İki ay kadar önce ilahiyatçılarımız sık sık Maturidiliği gündeme taşıdılar. Hatta bu hususta çalıştay dahi düzenlediler. Mezhepleri bırakın Peygamber efendimizi dahi yok sayan, Kur’ân-ı kerimi tartışma konusu yapan bir kısım İlahiyat Profesörleri ve eski Diyanet başkanlarının fikir babası olarak göründüğü ve boy gösterdiği bu çalıştayın gayesi, gerçekten İmam-ı Maturidi hazretlerinin tanınması mıydı? Elbette ki hayır.
Aslında Ehl-i sünnet inanç ve itikadına sapasağlam bağlı olan Anadolu gençlerini bozuk fikirlerine çekemeyen hatta Kuramer’in İslamı yıkıcı faaliyetleri ile deşifre olan bu cenah, sinsi bir faaliyetin içine girmişti.
Bunlar Ehl-i sünnetin iki itikat imamından biri olan İmam-ı Maturidi hazretlerini güya savunuyor gözükecekler, onu bayrak edinerek Eş’ariliği çaktırmadan silip atacaklardı. Maturidiliği ise kendi inandıkları felsefe doğrultusunda akılcılık çizgisine çekerek asli yapısından çıkaracaklar ve başka bir veçheye büründüreceklerdi.
Nitekim Maturidi çalıştayının kapanış bildirgesi bu sözlerimizdeki haklılığımızı kesin olarak ortaya koyacaktı. Buna göre:
Güya, “Maturidi’nin imanın kalpte gerçekleşen bir tasdik olduğunu, oraya hiç kimsenin müdahale etmesine Allah’ın imkân vermediğini dile getirdiğini” belirterek imanın dil ile de tasdik etmek olduğunu unutuyorlardı.
Yine, “İmam-ı Maturidi, hikmetle bütünleşmiş bir adaleti toplumsal yaşamın olmazsa olmazı olarak görmektedir, ona göre bütün insanlar temiz bir fıtrata sahiptir” denilmek suretiyle tüm din mensuplarını Müslümanlarla aynı noktada birleştirme çabası içinde idiler.
Ve nihayet, “Maturidi’nin akıl, adalet, hikmet ve özgür irade gibi kavramlara dayalı düşünce sisteminin, insanlığın barış ve esenliğine katkı sağlayacağı vurgulandığı belirtilirken” de onun nakle dayalı itikadı neredeyse yok sayılıyordu.
Bir anlamda FETÖ’nün dinde yıllardır uygulamaya çalıştığı tahribatı, isim değiştirerek devam ettirme faaliyetleri seziliyordu.
Bakınız, neredeyse bin sene önce de böyle bir oyun vizyondaydı.
Bin sene önce de aynı oyun!
Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Tuğrul Bey’in veziri Amidülmülk Kündürî, Mu’tezilî-Şiî itikadında olduğu hâlde kendini gizlemekte, takıyye yapmaktaydı. Bir kısım tarihçilerin onu itikatta Mutezili, amelde ise Hanefi mezhebinde göstermeleri şaşırtıcıdır. Zira itikatta mutezili olan bir şahsın amelde hanefiyim demesi batıldır. Zira mezhebinin inanç esaslarına bağlı olmayan bir kimseye o mezhepten denilemez.
Kündürî, Mutezile mezhebine karşı fikren büyük bir mücadele veren Eş’arîlere karşı düşmanca hisler besliyordu. Ancak onların da Ehl-i sünnet akaidinde olmaları nedeniyle bir şey yapamıyor kinini ve nefretini gizliyordu.
Nihayet Bağdat’a hâkim olunmasından sonra Kündüri, Sultan Tuğrul Bey’den ehl-i bid’at için minberlerden lanet okunması hususunda izin çıkardı. Hileci vezir, Rafiziler için aldığı bu iznin içerisine Eş’arileri de dâhil etmeyi bildi. Böylece İslam âleminde unutulmayacak bir fitnenin yolunu açtı.
