Son dönemlerde sosyal medyada bir kısım dinî meseleler üzerinde öyle tartışmalar yürütülüyor ki akıl alır gibi değil!.. İmânî meseleler sıradan basit konular gibi tartışılıyor. Dinî konularda hiçbir altyapısı olmayan gençler bunları dinleyerek kendince akıl yürütüyor. Çoğu farkında dahi olmadan imanını yitiriyor!..
Geçtiğimiz günlerde bir konferansımın sonunda bir anne büyük üzüntü içerisinde yanıma geldi ve; “Ahmet hocam çocuğumu kaybediyorum. Kimi dinliyor, kimden etkileniyor çözemedim. Fakat garip garip sözler söylüyor. Ne olur kendisine bir nasihat etseniz” diye yalvardı.
Kadıncağızın üzüntüsüne bakarak “Beni arasın konuşalım” dedim. Gerçekten birkaç gün sonra aradılar. Kendisiyle uzun bir konuşma yaptım. Dinî hiçbir bilgisi yoktu. Günümüz mezhepsizlerinden okuduğu bir iki isim söyledi ve;
“Sufi mezhebi ile selefi mezhebini araştırıyorum. Selefi mezhebi bana doğru geliyor ve -hâşâ- ben Allah’ın Arş’ın üstünde olduğuna inanıyorum. Bunu anneme anlatamıyorum” diye yakındı.
“Sufi mezhebi nedir, böyle bir mezhep duymadım” dedim cevap yoktu. Selefi mezhebinden ne anladığını sordum. Sadece İbni Teymiye’nin adını verebildi. Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarından, meleklerin, peygamberlerin sıfatlarından sual ettim, hiçbir bilgisi yoktu. Ancak allame gibi tartışmaya çalışıyordu. Namazın farzlarını sordum inanın bunların da cevabı gelmedi. “Kur’ân-ı kerimde yüzlerce âyette namazı dosdoğru kılınız buyuruyor, kulluğun nerede ve muhtemelen namaz da kılmıyorsun”, dedim, sustu.
“Bak kardeşim! Bu ülkede 40 yıl boyunca ‘Kur’ân bana yeter’ diyenler sonunda deist olarak öldü veya bugün dinsizim diye geziyor aman dikkatli ol! Aman, Ehl-i sünnet büyüklerinin yolundan, şanlı Peygamber Efendimizin izinden ayrılma” dedim.
Uzun bir muhabbetten sonra tavsiye ettiğim Ehl-i sünnet eserlerinden okumaya karar verdi. inşallah yine konuşacağız…
Şunu unutmayalım ki mezhepsiz ve bid’atçi tayfa özellikle çatışmayı ve tartışmayı seviyor. Kur’ân-ı kerim âyetlerine ve hadis-i şeriflere kendi aklına kendi düşüncesine göre cevap veriyor. İnsanları da sinsice bu yöne doğru çekiyor. İslam’ın doğru yolundan sapmış reformcu ve mezhepsiz bozuk itikatlı kimselerin fikirleri ile besleniyor.
Müslüman olduğunu söyleyen fakat Ehl-i sünnet akaidini bilmeyen gençlerimiz de bunlara kolaylıkla kapılıyor.
Bu tip mezhepsiz bid’at ehli insanlara kapılmamak için Ehl-i sünnet itikâdını kısa ve öz olarak da olsa mutlaka doğru eserlerden âlimlerden okumalı ve itikadını buna göre düzeltmelidir. Hak teâlâya yalvararak daima bu itikat üzere olmayı istemelidir.
Şanlı Peygamber Efendimizin çok okuduğu; “Allahümme yâ mukallibel kulûb, sebbit kalbî alâ dînik” (Ey kalpleri hâlden hâle çeviren Allah’ım; Benim kalbimi dinin üzere sabit kıl) duasını her namazdan sonra mutlaka okumalıdır.
Hakkı bil batıla düşme!
