistu Hanım 1864 yılında ortaya çıkan bir kolera salgını sırasında ahirete göçtü. Böylece geleceğin son Osmanlı Padişahı’na dört yaşında iken öksüzlük de eklenmişti. Bu vaziyet üzerine ablası Mediha Sultan, büyük biraderi Mehmed Kemaleddin Efendi’nin validesine, Vahideddin ise Abdülmecid Han’ın haremlerinden olup üvey ablası Naile Sultan’ın validesi Şayeste Kadın’ın himaye ve terbiyesine verildiler. Böylece her iki kardeş, ayrı iki üvey anne elinde büyümüşlerdir.
Veliaht iken Almanya’ya gittiği zaman, Batı Cephesi’nde ateş hattı siperlerini gezmiş, herhangi bir umulmadık tehlikeye karşı başını eğmesi söylendiği zaman: “Türk başı düşman karşısında eğilmez!” cevabını vermiştir.
Vahideddin Han hakkında en kıymetli bilgileri kızı Sabiha Sultan vermiştir. O, Vahideddin Han’ın şehzadeliği ile alakalı olarak şunları yazmıştır:
Babam kendi arzu ve hevesiyle ilmin her noktasına imkân derecesinde çalışmış hatta Fatih Medresesi’nde gizli olarak ilm-i kelâm, fıkıh, tefsir-i Kur’an ve hadis-i Nebeviyi bilhassa tahsil etmiştir. Arapçayı bütün kavaidiyle bilir, anlar fakat konuşamazdı. Farisi’yi hemen ona yakın bilirdi. Ecdadından birçoğu gibi iyi denecek derecede hattattı. Bilhassa rika hattı mükemmeldi. Sonraları yalnız kurşun kalemle yazdığından hüsn-i hattı oldukça kaybetti.
Edebiyata vâkıftı. Vezin ve kafiye usullerini tamamıyla bilirdi. Hatta gençliğinde yazdığı şiirleri de varmış. Bunları maalesef elde etmek kabil olmadıysa da, vefatında evrakı arasında bulduğum, yurdundan uzakta, yazdığı hazin parçaları muhafaza etmekteyim.
Mimariden anlardı. Çengelköy’de, valideliği Şayeste Kadın için inşa ettirdiği köşkün planını bizzat çizmişti. Bu köşkü birkaç ay içerisinde Süleyman Usta denilen bir kalfanın nezareti altında inşa ettirmişti. Bu köşk, bugüne kıyasen adeta modern denilecek bir şekilde idi.
İyi ata biner, iyi silah atar ve iyi bir avcı idi.
Vahideddin Han’ın ilme kıymet vermesi çocuklarının eğitiminde de kendini gösterecektir. Nitekim bu hususu Sabiha Sultan şöyle ifade edecektir:
Babam bizi ben dört buçuk, kardeşim üç yaşında iken eski usul üzere bir merasimle okutmağa başlattı. Bu merasim Mevlid Kandili günü yapıldı. Babamın kendisine mahsus bir sistemiyle aynı senenin Ramazan-ı Şerif ’inde Kadir Gecesi hatim duası yine usulü veçhile merasimle icra olundu. Bu yalnız benimki idi. Zira kardeşim çok küçük olduğundan, bir sene sonra Kur’an-ı Kerim’i hatmetti. Sonra Arabi, Farisi ve diğer dinî ilimlerin tahsiline devam ettik. Babam bizimle meşgul olmaktan derslerimizi kontrol etmekten bir an bile fâriğ olmazdı.
Sabiha Sultan, babası Vahideddin Han’ın hususi hayatına dair ise şu bilgileri vermektedir:
Hayatı çok sade idi. Debdebe ve âlâyişten nefret eder, kullandığı her şeyin sade olmasını severdi. Ailemiz içinde hatta memleketin en iyi giyinenlerinden idi. Bizlere de bu hususta çok dikkat ederdi. Bilhassa bayramlarda Yıldız Sarayı’na gittiğimizde daima iki elbise yaptırır, birini saraya gidip dönerken, diğerini de huzura çıkıldığı zaman giyerdik.
Kendisi pek küçük yaşta öksüz ve yetim kaldığı için, kimsesizlere karşı büyük bir merhamet duyardı. Fakirlerle alâkadar olur, çocuklarının mektep paralarını, ölenlerin cenaze masraflarını temin eder, hastalarına ve cenaze masraflarına yardımda bulunurdu. Çengelköy halkı arasında o zamanı yaşayanların babamın hayırseverliğini hatırlayacaklarını zan ve ümit ediyorum.
