Bugün, kendi tarihimize dair ciddi bilgi kirliliği yaşıyoruz. Yazdığınız eserlerde –mesela Türk sufiliğine bakışlar- incelediğimizde geçmişe referanslar gönderilen pek çok konu öz olarak anlatılıyor. Tarihi gerçeklik üzerinden gittiğimizde bugün uzantıları olan bazı meşreplere ait o zamanki öz, bugün çok farklı mecralarda…Oysa bugün dahi bir Yesevi kültürü’nde herkesin hoşuna giden, içimizi titreten, hepimizi duygulandıran taraflar var. Bu değerleri bugüne taşırken sizin düşünceleriniz nedir, nasıl algılanmalı?
Bu sual çok önemli bir sual, iki yönden bizim sıkıntımız var. Bazı belli meselelerin yanlış anlaşılması, yanlış aktarılması, yanlış bilinmesi, yanlış yorumlanması ve bunların üzerinden uzun yıllar geçince doğrusunu ortaya koyabilmek, çıkartabilmek zorlaşıyor. Söylediğiniz husus çok önemli bir husus ama buna çözüm üretmek de bir o kadar zor. Bunu önce bilmek ve belirlemek lazım. İslam Dünyasının yüzyıllar içerisindeki birtakım bölünmüşlükleri var, bir de ortak kültür değerlerimiz var. Ahmet Yesevi gerçekten Anadolu halkının, İslam Dünyasının üzerinde birleşmiş olduğu ve Türk Dünyasını en çok etkileyen insanlardan bir tanesi. Tabii Ahmet Yesevi’nin Anadolu’ya gönderdiği çok halifeleri var… Dolayısıyla bu halifeler vasıtasıyla Ehl-i Sünnet anlayışı bütün Türk milletine büyük oranda yerleşmiş durumda. Devlet olarak da biz Anadolu Beyliklerine, Osmanlı Beyliği de dâhil tümüne baksak hepsi Ehl-i Sünnet anlayışında, Ehl-i Sünnet dışı bir beylik görmek mümkün değil. Aynı şey Selçuklu, Gazneli, Karahanlı’da, büyük Türk devletlerine baktığımız zaman aynı hususiyet yine devam ediyor. Özellikle Anadolu Beyliklerini bu noktada iyi değerlendirmek lazım. Seyyah İbni Batuta Anadolu’yu gezdiği zaman bu hususu özellikle vurguluyor, “Cenab-ı Hakk’ın bu millete bir ihsanı” diyor. Çünkü o dönemde Arabistan’da Ehl-i Sünnet dışı yetmiş tane fırka var. Münteziler, murciye, şia, şianın çeşitli kolları, nice fırkalar var. Anadolu’da hiç yok; gezdiği yerlerde diyor ki; “Bu millete Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanı ki hepsi bir, hepsi Ehl-i Sünnet…” Bunu anlatır seyyah, 1330’lu yıllarda.
Fırka savaşları da olmuyor dolayısıyla?
Beylikler arasında bir kardeşlik, muhabbet var. Biz Anadolu Beyliklerinde hâkimiyet meselesi yüzünden savaş görürüz, ancak değişik inanç sebebiyle savaş göremeyiz. Anadolu’dan giden Türklere, Türkmenlere dayanarak devletini kuruyor. Oradaki Türkmenlerin itikadi bakımdan etkilenmesi ve Anadolu ile olan irtibatları, Anadolu’yu da çok etkilemiştir. Yani Osmanlıdaki birtakım huzursuzluklar ve içten içe Bektaşiliğin bozulması da, Bektaşilik içine sızan başka görüşteki insanların bunu değiştirmeleri sebebiyle olmuştur. Yoksa Hacı Bektaş-ı Veli Hazretlerinden kaynaklanan bir fikir ve inanç ayrılığı asla sözkonusu değildir. Nitekim bugün dahi Hacı Bektaş-ı Veli’ye hiçbir Sünni Müslüman karşı değildir ve Hacı Bektaş-ı Veli’yi bütün Sünni insanlar aynen bir mutasavvıf, bir din büyüğü gibi sever, kucaklar.