Ehl-i sünnet eserlerde Cenab-ı Hakkın varlığına ve birliğine inananlar için doğru İslam itikadı kısa ve öz olarak şöyle nakledilir:
Allahü teâlâ, kadîm olan Zâtı ile vardır. O’ndan başka her şey, O’nun var etmesi ile var olmuştur. O’nun yaratması ile yokluktan varlığa gelmiştir. O, sonsuz olarak var idi. Kadîmdir, ezelîdir. Varlığından evvel yokluk olamaz. O’ndan başka her şey yok idi. Bunların hepsini, O, sonradan yarattı. Kadîm ve ezelî olan, bâkî ve ebedî olur. Hâdis ve mahlûk olan, fâni ve muvakkat olur, yani yok olur.
Allahü teâlâ birdir. Varlığı lâzım olan, yalnız O’dur. İbadete hakkı olan da, yalnız O’dur. O’ndan başka her şeyin var olmasına lüzum yoktur. Olsalar da olur, olmasalar da. O’ndan başka hiçbir şey, ibadet olunmaya lâyık değildir.
Allahü teâlâ, zamanlı, mekânlı ve cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafta değildir. Zamanları, yerleri, cihetleri O yaratmıştır. Cahil veya sapık kimse, O’nu, Arş’ın üstünde sanır, yukarıda bilir. Arş da, yukarısı da, aşağısı da, O’nun mahlûkudur. Bunların hepsini, sonradan yaratmıştır. Sonradan yaratılan bir şey, kadîm olana yani her zaman var olana, yer olabilir mi?
Ehl-i sünnet âlimlerine göre mekânın kıdemi yani önce olmasının yanlış bir değerlendirmeye götüreceği anlayışından hareketle Yüce Allah’a hiçbir şekilde herhangi bir mekân izafe edilemez. Çünkü Allahü tealadan önce hiçbir şeyin varlığından bahsedilemeyeceği için Onun ezelde bir mekân edinmesinden ve Arş’a dokunmasından da bahsedilemez.
Aynı şekilde mekânı yarattıktan sonra mekân edinmesi O’na izafe edilmiş olsa, kendisinin varlığında bir değişme ile zatında bir dokunma durumu söz konusu olacağı için yaratılmış olacağı anlaşılır. Hâlbuki yaratılmış olma durumu ve değişim sonradan olanların özelliğidir. Böyle bir şeyden Yüce Allah münezzehtir (uzaktır).
Bir kısım bozuk itikatlı insanların, Kur’ân’daki âyetlerin zahirî manalarından hareketle Allah’a mekân izafe etmelerine Ehl-i sünnet âlimlerince cevaplar verilmiştir. Bunlardan biri de Maturidilik ekolünün temel taşlarından kabul edilen büyük Hanefi fakihi müfessir ve kelam âlimi Ebü’l-Muin en-Nesefî (v.1115)’dir. Bu büyük âlim bidat ehlinin, âyetleri kendi düşüncelerinin ispatı doğrultusunda kullanmalarının yanlışlığını aklî ve naklî delilleriyle ortaya koymuştur.
Ebü’l-Muin Nesefî, Allahü tealanın yerde ve göklerde olmasının anlamının, yerde ve göklerde olanların Allah’ın takdir ve tedbiriyle olduğu anlamında olduğunu belirtir. O, Allahü tealaya mekân isnadına yol açacak âyetlerin tevil edilmesi gerektiğini, Allah’a bir mekân tahsis edilmesi durumunda hataya ve küfre düşüleceğini belirtir. Aksi takdirde Allah’ın tüm varlığıyla bir yerde bulunma durumunu gösterir ki, bu hâl tek ilahın değil iki ilahın varlığını gerektirir…
İkinci olarak parçalarının her yerde bulunması düşüncesini doğurur ki bu inanış da kâfir olmaya sebep olan bir görüştür. Çünkü Allah’ı cüzlere ayırma düşüncesi batıldır…
Üçüncü seçenek bir yerde olup, başka yerde olamayacağı düşüncesidir. Bu hâl de yaratılanlara ait bir özellik olduğu için ve beraberinde intikale ihtiyaç duymayı getirmesi nedeniyle hatalıdır. Neticede Allahü tealaya bir mekân tahsis etmenin bütün bu yanlış anlayışların sonuçlarına götüreceği aşikârdır.
