Ramazan-ı şerifin ikinci on günü içerisine girmiş bulunuyoruz. Şanlı Peygamberimiz, “Bu ayın başı rahmet, ortası af ve mağfiret, sonu da Cehennemden azat olmaktır” buyurmuştu. Af ve mağfiret günlerindeyiz.
Cenab-ı Hak, rahmete gark olan, af ve mağfiretten nasiplenen ve Cehennemden azat beratını da kazanan kullarından eylesin inşallah.
İmsak vakitleri ramazan günlerinin en tartışmalı hususlarından biri olmaya devam etmektedir. Ben geçtiğimiz sene ramazan ayının başında bu konuda oldukça detaylı bir yazı kaleme almıştım. 1983 yılına kadar hiç değişmeden gelen imsak vaktinin birdenbire neden değiştirilmiş bulunduğunu açıklamış ve bu durumun tutarsızlıklarına değinmiştim. Müslümanların oruçlarını sağlama alması gerektiğine vurgu yapmıştım.
Bu sene bazı ilahiyatçıların konu hakkında şu şekilde yorumlar yaptıklarına çokça şahit oldum:
“Efendim bu husus Diyanet’in çok önem verdiği bir konudur. Falanca filancanın takvimi ile bu işler olmaz. Diyanet astronomlardan da destek alarak vakitlerini ilmî bir tarzda belirlemektedir. Diyanet’in takvimine uymak en geçerli yoldur. Yine en doğrusu ‘Diyanet İslamı’dır. Diyanet, Müslümanların vebalini üzerine almıştır…”
Bir defa şunu ifade edeyim ki kişiye farz olan hususlarda hiç kimse hiç kimsenin vebalini üzerine alamaz!..
Ben bu sözü ilk defa askeriyede duymuştum. Şöyle ki: “Siz önemli bir hizmet ifa ediyorsunuz. Günahı varsa benim olsun. Namazlarınızı kılmayınız vs…” Evet, namazını kılması için kişiye izin vermeyen günaha girer ise de elbette ki o kişinin üzerinden de namaz sakıt olmaz. Kılamadı ise dahi, kazasını kılması yine farzdır.
Bu ifadeyi çok kullananlardan biri de antrenörlerdir. Hâlbuki bir antrenör de futbolcusuna, “Senin yerine ben oruç tutarım veya vebali günahı boynuma” diyemez. Tutturmasa günahını alır ise de futbolcunun da kazasını tutması yine farzdır.
Bu minval üzere bir kısım ilahiyat hocalarının, “günahı Diyanet’in üzerinedir” sözü de fasittir. Zira herkesin ibadetinin doğru olabilmesi için şartlarını araştırması, bilmesi ve ibadetini sağlama alması önemlidir. Neticede Diyanet yetkilisi imsak vaktinde bana yirmi dakika daha fazladan yemek yedirmek veya iftarımı iki dakika erken yaptırmak için başıma polis dikmemektedir. Dikkat edersem ibadetimi sağlama almış olurum. Aksi takdirde günahı varsa şunun boynuna deyip kendini rahatlatmaya çalışırsın. Şöyle düşünelim: Dünyalık hangi işimizi, “yanlışsa cezası şunun üzerine olsun” diyerek gelişigüzel yapmaktayız, oturup bir düşünelim.
“Diyanet İslâmı” mı?
Diğer taraftan imsak vakti konusunda günümüzde farklı imsakiyeleri kullanan Türkiye gazetesi veya Fazilet takvimlerini dile getirerek vakitler falancanın filancanın takvimi ile belirlenmez demek tam bir cehalet söylemidir. Zira bunlar vakitleri kendileri belirlememektedir. Hatta bugün kullandıkları imsak ve namaz vakitleri kullanılırken onlar daha yayın hayatına dahi girmemişlerdi. Onlar sadece, 1983 yılına kadar Türkiye’de Diyanet’in de kabul ettiği ve asırlardır uygulanan kıstaslara göre belirlenen vakit hesaplamalarını değiştirmeden hareket etmektedir. Sadece 1983 yılında darbe hükûmetinin ve onun getirdiği diyanet başkanının keyfî uygulamasına karşı çıkmışlardır. Önce asalım sonra gerekçesini yazarız sözüne uygun olarak o dönemin hükûmet ve Diyanet’i de imsak vaktini öncelikle tek komutla 20 dakika ileri taşımışlardı. Arkasından da Avrupalı astronomların fecir hesaplarında, güneşin irtifâ’ını -18 derece almalarını gerekçe göstererek uygulamalarına kılıf uydurmuşlardır. Hâlbuki Müslüman astronomlar, bu hesaplamayı -19 derece kabul etmişler, İslam âlimleri de buna göre vakitleri tespit etmişlerdi.
Dolayısıyla Türkiye ve Fazilet takvimleri onun bunun değil hem asırlarca Osmanlı meşihat makamının hem de 1983 yılına kadar Türkiye Diyanet yetkililerinin kabul ettiği vakitleri hesaplama usulüne uymaktadırlar. Hiç kimse bu takvimlere göre hareket eden kişilerin orucunun sıhhatine söz söyleme hakkını bulamaz. Sıhhatinden bir Allah’ın kulu şüphe etmez.
