“Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” demişlerdir. İnsan yaşadıklarını çok kolay unutabiliyor. Bugün sizlere, siyasette son çeyrek asra damga vurmuş Recep Tayyip Erdoğan Bey’in akıl almaz serüveninden bahsedeceğim. Onun partisi içindeki faaliyetlerini bir kenara bırakırsak siyasette ilk sınavını vermeye ve icraatlarını göstermeye başladığı makam, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı idi. 27 Mart 1994 yerel seçimlerine Refah Partisi, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olarak girmiş ve kazanmıştı.
İstanbul için başkan seçilmesinden önceki dönemi hatırlayanlar iyi bilirler, hatırlamayanlar ise internetten bilgilerini tazeleyebilirler.
Tabiri caizse İstanbul’un dibe vurduğu bir zamandı. Şehir artık susuzluk, Haliç’in katlanılamayacak raddeye gelmiş pis kokusu, çöp dağları ve onun verdiği sıkıntılarla anılıyordu. Belediyecilik iflas etmişti.
Sayın Erdoğan, Belediye Başkanı olarak kısa sürede İstanbulluların gönüllerine girecek başarılara imza atacak ve o gönül tahtından bir daha inmeyecekti…
Başkanlık döneminde, dört milyar dolarlık büyük yatırımlara imza attı. Trafik ve ulaşım problemlerini çözmek üzere elliden fazla köprü ve çevre yolu inşa edildi. Gelişi ile başlayan rahmet yağmurları susuzluğu unutturmuştu. Artık “Yağdır Mevla’m su” şarkısı duyulmuyordu. İstanbullular o günleri aradan geçen 25 senede bir daha hatırlamayacaktı. Çöp dağları, sanki lodos rüzgârları ile eriyen kar gibi kaybolmuştu. Haliç masmavi bir hâl almıştı.
Onun İstanbul’daki bu başarısı partisine ise iktidar yolunu açacak bir heyecan ve ivme kazandırmıştı. Nitekim 1995 seçimlerinde hiçbir parti tek başına iktidara gelemezken Refah Partisi en yüksek oyu almıştı. Bu netice Erbakan’a başbakanlık yolunu açacaktı.
Artık içte ve dışta birilerini korku bekliyordu. Samimi ve inançlı bu topluluk, İstanbul’daki başarıyı Türkiye’de sergilerse iktidar yolları kendilerine ebediyen kapanmış olacaktı. Öyleyse bunların yollarını daha palazlanmadan kesmek gerekti.
Nitekim zinde güçler çok geçmeden oluşturulan irtica tehlikesi paranoyası ile ülkeyi büyük bir kargaşa ve kaosun içerisine attılar. 28 Şubat Postmodern Darbesi, 18 Haziran 1997’de Erbakan ve Çiller hükûmetini, bir anlamda silahsız müdahale ile bitirdi. Yerine üçlü hükûmet (ANAP-DSP-DTP) kuruldu.
Nereden nereye!
Öte yandan tarihler 6 Aralık 1997’yi gösterirken Erdoğan, Siirt’te düzenlenen bir açık hava toplantısında yaptığı konuşma sırasında Ziya Gökalp’in, Balkan Savaşı’ndaki Türk askerleri için yazdığı “Asker Duası” şiirinden bir dörtlük okumuştu. O bu şiirini millî birlik ve beraberlik mesajı vermek için okumuş ise de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, öyle değerlendirmeyecekti. Hem de tam tersi bir şekilde, “Halkı din ve ırk farkı gözeterek, kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek” suçlamasıyla yaftalayıp yargılanmasının yolunu açacaktı. Muhakemenin çeşitli safhalarından sonra kendisine siyasi yasak getirildi. O, artık bir partiyle veya bağımsız olarak seçimlere katılamayacaktı. Hürriyet gazetesinin o tarihte attığı manşet ise hafızalardan asla silinmeyecekti:
“Tayyip’e şok ceza-Muhtar bile olamaz!”
Erdoğan 26 Mart-24 Temmuz 1999 tarihleri arasında hapiste kaldı. Aslında bunlar o zamanki medyanın görmek istediği sonuçlar ve almak istediği kararlardı. Dönemin ordu mensuplarını galeyana getirerek ortalığı yıkıyorlardı. Hortumlanan bankalar arada kaynıyordu. Millet, fabrikalarını yok pahasına yabancılara satıyordu. Ekonomi iflas etmişti. IMF, Kemal Derviş vasıtasıyla neredeyse devlete el koymuştu! 28 Şubat’ın ülkeye maliyeti 381 milyar dolar, bankalardan hortumlanan para ise 46 milyar dolar olarak ifade ediliyordu.