Tevhid inancının gereği!
Allahü tealaya hiçbir şekilde yer, yön ve mekân isnat edilemez. Alt, üst, sağ, sol, aşağı, yukarı, iç, dış vb. yönlerin hepsi izafi yönler olup bunların hiçbiri her şeyden ve mekândan münezzeh olan Yüce Allah’a isnat edilemez. Aksi takdirde yaratılanların özellikleri gibi bir şeye ihtiyacı olması gibi durum ortaya çıkar ki Yüce Allah bunların tamamından münezzehtir.
Yön olarak yukarıda olmanın aşağıda bulunmadan daha üstün olduğu anlayışından hareketle Allahü tealaya üstte olmayı takdir etme anlayışı da doğru değildir. “Allah, yarattığı kulları üzerinde tek kudret sahibi, her türlü tasarrufa yetkili olandır” (Enam suresi 18.) âyeti bunun delilidir.
Nitekim hükümdarı koruyan bazı muhafızlar işi gereği Sultan’dan yukarı bir yerde koruma görevini yerine getirmektedir. Bu durumda Sultan’ın ondan mekân olarak aşağıda olması durumuna bakarak onun muhafızdan makam itibarıyla aşağıda ve daha düşük konumda olduğu söylenemez…
Duada elleri semaya kaldırmak da Cenab-ı Hakk’a bir yön tayin etmek anlamına gelmemektedir. Kâbe namazın kıblesi olduğu gibi duanın kıblesi de semadır. Yüce Allah ne Kâbe’de ne de yerin alt tarafında olmamasına rağmen namaz kılan kimsenin kıble olarak Kâbe’ye yönelmesi ve secde anında yüzü ve alnı yere koymasında olduğu gibi tamamen kulluk ve itaat etme amacı vardır.
Kur’ân’da kulların rızıkları ile sema arasında bağlantı kurulması da, rızkı veren Allah inancıyla Allah’ın semada mekân edindiği anlamına gelmemelidir. Allah’ın emriyle insanların rızıklarını dağıtmakla görevli meleklerin gökte olması anlayışıyla insanın rızkını elde edeceği yöne yönelerek, ellerini semaya açması kulun samimiyeti içerisindeki yönelişi şeklinde anlaşılmalıdır.
Ebü’l-Muin Nesefî, Bahrü’l-Kelam isimli eserinde Allahü tealaya mekân nisbet edilmesinin tevhid inancını bozduğunu belirtir. Cafer’i Sadık (148/765) hazretlerinin Allah’ın hiçbir şeyden meydana gelmediği, belirli bir mekânda olmadığı ve herhangi bir şeyin üzerinde olmadığı hususlarının tevhid inancının içerisinde olduğunu nakleder.
Çünkü, O’na mekân isnat etmek Allahü tealayı sınırlandırmak olur. O’nu bir şeyin üzerinde göstermek ise Allah’ın taşınması ve muhtaç olmasına işaret edecektir. Yüce Allah bu sayılan nitelemelerden uzaktır.
Ebü’l-Muin en-Nesefi’de olduğu gibi bütün Ehl-i sünnet kelam âlimleri, Yüce Allah’a zahirî manası itibarıyla bir mekân isnat edecek nasları, tevhit akidesi çerçevesinde tevil ederek açıklamışlardır. Dolayısıyla Allahü tealaya mekân isnat etmek anlamına gelebilecek her türlü anlayıştan ve düşünceden uzak durmak gerekir.
TEFEKKÜR
Ne yerlerde ne göklerde ne sağ u sol önü artda,
Beridir şeş cihetden ol ki yokdur hiç mekânullah.
İbrahim Hakkı Erzurumî
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
29.11.2024
Türkiye Gazetesi