Gelelim “Diyanet İslamı” sözüne. Diyanet camiası İslam’ı doğru bilip doğru anlayıp ona mı uyacak yoksa Diyanet İslamı diye kendine göre uygulamalar mı yerleştirecek?
Şayet Cumhuriyet dönemini dahi ele alırsak Diyanet’in pek çok uygulamalarından zamanla döndüğüne de şahitlik etmedik mi?
Mesela Türkçe ezan meselesi bunlardan biri değil midir? Evet, bir dönem hükûmet Türkçe ezanı dayatırken zamanın Diyanet İşleri Başkanı ve Diyanet camiası da bunu uygulamamış mıydı? O zaman yaptıkları bu uygulama doğru mu olmuş oluyordu? Şayet her şey Diyanet uygulayınca doğru kabul ediliyorsa o zaman neden geri dönüldü?
Bakınız o dönemde Türkçe ezan ortaya konulurken Türkçe hutbeye de geçilmişti.
Hâlbuki iyi bilinmektedir ki hutbe iki rekâtlık bir namaz yerine geçmektedir. Cuma namazının farzı iki rekâttır. Hutbenin de iki rekât namaz yerine geçmesi ile öğlenin dört rekâtı tamamlanmış olmaktadır.
Eshab-ı kiram ve onların yolunda bulunanlar asırlarca Asya, Afrika ve Avrupa’da hutbeleri hep Arabi okudu. Büyük âlim İbni Abidin hazretleri “Hutbeyi Arabi’den başka lisan ile okumak namaza dururken başka dil ile iftitah tekbiri getirmek gibidir” buyurarak caiz olmadığını bildirdi. Bu itibarla Osmanlı döneminde de İslam büyükleri ve din âlimleri 622 sene boyunca hutbelerin kabul olmayacağını ve cumanın sıhhatini halel geleceği dolayısıyla Türkçe hutbe okunmasına izin vermediler. Buna karşılık hutbedeki mana ve maksadın anlaşılması için cuma namazından öncesine vaazlar koydular. Müslümanlar böylece hem istifade ettiler hem de hutbedeki mana ve maksadı anlamış oldular.
“Gemisin kurtaran kaptan” demişler!
Öte yandan ezan aslına dönmüş iken hutbe maalesef Türkçe kalmaya devam etti. Ben isterdim ki Diyanet camiası bu konuda hükûmetleri etkilesin ve yanlış bid’at uygulamaların önüne geçsin. Hâlbuki çoğu zaman Diyanet camiası, bırakın düzeltmeyi bozma noktasında daha aktif rol oynamaktadır!..
Keza son dönemde çokça tartışmalara sebep olan “Kutlu Doğum Haftası” da bu kabil uygulamalardan biri değil miydi? Asırlarca Arabi takvimlere göre tes’id edilen mevlid kandili, alınan bir kararla nisan ayına sabitlendi ve 28 sene boyunca o şekilde devam ettirildi. Bu projeyi, FETÖ örgütünün ortaya çıkardığı anlaşıldığında bazı ilahiyat hocalarının ve dönemin Diyanet İşleri Başkanı’nın şiddetle karşı koymasına rağmen yerinde bir kararla geri adım atıldı. Böyle olunca Diyanet İslamı yara mı almış oluyor! Yoksa dinî meseleler doğru hâline getirilmiş mi bulunuyor düşünelim…
Yarın bid’at ehli birtakım görevliler eliyle Diyanet camiasında yanlış uygulamalara geçilirse biz yine Diyanet İslamı diyerek hemen bunları uygulamaya mı başlayacağız. “İslam bu değildir. Müslümanlık böyle değildir. İslamiyet böyle emretmemektedir” demeyecek miyiz, doğruları savunmayacak mıyız?
Evet, maalesef birileri şunun bunun takvimi derken Diyanet’i kutsallaştırdığının farkında değil. Net olarak bilinmektedir ki doğru olan, muhakkak olan İslam’dır. İslamiyet ise Allahü teâlânın Resulüne indirdiği ve itmam eylediğini bildirdiği dinidir. Ona uyanlar ancak mutlak doğruyu bulmuş olurlar. Şucu bucu dini veya Diyanet İslamı diye bir husus söz konusu olamaz. İnönü, Demirel, Ecevit devrinde Diyanet’in nice İslam’a uygun düşmeyen uygulamalarına ses çıkarmayanlar yarınlarda iktidarın başına CHP veya o zihniyette birileri geçerse yine Diyanet İslamı deyip kabullenme yolunu mu tutacaklardır?
Öyleyse Diyanet’in vazifesi Müslümanların ibadetlerini en doğru şekilde yapmalarına yardımcı olmak olmalıdır. Müslümanlara ise hakkı ve doğruyu araştırıp, okuyup ona göre ibadetlerini sağlama almak düşer.
“Gemisin kurtaran kaptan” demişler…
TEFEKKÜR
Söyledim sana, işin özünü
İster sıkıl, ister dinle sözümü
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
17.05.2019
Türkiye Gazetesi
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-ahmet-simsirgil/608001.aspx