Hizmetkârlarına karşı her zaman himayekârdı. Nazik ve insaflı davranırdı. Bir gün kalfalardan biri babama yanlışlıkla maden suyu yerine ev işlerinde kullanılmak üzere boş bir şişeye boşaltılmış neft yağından vermiş, o da farkına varmadan ilk yudumu yutunca hayli rahatsızlanmıştı. Hiçbir teselliye kulak asmayan bu zavallı kızcağızı çektiği azap ve endişeden kurtarmak ve aynı zamanda kendisine olan emniyetini göstermek için derhal hususi kilerciliğine tayin ettiğini pekiyi hatırlarım.
BU HİCRANA CAN DAYANMAZ!
Afife Rezzemaza Hanım hatıratında Vahideddin Han’ın günlük hayatına ve dinî veçhesine şöyle ışık tutmaktadır:
Sabah erken kalkar, kahvesini içer, gazete okur, esvaplarını giyinip ailesini kabul ederdi. Her sabah aynı hadiseler tekrar ederdi. Hülasa Zat-ı Şahane intizamlı ve ananevi teşkilata tabii idi. Haremleri ve evlatları ile görüşmesinden sonra köşkün ahvâli hakkında maiyeti ile muhavere ederdi. Bunu müteakip yanında emektar bir bendegânı ile bahçeye çıkardı veyahut araba ile Çengelköy’e inerdi. Umumiyetle köşkünden ve ailesinden pek ayrı kalmak istemezdi. Bu sebepten davet edildiği köşklerde yatıya kalmazdı.
Çok sigara içerdi. Fakat Çengelköy’ünde içtiği sigara ile bilâhare San Remo’da içtiği sigara miktarı mukayese dahi edilemez. Çünkü gurbete çıkmasını müteakip aşırı derece sigara içmeye başlamıştı. İlaveten bol miktarda kahve de içerdi. Her sabah taze kahvesi hazır olacaktı. Öğle vakti de kahvesi getirilirdi. Akşama da gene kahve içerdi.
Şarap veyahut konyak içtiğini hatırlamıyorum. Zaten pek dindar olduğu için alkol almazdı. Dindar demişken, cennet-mekân Sultan Vahideddin hakikaten dinine pek bağlı idi. Namazlarını kılar ve Kur’ân-ı kerim okurdu.
Vahideddin Han babası gibi Nakşî olup, Gümüşhânevi tekkesinden Ömer Ziyâeddin Dağıstanî’nin muhibbiydi. Hatta vefatı üzerine şeyhin bastonunu hatıra olarak almıştı. Fıkıh üzerine çalışmıştır. Nimet-i İslâm adındaki meşhur fıkıh kitabını telif ettiği, fakat mevkii sebebiyle kendi ismiyle değil, Maarif Encümeni Reisi Hacı Zihni Efendi ismiyle neşrettiği rivayet olunur.
Vahideddin Han devrin kaynaklarına göre dışarıda ve bilhassa resmî törenlerde soğuk, çatık kaşlı ve ciddi durur, kimseye iltifat etmezdi. Saray dedikodularını bilmez ve yanında konuşulmasından hoşlanmazdı. Resmî olmayan sohbetlerinde bile daima ciddiyetiyle dikkat çekerdi.
Çok cesurdu. İttihatçıların Bâbıâli Baskını sırasında kendilerine muhalif olan Mülâzım Şaban Efendi, o zaman şehzade olan Vahideddin Efendi’nin Çengelköyü’ndeki köşküne sığınmıştı. Mahmud Şevket Paşa’nın gönderdiği adamlar kendisini tevkife geldiği zaman, eline tabancayı alıp, “Bana mensup olan ve masumiyetini bildiğim bir adamı kindar düşmanına teslim edemem. Zorla girmek isteyeni vururum. Beni öldürmedikçe, kendisini alamazsınız.” demişti. Ortalık yatışınca da kendisini Mısır’a göndertmişti.