II. Abdülhamid Han’ı Düyun-ı Umumiye üzerinden tenkit edenler Kemal Derviş hadisesini nasıl görüyorlardı acaba? Zira on kat daha büyük bir felaketin ve zilletin içerisine düşülmüştü. Oysa II. Abdülhamid Han’ı Düyun-ı Umumiye’ye mahkûm ettirenler de Abdülaziz Han’ı darbe ile deviren ve şehit eden zihniyetti. Buna rağmen fatura nedense hep milletin adamlarına kesiliyordu.
1994’te belediyecilik iflas etmişken bu kez devlet, ekonomik ve siyaset bakımından çökme noktasına gelmişti. Esnaf yürüyüşleri ülkeyi sarsıyordu. Türkiye nereye gidiyordu. Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit başbakanlığında zorla oluşturulan koalisyon hükûmetleri bu yükü kaldıramadı ve çöktü. Ülke bir kez daha seçim atmosferine girdi.
Tayyip Bey yasaklı olmasına ve aday gösterilmemesine rağmen kurmuş olduğu partisi 3 Kasım 2002’de halkın büyük teveccühü ile ezici bir biçimde iktidara geldi.
Oyun içinde oyun!
Kendisi milletvekili olamadığı için 58. Hükûmet, Abdullah Gül başkanlığında kuruldu. Ancak ülkeyi son yıllarda dizayn edenler eski alışkanlıklarından vazgeçemiyordu.
MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç’ın bir Başbakan’a söylediği şu sözler ne kadar acı idi: “Hanımının başını açta gel!” Gül’ün, “Onun tercihi” şeklindeki cılız tepkisine karşı söylenen söz ise daha da aşağılayıcı idi. “Hanımının başını açtıramayan adam mı olur?”
Evet, Tayyip Bey’in, Cumhuriyetin teorisyenlerinden Ziya Gökalp’in şiirini okuması halkı kin ve nefrete bölücülüğe sebep oluyor(!) ama 28 Şubat sürecinde üniversitelerde başörtülülere uygulanan politika bir Türkiye Başbakanı’na söylenen bu sözler ise nedense masumane kalıyordu…
Abdullah Gül Bey bu yaşadıklarını ne kadar kolay unutacak ve yıllar sonra o devrin tahripkâr gazetecilerinden Uğur Dündar ile poz vermekten, ödül törenine katılmaktan hiçbir rahatsızlık duymayacaktı. Kırk yıllık dava arkadaşına karşı ise hasmane tavrını çoktan almıştı. Bütün bunlar neye işaret ediyordu? Kendisini birileri mi yönlendiriyordu acaba?..
Biz tekrar konumuza dönelim. Evet, Erdoğan dışarıda bırakılmış fakat Gül içeride ve Başbakan idi. Bu durum AK Parti’yi zayıflatmak isteyenlerin neşesini bozmuştu.
Zira parti yıpratılırken asıl kaybeden Gül oluyordu. Tayyip Bey ise dışarıda olduğundan daha da güçleniyordu. Öyleyse Tayyip Bey içeri alınmalıydı! Çünkü asıl gaye o idi! Maksat onu bitirmekti!
Tayyip Bey’in Baykal’ın teklifi ile siyaset yasağının kaldırılarak yolunun açılması ve başbakanlığa giden yolda mayınların temizlenmesi ne kadar ibretlik bir durumdur. Böylece hedefte artık hep o olacak ve yıpratılmaya çalışılacaktır.
Nitekim onun bu ilk döneminde 28 Şubat’ın olağanüstü yetkilerle güçlendirdiği Cumhurbaşkanı Sezer bütün gayretini devletin önüne takoz koymakla geçirecekti. YÖK dâhil devletin zinde güçleri de ona destek vermek için yarışacak, bir anlamda muhalefet partileri gibi çalışacaktı. Devletine güç, kuvvet vermesi gerekenler devleti yıpratıyordu! Nasıl bir zihniyet nasıl bir anlayıştı bu!