Osmanlıda da başat rolü vardı zaten…
Osmanlıda şöyle rolü var; Osmanlıda en önemli rolü Osmanlının Mehter ve Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşunda dua etmesidir. Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşu ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin duası aslında tarihlemeye pek uymuyor. Yani I. Murat zamanında Yeniçeri Ocağı kurulurken hayatta olmadığını biz biliyoruz, fakat bu nerden gelebilir… Muhtemelen Hacı Bektaş-ı Veli’den el almış ve onun halifesi durumunda bir kişi Hacı Bektaş-ı Veli adına orada bir dua yaptı. Zaten Hacı Bektaş-ı Veli o tarihte yaşıyorsa ve orada dua ettiyse bir mesele yok, ama bunu böyle söyleyenlerin söylediği doğruysa -ki tarihleme bazen uymayabilir- o zaman da muhtemelen onun adına bir halifesi dua etmiştir. Bizde halifeler genelde hocalarının adına iş yaparlar, kendilerini aradan çıkartırlar, gelenek böyledir. Dolayısıyla Yeniçeri Ocağı’nın duacısı, Yeniçeri Ocağı’nın bağlandığı şahsiyeti, tasavvuftaki yolu, bir kenara itemezsiniz. Bu Osmanlının resmi askeri gücü. Siz gidip bir akıncı birliğinin içinde yanlış itikada sahip insanlar bulabilirsiniz. Bir tımarlı sipahilerin içinde farklı görüşlerde insanlar bulunabilir ama Yeniçeri Ocağı bizzat resmi statüde yetiştirilen asker demektir. Alımı zaten gayri Müslimlerden olur, Müslüman Ehl-i Sünnet anlayışında yetiştirilir ve ona uygun olarak hareket ettirilir, devlet resmi inancını ona tam manasıyla verir.
Yeniçeri Ocağı için dua eden Pirimiz, Üstadımız Hacı Bektaş-ı Veli diyen bir insanın bidat ehli olmasının imkân ve ihtimali yoktur. Bunun olabilmesi mümkün değil, dolayısıyla bizim burada acaba diyeceğimiz bir husus mümkün değil. Burada ne var; bilahare o yolun saliklerinde yolcularında ona uymayan bir takım fikirlerin ortaya çıkması var. Bunu da bugün anlamamız çok kolay bizim. Bugün ne bileyim bazı tarikatlara baktığınızda, o yoldayız diyen insanların o yola uymayan yüzlerce meselesi var, o yola hiç uymayan işler yapılıyor.
Hangi tarikatı alırsanız alın onun yolundayız diyen insanların onun yolunda olmadığı yüzlerce meseleyi bulabilirsiniz… Bu o insanın öyle olduğunu göstermez, sizin daha sonra görüş değiştirdiğinizi gösterir. Dolayısıyla bizim onları doğru bir şekilde anlatabilmemiz, doğru bir şekilde değerlendirebilmemiz çok önemli. Birileri yanlış aktarıyorsa o yanlış devam edecektir, birilerinin de buna karşı doğru bir şekilde ancak doğruları göstermek vazifesi olacaktır.
Birleştirici genel çerçeveyi bugün nerede görüyorsunuz, sonuçta tarih bir referans alanı ve bilgiler var, günümüzde de değişik kültürlerden etkilenmiş topluluklar var. Bu toplumun ortak bir kültürü var ve normalde bu kültür, yapı itibari ile çok birleştirici bir kültür. Fakat günümüze gelindiğinde değerler açısından atomize olmuş topluluklar görüyoruz, bu konuda neler söyleyeceksiniz?