Tuğrul Bey’in, mezheplerin esasları ve aralarındaki ihtilaflar konusunda bilgisinin yetersizliğini anlayan Kündürî maksadına ulaşmıştı. Artık İmam Ebü’l-Hasen el-Eş’arî başta olmak üzere minberlerden Eş’arîlere lanet okunuyordu. Ardından Şafii mezhebinde olanların ders halkalarını dağıttırmaya başladı. Onları vaaz ve hitabet kürsülerinde konuşmaktan menetti. Eş’arî olan vaiz ve kadılar takibata tabi tutularak görevlerinden uzaklaştırıldı.
Bu durum, Eş’arî âlimlerinin büyüklerinden Nîşâbur’da ikamet etmekte olan İmam Kuşeyrî ve diğer din büyüklerini harekete geçirdi.
Eş’arîliğe gönülden bağlı olan İmam Kuşeyrî, Vezir Kündürî’nin Eş’arîler üzerindeki artan baskısı sonucunda bir risale kaleme aldı. Bu risale dönemin dinî bir meselesine ışık tutması açısından fevkalade tarihî bir değere sahiptir. Kuşeyri, “Şikâyetü Ehli’sünne bi hikâyeti mâ nâlehüm min ehli’l-mihne” isimli risalesinin mukaddimesi olan girizgâh kısmında öncelikle İmam-ı Hasen-i Eş’ari hazretlerinin itikadını ortaya koyuyordu. Şöyle ki:
“Ehl-i Hadisin hepsi, Ebû Hasen Ali bin İsmail el-Eş’arî’nin Hadis Eshabının imamlarından olduğu ve onlarla aynı inanç ve itikada sahip olduğu hususunda ittifak hâlindedirler. O, dinî usulde Ehl-i sünnetin metoduyla konuşmuştur. Dalalet ve bid’at ehlinden olan muhalifleri reddetmiş, Mutezile, Rafiziyye, Harici ve kıble ehli olan bid’atçilere karşı keskin bir kılıç olmuştur. Her kim ki onu ayıplar, yalanlar, lanet eder veyahut hakaret ederse; muhakkak ki onun bu çirkin dili tüm Ehl-i sünnete kötülük etmiş olur.”
Kuşeyrî, bu sözlerin ardından Tuğrul Bey’in İslam dinine yaptığı mükemmel hizmetleri sıralamakta bundan rahatsız olan bid’at ehlinin faaliyetine değinmektedir. Şöyle ki:
“Bazı sapkınlar çeşitli iftiralara sarılarak yüce Sultanın (Tuğrul Bey) yüksek huzurlarına koştular. Eş’arî’ye kötü görüşleri nispet ettiler. İmamın kitaplarının hiçbirinde bir harfine bile rastlanmayan ve ilk zamanlardan şimdiye kadar hem taraftar hem de muhalif olan hiçbir kelamcının kitaplarında görülmeyen sözleri, hikâye ve vasıfları, Eş’arî söylemişçesine naklettiler. Aslında bu sözlerin hepsi düzmece tasvirler ve temeli olmayan iftiralardır. İnsanların, nübüvvet kelamından öğrendiği bir şey de ‘Utanmıyorsan, dilediğini yap!’ sözüdür.
Biz bu meseleyi, meclis-i âliye götürerek isnat edilen görüşlerin, Eş’arîlerin dillerinden işitilmediğini, kitaplarında da böyle sözler olmadığını, kelamcıların görüşlerini toplayan kitaplarda dahi bu sözlerin bir harfinin bile yer almadığını belirttik. Buna karşı bize verilen cevap şöyle oldu:
‘Biz bu şekildeki sözleri söyleyen Eş’arî’nin lanetlenmesini ima ediyoruz. Eğer siz bunu açıklamıyor ve Eş’arî de bu tarz sözleri söylememişse, dediğimiz şeyler (yaptığımız işler) sizi bağlamaz. Yaptığımız şeylerden dolayı size bir zarar dokunmaz.’
Bunun üzerine biz de şöyle dedik:
Öyle anlaşılıyor ki Allah, sizin anlattığınız, tarif ettiğiniz Eş’arî’yi daha yaratmamıştır. Eş’arî hakkında bunları söyleyenlerin durumu, selef imamlarının bid’atleri din edindiklerini iddia eden, onları hatalara ve sapkınlıklara nispet edenlerin durumu gibidir. O, bu konu hakkında kendisine bir şey denildiği zaman, ‘Bu söylediğimi din edinen ve o hâl üzere ölen kimse için söyledim’ der. Akıllı hiçbir kimse bu cevaba razı olmaz, buna göz yummaz ve bunu görmezlikten gelmez.”
