Bid’at ehli İslam itikadından başlayarak, ibadetine ve ananesine kadar her şeyi bozmayı ve değiştirmeyi hedef alır. Bunlar Ehl-i sünnet büyüklerini tanımadıkları ve reformist düşünceleri sebebiyle farklı bakış açıları ve ideolojileri sebebiyle dinî meseleleri yozlaştırmayı hedef edinirler.
Bu yozlaştırmada gaza ve dua prensipleri de payını fazlasıyla almıştır!.. Abduh, Efgani ve Seyit Kutup gibi mezhepsizler gazayı dıştan içe çevirmişlerdir. Bunlar cihadı din düşmanlarının ötesinde zalim fâsık veya kâfir diye niteledikleri kendi devletlerine yöneltmişlerdir. Onlara göre devlet idarecilerinin adı hep ‘Tağut’tur ve ona mutlak isyan olmalıdır!..
Bu düşünce içerisinde İslam devletlerinde radikal örgütler kurduran Batı, Müslümanları hep isyana sevk eder ve bu isyanlar bahanesiyle Müslümanların ezilmesine yok edilmesine kırılmasına akılalmaz zulümler görmesine yol açar.
Hâlbuki Selefî, Vehhabi ve reformist kişilerin bu tavırları ve tezlerinin 1460 senedir İslam uygulamasında yeri yoktur.
Nitekim bu mezhepsiz ve bid’at ehli kişilerde veya bunlardan etkilenen şahıslarda duaya karşı da bir muarızlık söz konusudur.
Bunlar öncelikle evliya kabirlerine gidip dua etmeye karşı çıkmışlardır. Bunu çaput bağlamak mum dikmek gibi ritüellerle tenkit ederken evliyadan talep etmek manasında değerlendirerek şirk olur düşüncesine kadar karşı durmuşlardır.
Bu tavır Vehhabilerin çıkışından sonra büyük bir hız kazanmıştır. Zira Vehhabiler şanlı Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) türbesinde dahi el açıp dua etmeye şirk demişlerdir. Kişinin kimden isteyip istemediğine dahi bakmamışlardır. Sırf bu sebeple Sahabe-i kiram efendilerimizin kabirlerini dümdüz etmişlerdir. Kabir ziyaretini şirk saymışlardır kabirde yatanlara dua etmeyi onlara Kur’ân-ı kerim okuyup ruhlarına göndermeyi reddetmişlerdir.
Nitekim Abduh ve Efgani gibi mezhepsizlerden etkilenen Mehmet Akif dahi;
İnmemiştir hele Kur’ân şunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için.
Derken caiz olanla olmayanı bir arada vermekle büyük bir çelişkinin içine düşmüştür.
Aynı mantaliteyi mezhepsiz Seyit Kutup’da da görmek mümkündür.
O da; İslam adına mücadeleyi anlatırken “İslam, bazı duaları mırıldanmak, tespih tanelerini şıkırdatmak, aman Allah’ım bizi koru, gibilerden tantanalar koparmak ve gökten yeryüzüne barışın, hayrın, hürriyet ve adaletin yağmasını beklemek değildir” diyerek duayı ötelemekte ve küçümsemektedir!
Hâlbuki dua dinin en önemli hususlarındandır. Dua müminin silahı, dinin temel direklerinden biridir. Dua ederken evliyayı ve salih kulları vesile etmek de dinin şiarıdır.
Dua, Allah’a yalvararak muradını istemektir. Allahü teâlâ, dua edeni sever, dua etmeyene gazap eder. Yerleri, gökleri aydınlatan nurdur. Dua, gelmiş olan belaları giderir. Gelmemiş olanların da gelmelerine mâni olur.
Dua ibadettir
Numan bin Beşîr’in rivâyet ettiği bir hadîs-i şerifte Peygamber Efendimiz “Duâ ibâdettir” buyurdular ve sonra da Mümin suresi 60. âyetini okudular. “Rabbiniz buyurdu ki: Bana duâ edin, duânıza icâbet edeyim. Kibirlerinden bana ibâdet etmeyenler, aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir.”
Duanın önemi ve ehemmiyeti ile ilgili pek çok hadis-i şerif vardır. Bunlardan bir kısmı da şöyledir: “Duâ ibâdetin özüdür.” “Allah yanında duâdan daha değerli bir şey yoktur. Çünkü; duâ, dinin direği, semâvât ve arzın nûru ve mü’minin silâhıdır.” “Duâ eden bir kimse helak olmaz.” “Allah kendisine duâ edilmesi ve duâda ısrar edilmesinden hoşlanır, kendisine duâ etmeyene de gazâb eder.”
Duanın önemi anlatılırken, nasıl ki gayret ve maddi silahlar küçümsenmez ise maddi silahlar ve mücadele anlatılırken de dua aşağılanmaz. Fakat bid’at ehli nedense mücadeleye misal getirirken duayı aşağılama küçümseme yolunu tercih eder. Elbette bu boşuna değildir. Maksatları, müminin Rabbine olan rabıtasını zayıflatmak nebileri ve velileri değersizleştirmektir.