Aslında bizi birleştirecek unsurlarımız çok fazla; fakat ben açıkçası toplumumuzda bir cehalet görüyorum. Toplumun önce zihniyet inkılabını yaşaması lazım, bizim toplumumuzda maalesef ciddi manada, hemen her bakımdan zihin bozukluğu var. Bunda da en önemli şey ilim noksanlığı; bu durum insanları ideolojik bakış sahibi, objektif olmayan, çok yanlı, çok katı tutum sahibi insanlar haline getiriyor. Tahammülsüzlük var, tartışma fiili öldü. Sonuçta insanlar farklı düşüncelerde olacaklar, farklı fikirlere kapılacaklar, bunlara herhangi bir şey söyleyebilmek mümkün değil. Ama tartışma prensiplerini çok iyi bilirseniz doğru bir yerde buluşabilirsiniz. Neticede münakaşa bir ilimdir yani “barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar” demişler, hakikat kıvılcımları müsademe-i efkârdan, fikirlerin çarpışmasından doğar. ”Kulağımın ardı keçe / Birinden girip birinden geçe” demişler. “Sen ne dersen de, ben bildiğimi okurum” benzer anlamına karşılık gelen sözler… Nasihat ne yazık ki insanlara çoğu kez ağır geliyor. İnsanlar dinlemekten sıkılıyor. Belki de bu sebeple zamanımızda herkes konuşmak istiyor, dinlemek isteyen yok. Televizyonlara bakarsanız, hiçbir tartışma programında hiçbirinin karşıdakini dinlemeye tahammülü yok. “Ben seni dinledim şimdi sus sen beni dinle!…” Aslında birbirlerini hiç dinlemiyorlar, kafalarında söyleyecekleri fikirler var, sadece o fikirleri televizyonda insanlara empoze etmeyi düşünüyor… Yani orada muhatabımı dinleyeyim, onun fikrine bir fikir sunayım, onun fikrini çürüteyim değil, sadece kafasındaki fikirleri pazara çıkartmak gibi bir şey var. Tartışmayı dahi bilmeyenler hiç nasihat dinler mi? Bu durum “Ben her şeyi bilirim./ Sadece benim dediklerim doğru./ Karşıdaki hiçbir şey bilmiyor” gibi kökünde kibir ve bağnazlık bulunan duygulardan ortaya çıkmaktadır. Hâlbuki bizim kültürümüzün en önemli parçası bildiklerini başkalarına anlatmak ve nasihatlerde bulunmak idi. Tecrübelerinden başkalarının da yararlanmasını istemekti. Bu itibarla yaşlı başlı güngörmüş geçirmiş insanlar oğullarına veya kendisini dinleyenlere: Tecrübe bana gösterdi ki diye söze başlarlardı. İnanın dinleyenler de, onların, yılların birikimi olan bu nasihatlerini kapmak için adeta yarışırlardı. Nasihatlerin hukuk anlayışındaki payına gelince, eskiler konuşmalarını kaynağı hadis-i şeriflere dayanan özlü güzel sözlerle, atasözleri ve hoş deyimlerle süslerlerdi. Dinleyenler de bu nasihatlerden büyük zevk alıp hayatının her safhasında bunları yapmağa ve uygulamağa can atardı. Bunlar yazılı olmayan fakat toplumun her kademesinde etkisini hissettiren hukuk kuralları gibi idi. Misal olarak kanaati ifade eden ve israftan sakındıran çok güzel bir beyit vardır:
Yorganına göre uzat ayağın
Söz işit sağır değilse kulağın.
Günümüzde kredi mağdurları deniyor. Hâlbuki senin olmayan bir parayı alacak, harcayacak ve gününde ödemeyeceksin. Sonra karşına çıkan faturaya (ki bu bilinmeyen bir şey de değildir) isyan edeceksin. Hâlbuki bir beyitle ifade edilen şu düsturu insanlar bilip uygulayabilse bunların hiç biri yaşanır olmayacak ve nice ocaklar dağılmayacaktı.
Zihniyet inkılabı deyince objektif, ilmî bakabildiğimiz zaman birleşebiliriz. Mesela Ahmet Yesevi, gerçekten İslam Dünyası olarak her bakımdan üzerinde birleşebileceğimiz bir şahsiyet… Şimdi Ahmet Yesevi’yi sen anlattığın zaman yüzde ellisi hayır diyecektir. Eğer karşıysa fikirlere; onu silecektir, dinlemeyecektir. Bu böyle mi, bu fikirler doğru mu değil mi diye asla bakmayacaktır.