Tek bir vücut gibiyiz!
İmam-ı Kuşeyri hazretleri, divanda netice alamaması üzerine bu kez Tuğrul Bey’in katına çıktı.
Tuğrul Bey’e ilk olarak “Eş’arî hakkında anlatılanlar sence doğru mudur?” diye sordu. Tuğrul Bey, “Hayır, ancak ben bu kelamî meselelere girmeyi doğru bulmuyorum. İnsanların da bu tür konulara girmelerini yasaklıyorum. Bana göre ehl-i kıblenin, bu konularla ilgili bir şeyden dolayı lanetlenmesi caiz değildir.” dedi ve Eş’arî’den nakledilen sözleri, onun söyleyip söylemediğini bilmediğini açıkça beyan etti.
Buna rağmen konuşmanın devamında Kündürî’nin faaliyetlerini işitince bu defa da “Eş’arî bana göre bid’atçidir. O bid’at hususunda Mu’tezile’yi geçmiştir” dedi. “Biz bunu duyduğumuz zaman çok şaşırdık ve bu ithamları reddettik. Sübhanallah! Nasıl olur da bir kişi, bir adamın mezhebinin hakikatini ve nispet edilen sözlerin doğru olup olmadığını bilmediğini söyledikten sonra, sözlerini araştırmaksızın onu bid’atçilikle suçlayabilirdi?”
İmam Kuşeyrî’nin anlattıkları; Tuğrul Bey’in mezhepler arasındaki ayrılıklar hususunda kesin ve açıklayıcı bir bilgiye sahip olmadığını ortaya koymaktaydı. Tam manasıyla Kündüri’nin tesirinde kaldığı vezirinin verdiği bilgilere sonsuz güvendiği anlaşılıyordu. Nitekim konuşmasında çelişkili açıklamalar yapmasına ve suallere cevap verememesine rağmen fikrinden geri dönmeyecekti.
Kündürî’de bu meselede ikinci bir adım daha atarak, uygulamalarına karşı fikirleri ile mücadele eden Kuşeyrî; Reîs el-Furâtî, İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî ve Ebû Sehl bin Muvaffak’ın yakalanıp hapsedilmeleri için Tuğrul Bey’den izin aldı. Bunun üzerine Cüveynî saklandı. Reîs el-Furâtî ile Kuşeyrî yakalanıp Nîşâbur’un eski kalesine hapsedildi.
İslam âlemindeki bu büyük fitne ancak Sultan Alparslan’ın tahta çıkışı ve Kündürî’nin idamı ile son bulacaktır. Âlimler de tekrar yurtlarına dönerek eski itibarlarına kavuşacaklardır.
Kündürî’nin Bağdat’ı sarsan bu faaliyetleri ve devrin en büyük İslam âlimlerine karşı davranışları sağlam bir Ehl-i sünnet akidesine sahip olan Alparslan tarafından önlenmişti.
İmam-ı Kuşeyri’nin “Hepimiz Mu’tezile ve bid’atçilere karşı tek bir vücut gibiyiz. İki mezhep arasında usulde hiç bir farklılık yoktur” diyerek Maturidi ve Eşarilerin bir ve beraber oluşlarına; Sultan Alparslan da, “Biz halis Müslümanlarız, bid’at nedir bilmeyiz” diyerek karşılık verecek ve Ehl-i sünnet yolunu güçlendirecektir.
Tarih gerçekleri sunuyor, aktarıyor, bildiriyor, haber veriyor. Elbette ki duyana, ibret alana!
TEFEKKÜR
Dervişin kulağı sak
Hak’tan alır ol sebak
Deprenmeden dil dudak
Sözü işiten gelsin
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
25.01.2019
Türkiye Gazetesi
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/kose-yazilari/prof-dr-ahmet-simsirgil/yikici-faaliyet-606245