VI. Mehmed Vahideddin Han ileri seviyede edebiyat, musiki ve hat sanatlarıyla uğraşmıştır. Besteleri tahtta bulunduğu yıllarda sarayda icra edilmiştir. Taif’te iken arka arkaya bestelediği şarkıların güfteleri daha çok vatan hasretini ve geride bıraktıklarından haber alamamanın acılarını terennüm etmektedir. Ona ait altmış üç eser tespit edilmekle birlikte ancak kırk bir eserinin notaları mevcuttur. O, Taif’te ayrılık, elem ve hastalığının ıstırabını şu dizelerle dile getirmişti:
Hayli demdir ben cüdâyım lâne-i viraneden
Düşmüşüm vahşet iline cümle-i cânâneden
Aks-i sadâ bile gelmez nâle-i figâneden
Kalmadı ümmid u kudret cism-i nâ-tuvâneden
Âh yeter Allahım yeter! Şuna insan dayanmaz
Bunca mihen firkate hem ten ü can dayanmaz
Vahideddin Han, yakınlarının ve yanında çalışanların ifadesine göre iyimser ve sabırlı bir kişiliğe sahipti. Her türlü heybetten uzak ve sade idi. Sir Henry Luke onun bu vasfını ifade ederken çarpıcı bir tespitte bulunmaktadır:
Sultanın yorgun ve hasta bir hali vardı. Camiye girişinde kalabalığın eski bir adete uyarak, “Mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah var.” diye haykırışlarına katiyen ihtiyacı olmayan tek bir kişi varsa, o da Sultan’ın ta kendisiydi.
Onun bir vasfı da son derece duygusal ve ince düşünceli oluşu idi. İşgal günlerinde Yıldız’dan dışarı fazla çıkmazdı. “Efendim, Yıldız’da inzivaya çekilmek yerine, ara sıra halkın arasında görünseniz”, teklifine:
“Memleketimizin elemleriyle dopdoluyum, gece gündüz bu endişeden başka düşündüğüm yoktur. Şehirde nasıl gezebilirim ki, adım başı bir ecnebi asker göreceğim. Kendi payitahtımda böyle ecnebi askerler arasında dolaşmaktan hem eza duyarım, hem de halkıma karşı hicap ederim. İnşallah onun günü de gelir.” cevabını vermişti.
Aynı şekilde Sultan, kendisi ile birlikte San Remo’ya gelenlerin mesuliyetini hep üzerinde hissedecektir. Bunların gurbet diyarlarına düşmelerinin sebebi olarak kendisini gördüğünden, mali bakımdan zor durumda olduklarını bildiği halde masraflarını kısmaya hiç yanaşmamıştı. Padişah yapılabilecek bütün tasarrufu kendi zevkinden ve boğazından kesmek sureti ile kendi nefsine tatbik etmekteydi.
Ancak Padişah’ın adeta bir derviş riyazetine benzeyen bu sıkı tasarrufuna rağmen bir kısım yakınları israf içerisinde hayat sürmüşlerdir.
Bunlar vefatından sonra Vahideddin Han’ın kendileri için nasıl bir velinimet olduğunu anlayacaklar ise de iş işten geçmiş olacaktır. Bunların arasında bilhassa Yaveri Zeki Bey Padişah’a çok büyük sıkıntılar yaşatacaktır. Buna rağmen Padişah sabrına devam edecektir. Zeki Bey daha sonra Ertuğrul Efendi’nin dairesinde kalırken çektiği sıkıntılar ve belki Padişah’a tattırdığı elem ve üzüntüler girdabında hayatına son verecektir.
Vahideddin Han bitmiş bir devleti teslim almıştı. Kurtarabilmek için her yolu denedi. Mustafa Kemal Paşa’yı bu maksatla Anadolu’ya gönderdi. Kendisinden bir taraftan Mustafa Kemal ve bir taraftan da İngilizler hep birbirlerine zıt şeyler istediler. Bir dönem Ferid Paşa Hükümeti hariç genelde İngilizleri idare etmeyi başarmıştı.
Ona en büyük darbe Millî Mücadele sonrasında hain yaftası vurulması oldu.
Bunu bir türlü kaldıramadı. Hatta sonradan kızı Sabiha Sultan, babasının, “Bizi en iyi tanıyan Mustafa Kemal bunu nasıl söyler.” deyip derin bir keder içerisinde kavrulduğunu yazacaktır.
Vahideddin Han daha sonra, hiçbir zaman ihanet içinde olmayacağının ifadesi olarak şu cümleleri kullanacaktır:
“Facialara ve olaylara kalkan olamadım ise de paratoner vazifesi gördüm. Bütün musibetleri üzerime çektim. Kendimi feda ederek vatanı kurtarmaya çalıştım.”
Padişah muhtemelen şeref ve haysiyetine sürülen lekeleri temizlemek ve maşeri vicdanda layık olduğu yeri almak istiyordu.