Mesela Fetih filmi çıktı, eleştirileri okuyorum… Fetih filminde mehter marşı yoktu diyor, hemen altına öbürü yazıyor, o zaman da mehter marşı mı vardı, diyor, mehter marşı zaten yoktu diyor. Var mıydı yok muydu, biri vardı biri yoktu diye böyle gidiyor. Aslında mehter marşı var. Mehter marşı yoktu diyelim, Osmanlı müziği dediğiniz zaman akla ne gelir, mehter gelir değil mi? “Fatih Sultan Mehmet zamanında var mıydı yok muydu”yu bırakalım ama Osmanlı müziği nedir deseniz, mehterdir. Yani kişinin mehtere nesi var, alerjisi var, mehter olmasın istiyor. Mehter var mıydı derken sanki filmde çalınan müzik vardı!.. Senin çaldığın müzik Osmanlı’da hiç çalınmadı!.. Ama mehter çalındı. Mehter Osman Gazi’den itibaren var… Bu bir cehaleti gösteriyor, Mehter Selçuklu’da var, “növbet çalmak” denir, bunun en mükemmel haline gelmesi Fatih ile başlar Kanunî’de nihai halini alır, o ayrı ama bir şeyin aslı bir yerde vardır, devam edip geliyor, o zaman takımı azdır, çalınan enstrümanlar azdır, farklıdır sadece davul çalar, zilçalar, hücum marşı çalar…Günün belli saatlerinde növbet çalar. Gelişmiş değildir de sen onu gelişmiş yapmışsındır, tarihçiler bunu tenkit edebilir. Ama mehter müziği hakkında insanlara “mehter var mıydı yok muydu” polemiği oluştu şu an kafalarda. İnsanlar Osmanlı dedin mi kökten karşı!..
Mesela Yavuz Sultan Selim dediğin zaman bir kısım insan, ama bunu herkes söylüyor “Yavuz şu insanları kesti!..” Yok ki böyle bir şey, ama buna inandırıyor, karşı tarafın birtakım insanlarının aleyhte söylediği sözlerin aslında hiçbirisi doğru değil.
Fetihle ilgili genellikle bilinen şeylerin dışında bizlere nelerden bahsedebilirsiniz? Ya da sizi en çok etkileyen, düşündüren olay / olaylar nelerdir? Bizimle paylaşabilir misiniz?
Fethin hemen akabinde Fâtih Sultan Mehmed’in söylediği bir söz bana göre çok mühimdir. Sekiz asırdır İstanbul‘u fethedip Peygamber Efendimiz‘in müjdesine nail olabilmek için yanıp yakılan İslam hükümdarları içinde, bu şeref Osmanlı padişahı Sultan Mehmed’e nasip olur. Yirmi bir yaşındaki Genç, Topkapı’dan içeriye girdiğinde çok büyük bir sevinç içerisindedir. Yanındaki vezirler ve âlimler;
“Seleflerine nasip olmayan büyük bir başarıya kavuştu. Bir ulu müjdeye nail oldu. Normal.” diye düşünürler. Onların bu düşüncelerini sezen zeki Padişah şöyle seslenir:
“Bendeki bu sevinci İstanbul‘un fethine zannetmeyin. Zamanımda Akşemseddin Hazretleri gibi bir âlimin bulunuşuna seviniyorum.”.
İlme ve âlimlere verilen kıymeti gösteren bu ifadeler aynı zamanda İstanbul‘un fethini getiren manevi değerlere de şüphesiz işaret etmektedir. Hadis-i şerifte Rütbetü’l-ilmi ale’r-rüteb ilim rütbesi rütbelerin en üstünüdür, buyrulduğu gibi Osmanlı Devleti de en büyük değeri ilme vermiş ve en mümtaz mevkilerde ilim adamlarını bulundurmuştur.
Osman Gazi, devletinin Anayasası gibi duran vasiyetlerinde ilk olarak ilim üzerinde durmuştur.
Her nerede işidesin ehl-i ilim
Göster ona rağbet ü ikbal ü hilm
Nerede bir ilim ehli duyarsan ona rağbet et, ikbal ve mevki ver ve ona yumuşaklık göster sözünü bütün ahfadı candan kabul etmiş ve sonuna kadar riayet göstermişlerdir. Bu konuda özel bir sohbet yapılabilir ve inanın yüzlerle misal göstermek mümkündür. Padişahların bu davranışları ilmin ve edebiyatın gelişmesinde büyük katkı sağlamıştır. II . Murad Han şairlere maaş bağlatmıştır. Eser yazanlar, şiir yazanlar büyük taltifler görmüştür. Âlimi âlim olan anlar demişler. Padişahların bizzat kendileri de bu şairler ve âlimler grubunun içerisindedirler. Fatih‘ten itibaren neredeyse her biri bir divan sahibidir. Bunun yanı sıra huzur dersleri padişahların vazgeçilmez ilmi sohbetleri arasındadır.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
Not: Bu yazı Gönül Dergisi 11. Sayısında (Temmuz 2012) yayınlanmıştır.