Bazıları bunu ifade ederken “Biz, Allah’tan isteyiniz kuldan istemeyiniz, demek istiyoruz” diyorlar. Aslında müminlerin şanlı Peygamber efendimizin ve veli zatların huzurlarında yaptıkları da budur. Rabbinden niyaz ve tazarruda bulunmaktır. Fakat bunu yaparken o mübarek zatları vesile kılmaktadırlar.
İslam dininde tevessül, yani Allah katında makbul bir şeyi vasıta kılarak Allah’tan bir şey istemek caizdir. Mesela, “Allah’ım, Kâbe hakkı için beni affet” “Peygamber hürmetine bana yardım et, beni şu musibetten kurtar”, “Ya İlahi okunan ezanlar hürmetine, salih ve sevdiğin kullar hürmetine peygamberler nebiler hürmetine…” demekte hiçbir mahzur yoktur. Hatta duanın kabulünde etkili olur. Bunu sakıncalı ve şirk görenler ehl-i bid’at olan, batıl Vehhabilik mezhebidir veya onlardan etkilenenlerdir.
Burada dikkat edilmesi gereken; vesileleri vesilelikten çıkarıp, bizzat vesilelerden istemek şirk olur. Mesela, “Ey Kâbe bana şunu ver! Ey filanca benim başımdan şu musibeti al!..” demek, şirktir. Bu iki yaklaşımı birbiri ile karıştırmamak gerekir.
Dolayısıyla tevessül, yani vesile ile Allah’tan istemek caiz iken, bizzat vesileden yardım ve talepte bulunmak şirk olmaktadır.
Bir kimse dua kapısını açar ve duanın tadını alırsa; onun için hayır, rahmet ve icâbet kapısı açılır. Adaletin timsali Hazreti Ömer efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Ben duamın kabul edilip edilmemesinin ıstırabını çekmiyorum, duaya devam edememenin ıstırabını çekiyorum. Çünkü, duaya devam edebilirsem, istediğim bana verilecektir.”
Büyükler şöyle demiştir: “Ey insanoğlu! Efendinin kapısını bıkmadan, usanmadan çaldığın için, istediğin sana verilmiştir, hakkında mübarek olsun…”
Müslümansız bırakma Allah’ım!
Öte yandan dua ederken, uyanık bir gönül ile dua etmek; söylenen her kelimenin kalpte yerini bulması; himmeti âlî tutup Ümmet-i Muhammed için de dua etmek; insan, kendi çocuğu suya düştüğü ve boğulmak üzere iken, nasıl heyecan ve hafakanlar içinde kalıyorsa aynen o şekilde dünyanın dört bir tarafındaki garip, çilekeş ve mazlum Ümmet-i Muhammed için de öyle dua etmek; Gazze’de parçalanarak öldürülen çocukların kendi çocuğu olduğunu düşünerek yakarmak duaların kabulüne vesile olacaktır…
Rahmetli Arif Nihat Asya’nın Müslümanların İslam’ı yaşamaktaki sıkıntılarını terennüm ederken Rabbine yakarışı ne kadar samimi ve içtendir:
Biz, kısık sesleriz… Minareleri,
Sen, ezansız bırakma, Allah’ım!
Mahyasızdır minareler… Göğü de,
Kehkeşansız bırakma Allah’ım!
Bize güç ver… Cihâd meydanını,
Pehlivansız bırakma Allah’ım!
Kahraman bekleyen yığınlarını,
Kahramansız bırakma, Allah’ım!
Bilelim hasma, karşı koymasını;
Bizi cansız bırakma, Allah’ım!
Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,
Müslümansız bırakma, Allah’ım!
Dua, İslam kültürü ve ardından Türk-İslam kültüründe de “Allah’a yönelik tazim ve yardım dileme”ye yönelik bir ibadet olarak ön plana çıkar.
İslam tarihi dönemlerinin kaynakları, Türk-İslam tarihinde seferlerde icra edilen dualardan uzun uzun bahsederler. Bu bağlamda sultanların sefer sürecinde ordunun maneviyatını yükseltmek için gerçekleştirdiği faaliyetlerden birisinin de dua eylemi olduğu belirtilir.
Kroniklerde bu devirlere ait dua rivayetleri, Türk İslam kültüründe seferlerde bir dua geleneğinin olduğunu ve Osmanlı’nın da bir Türk-İslam devleti olarak bu geleneğin uzantısını yansıttığını ortaya koymaktadır.
Eserlerde yapılan dua çoğu kez aynıyla ortaya konulurken yapan şahsın iç dünyası da yansıtılmaktadır. Gazi sultanların temiz yürek ve sağlam bir itikat ile yaptığı bu tür duaların Allah’ın icabet dergâhıyla arasında hiçbir engel olmadığı belirtilir. Yine bir Türk-İslam sultanı için duanın, dinî ve manevî bağlılığı ifade ettiği de vurgulanır.
İnşallah gelecek hafta gazalarda görülen içten yakarışlara, samimi tazarru ve niyazlara değineceğim…
TEFEKKÜR
Du’âsın her seher vird it anun kim
Duânun mevsimi vakt-i seherdür
Ahmedî
(Her sabah ona dua etmeyi vird hâline getir.
Çünkü duanın mevsimi seher vaktidir.)
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
12.07.2024
Türkiye Gazetesi