Ömrünün son demlerinde bu arzusuna nail olamayacağını anlayınca yakınlarından birine şu vasiyette bulunmuştur:
“Siz döndükten sonra benim bir vatan haini olmadığımı anlatın!..”
Bunu devlet adamları arasında ilk defa Bülent Ecevit Bey’in anlatması ise Cumhuriyet tarihinin garip bir cilvesi olacaktır.
Refik Halid Karay’ın Vahideddin Han’ın vefatı üzerine yazdığı ve bir “Fatiha” yerine kabul buyurmasını istediği yazısı ise, sanki milleti adına kendisinden bir özür dileme mahiyetini taşıyacaktır:
BİR FATİHA YERİNE!
Türk Padişah ve Halifesi Vahideddin Han, İtalya’nın bir bucağında, uzun bir silsile-i mesaibden (musibetler) sonra rahmet-i rahmana kavuştu.
Bu felaketzede hakanın muharebenin misilsiz bir facia olan son senesiyle Mütareke devrinin korkunç bir rüyaya benzeyen tükenmez günlerinde memleketinin selâmeti ve felaketlerden tahlisi için nasıl candan çalıştığını yakînen bildiğim, gerek gazeteci, gerek politikacı, gerek de resmîve mühim bir makamın âmiri olarak vesikaları ve delilleri ile pek mükemmel tanıdığım cihetle kendimi -bugünkü Türk matbuatının sırf yaranmak ve cumhuriyet idareyi korumak, halk nazarında yükseltmek için yazacakları haksız ve kıymetsiz makalelerin zıddına- onu hayırla yad etmek ve mübarek na’şı karşısında teessürümü bildirmek mecburiyetinde görüyorum.
Mağfur Vahideddin Han bir sille-i siyasete uğrayıp altı yüz senelik âbâ ve ecdat tahtını, altı asırlık yurdunu ve bu yurtta sakin teb’asını bıraktıktan sonra tahvil-i idarenin icabı, gazeteci makulesi birtakım adi ruhlu insanın şeni’ tecavüzlerine uğradı. Bu meyanda Celal Nuri denilen bir politika …, Süleyman Nazif ismini almış bir müdâhane … dünya kuruldu kurulalı hiçbir adamın uğramadığı sefil hücumlarla bu bedbaht sultanı itham için müsabakaya giriştiler ve Vahideddin Han’ı her türlü şen’iyelerin faili gibi göstermeye uğraştılar. İnananlar oldu mu, olmadı mı, bilemem. Benim bildiğim bugün gurbet ve ecnebi toprağında can veren padişahın vatanına iyilik yapmaktan başka bir gaye gözetmemesi ve memleketini kurtarmak endişesinden başka bir emel gütmemiş olmasıdır.
Fakat ne elim bir talihsizliktir ki, tac ve tahtını hâmil olan Türkiye’yi tahlis için çalıştığı yol onu âmâlinin tahakkukuna değil, mekhur ve müzmahil menfâsına, medfenine sürükledi. Zavallı padişah Avrupa’ya kafa tutmak, silah çekmek, meydan okumakla böyle bir gayenin husûlüne inanmıyordu; ona ben de inanmıyordum; benim gibi binlerce mantık ashabı vatandaş da, yapanlardan çoğu da inanmıyordu. Bu, siyasette bir nokta-i nazar farkı idi. İşte bu fark, düşünüş, duyuş ve iş görüşteki bu ayrılık, meselâ hilafetin lüzumuna inanış, İngiltere ile hoş geçinmekten bir keramet bekleyiş, Yunan ordusunu ta Ankara önüne gitmiş görerek harbden bir faide beklemeyiş, bütün bunlar hulûs niyetine rağmen, onu hain-i vatan şeklinde tecelli ettirdi. Memleketinin istiklâliyle bir cüretkâr kumarbaz gibi oynayamaması, bu vatanperver padişahı nihayet vatancudâ, vatanzede etti.
Siyaset nedir? Muvaffak olunca ve olduğun müddet medh, tekrim, tazim… Olmazsan ve olamadığın müddet zemm, tezlîl ve tezvir! Bugünün memduhları yarın makdûh, dünki menfurlar bugün merfû! Politikada bedbaht ona derler ki, ikbalde sevilmez, idbârda can verir. İdbârda göçen için fatiha yerine bir sure-i zemm, uzkuru’l-mevtâ bi’l-hayr yerine uzku-ru’l-mevtâ bi’ş-şer!