Başbakan Erdoğan, 28 Ağustos 2007 yılında Abdullah Gül Bey’i büyük zorluklarla Cumhurbaşkanı seçtirdiğinde, devlete ivme kazandıracağını hesaplarken daha güçlü bir mukavemetin ortaya çıkacağını görecekti. 1980’den itibaren devlet içine sızan ve önemli görevlere yükselen FETÖ’cüler, önceleri gizli başlattıkları yıpratma hareketlerini 2010 yılından itibaren daha da yıkıcı bir hâle dönüştüreceklerdi. 2013 yılından itibaren ise Başbakan’ı açık hedef hâline getirerek düşürmek hatta mahkûm ettirmek için her yola başvuracaklardı. Güya dershanelerinin kapatılmasını hazmedemeyenler devleti yıkmak, milleti zebun kılmak için seferber olacaktı. Gezi olayları, 17-25 Aralık kumpası, şike davası, Kobani olayları vs. hep bu senaryonun parçaları idiler.
Bayrak, rüzgâr bekliyor!
Millet ise oyunları iyi gözlemliyor, değerlendiriyor ve her seçimde liderinin yanında kale gibi yerini alarak oyunları bozuyordu. Tayyip Bey’in halkın oyu ile Cumhurbaşkanı olması şer güçleri daha da çıldırtmıştı. Bu noktada Sayın Cumhurbaşkanı’nın, Başbakanlık makamına kadar getirdiği Ahmet Davutoğlu Bey’in tavır ve davranışları da çok manidardı. Sinsi ve ustaca Rusya ile ilişkileri geriyor ve Türkiye’yi, geliyorum sinyallerini veren bir mücadelede yalnızlığa doğru itiyordu. “Usta” bu gidişatı anında fark ettiğinden Davutoğlu’nu kenara çekerken, onun Türkiye’nin en hayati kararlarında sessiz ve kenarda durmasını nasıl anlamalıydık!
Nihayet 15 Temmuz 2016’da işgal projesi devreye konuldu. Ancak lider ve millet birlikte bu korkunç girişimi de akamete uğrattı. Bu arada ilk defa, Türkiye’yi yıllardır iç karışıklıkların, darbelerin ve gerektiğinde pençesinde kıvrandıran gerideki asıl oyun kurucu, gizlenemez bir şekilde meydana çıkmıştı. ABD’nin çirkin yüzü ve foyası ortaya saçılmıştı!..
15 Temmuz 2016’dan sonra yaşananlarda artık karşımızda hep bu büyük ve acımasız ahtapot olacaktı. Saldırılar baş döndürücü bir trafikle devam etti.
Bu tarihten itibaren sırayla ve biteviye ortaya çıkarılan siyasi, askerî, mali, istihbarat, Kudüs ve bugünlerde Golan savaşları asla unutulmamalı. İşgal hareketini planlayanların hedeflerine ulaşabilmek için faaliyetlerine hız kesmeden devam ettikleri gözden kaçırılmamalı. Sadece gaflet anını gözetlemekteler… O anı yakaladıklarında ise Sultan II. Abdülhamid Han gibi bu defa da milletin “Uzun Adam”, “Usta” ve “Reis” diye bağrına bastığı Başkan‘ını bitirmek için yeniden saldırılarını başlatacaklardır.
Soruyorum: 25 yıldır bu denli korkunç bir kara propaganda ve yıkıcı mücadeleye karşı kim durabilirdi? Hangi ülke ayakta kalabilirdi? Bu zafer liderin kararlı, sebatkâr tavrı, dik duruşu, samimi ve ihlaslı tutumu, milletinden aldığı güç ve dünyanın mazlum Müslümanlarının duası ile başarılmıştır.
Dikkat ediniz, bugün bir daha milletle liderin arası açılmak istenmektedir! Tek umutları bu noktadadır. Zira ancak bu sayede başarılı olacaklarını bilmektedirler.
Unutmayalım ki bir tarafta Arif Nihat Asya Bey’in deyimiyle:
Bir bayrak dalgalanmak için rüzgâr bekliyor…
Diğer tarafta ise, “kurt puslu havayı sever” özdeyişine uygun olarak:
Amerikalı kovboy tweet atmak için fırsat bekliyor!
Millet ya bayrağını dalgalandıracak veya Amerikalı kovboya fırsat tanıyacak…
Artık karar sizin!
TEFEKKÜR
İbtidâ-yı amelin âhiri der-pîş gerek
Kâr-ı evvelde kişi âkîbet-endîş gerek
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
29.03.2019
Türkiye Gazetesi
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-ahmet-simsirgil/607241.aspx