Fakat bütün bu zevâhirin altında bir hakikat vardır, bütün bu medihlerin ve zemlerin tahtında bir nüve gizlidir ki onu zaman meydana çıkarır. Zaman, Vahideddin Han’ın hayat-ı siyasiyesini ihtirastan ârîbir âlim gözüyle tetkik edecek olursa birçok hatalarını bulabilecektir; fakat ona atfedilmek istenen namertliği, yani sarayının bir köşesinde yaşayabilmek için memleketini ecnebi istilası altında kıvrandırmak emeliyle çalıştığı tezvirini külliyen reddedecektir. Henüz bir adam çıkıp da “Vatanını sevenlerden bir kısmının başında o çalıştı, hem fart-ı hamiyyetinden ne zilletlere katlanarak… Bir kısmının başında da bu çalıştı, hem fart-ı muhabbetinden ne zahmetlere göğüs gererek…” diyemiyor. Fakat yarın bu, asıl hürriyet ve asıl cumhuriyet teessüs edince hakikat olarak Türk tarihinin granit kitabesine hâkk olunacaktır.
Bedbaht Türk Padişahı siyasetinde muvaffak olamadı; fakat Türk Milleti’ni izmihlâl ve bâdire zannettiğimiz kanlı sergüzeşte atan bir asker o millete, ne bahasına olursa olsun, dünyada her şeyden kıymetdâr olan istiklâlini kazandırdı, düşmanı misli görülmemiş bir şanlı darbe ile yurdun canevinden koparıp attı ve tam mânâsiyle muzaffer oldu. Padişaha düşen bu vazifeyi padişahın yapamaması onun bunu istememesinden değil; muktedir olamamasındandır. Yoksa Vahideddin Han Afyonkarahisar zaferini bizzat kazanmak istemez miydi? O kadar acı yaşlar döktüğü ve kara yaslar tuttuğu İzmir’e halâskâr olarak girmekten zevk duymaz mıydı?
Fakat ne yapsın ki muhit, anane, mantık, ihtiyat, yaş ve daha yüzlerce sebep onu çıkmaz farz edilen böyle bir yola atılmaktan men etti, kahrolası siyasetin bir türlü muzır dalgaları üstünde çırpındıra çırpındıra götürdü, küçük, kuytu köyün kenarına bir enkaz parçası gibi bırakıverdi. O, emin ve memleketine müfit zannettiği yumuşak siyasetinin neticesinde tahtını, tacını kaybederken, tehlikeli ve muzır kıyas olunan bir siyaset-i dürüştâne, millete memleketini kazandırmıştı.
Şark politikasında yalnız galiplerin hakkı, hakk-ı kelâmı, müdafaası vardır. Bedbaht padişaha hain, zalim, katil diye bağırdılar. Hâlbuki onun kadar hıyanete, zulme, katle aleyhdar kim vardı? O, böyle addedilmemek için; “kan döktü, harp etti, milleti muhataralı sergüzeştlere soktu” dedirtmemek için İstanbul’da boynunu büküyor, bir tevekkül ve ihtiyat politikasının bütün zilletini çekiyordu.
Bugün artık taht, tac, hanedan, hilâfet mefhumları ardında koşmanın devri geçti. Bilhassa ben ne vakanüvis-i hazret-i şehriyârîyim, ne de fedâî-i tâcdârî… Padişahım olduğu için değil, tanımak şerefine nail olduğum bir büyük vatandaşım olduğundan dolayı haksızlığa uğrayan Vahideddin Han’ın hakkını vermek istedim. Bana öyle geliyor ki, bu Türk hakanı avizelerinin bin bir türlü ışık saçtığı ve mermer salonlarının denizler gibi ufuklara uzandığı aydınlık ve geniş salonlara bedel bir ufak köşkün Frengâne döşenmiş dar, loş odasında can verirken, mahrum kaldığı saltanatına rağmen milletinin bugünkü istiklâlini düşünerek ilcây-i siyasetle yaptığı bazı hataları unutmuş, müsterih can vermiş ve şahsına yapılan tecavüzleri de zafere hürmeten atfetmiştir.
Yarın biz de şayet gurbetlerde ölürsek böyle yapacağız, öyle can vereceğiz!
Kaynak: Kayı XI, Sayfa: 297-305
Sipariş vermek için: https://www.ktbkitap.com/urun/kayi-11-elveda-ahmet-simsirgil