Eski zamanlarda Hindistan’ın garip bir âdeti varmış. İnsanlar her yüzyılda bir, genç-yaşlı hep beraber büyükçe bir meydanda toplanırlarmış. Herkes yerini aldığında kralın tellalı çıkar, meydanın tam ortasında dikili olan bir taşı göstererek;
“Buraya yüz sene önceki toplantıya katılanlar gelebilir” dermiş. Tellalın bu çağrısından sonra ya kuvveti kesilmiş, gözü kör olmuş ve gençliği mahvolmuş bir ihtiyar adam ya da gençliğinden sadece hatıraları kalmış zamanın boynunu büktüğü, sırtını kambur ettiği bir kocakarı çıkagelir, bu yüksek taşın üzerine tırmanırmış. Böylece ihtiyar adam ya da kadın anlatmaya başlarmış:
“Ben yüz sene önceki büyük toplantıya geldiğimde minicik bir çocuktum. Kral da falanca kimseydi” dermiş. Ardından eski orduları, o zamanki halkı anlatır, zamanın onları nasıl öğüttüğünü, toprağın altına nasıl gömüldüklerini anlatırmış.
Adamın bu kısa ve etkileyici cümlelerinden sonra memleketin hatibi meydana gelir, insanlara vaaz eder, ölümün ansızın gelişinden ve dünyadan kopmanın muhakkak olduğundan bahsedermiş.
Dinleyenler ağlamaya başlarlar, yaptıkları kötülükten, zulümlerden tövbe ederlermiş. Böylece daha çok sadaka verirler, kötü yollara düşmüşlerse terk ederler, bir müddet daha bu vaazın tesiriyle sulh içinde yaşarlarmış…
Son yüzyılın filmi
Böyle bir âdet Türkiye’de yapılsaydı ve bugün öyle bir meydan günü olsaydı… Yüz sene önce 4-5 yaşlarında olup orada bulunan, bugün artık beli bükülmüş dizlerinin feri sönmüş yaşlı bir teyze de dikili taşın üzerine çıkıp konuşmaya başlasaydı… Neler anlatırdı acaba? Dinleyelim:
“Evlatlarım, yüz sene önce ben bu meydanda küçücük bir çocuktum. O gün dikili taşın üzerine çıkan yaşlı amca Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin doğumuna şahitlik etmişti. Hep padişahlarımızdan bahsetmişti. Bir de Abdülhamid Han’ın gittikten sonraki felaketli acı dolu yıllardan…
Biz ise bir müddet sonra mektebe başladık. Orada öğretmenler hep padişahları hain diye anlatıyorlardı. Padişahlardan halifeden kurtulmuştuk. O yaşlı amcanın, gözlerinden kanlı yaşlar dökerek anlattığı İngilizler, Fransızlar, Haçlılar ne olmuştu, nereye gitmişlerdi bir türlü anlayamamıştım? Eve gittiğimizde anne babalarımız ise tam tersini söylerlerdi. Şöyle ki:
Padişahlar iyi insanlardı. Şefkatli hakanlardı, onlar bizim atalarımızdı… Fakat sakın bunları başka yerde konuşmayın, derlerdi. Ne olmuştu neler, değişmişti çözemezdim. Bizim okul yıllarımız böyle ikilem içinde geçti.
Bizim gençlik yıllarımızda başımızda sadece Atatürk oldu. Sonra İnönü geldi. Millî şef diyorlardı. Paralara, devlet kurumlarına, okullara hep onun resmi konulmuştu. Atatürk neredeyse unutulmuştu…
Derken dünya bir daha cihan harbinin içine girdi. Sefalet, yokluk, kıtlık ülkeyi kırdı geçirdi. Savaşa girmemiştik ama savaştan beter ekonomik sıkıntılar çekmiştik…
Sonra Adnan Menderes iktidara geldi. Millet o gün bayram etmişti. Hele de ezanı Arapça okuttuğu gün nasıl sevinç gözyaşları döktüğüne şahit olacaktınız!
Menderes yaklaşık on sene milleti idare etmişti ki darbe denen şeyle tanıştık. Subaylar, albaylar iktidarı ele almıştı. Milletin vekillerini hapse atmışlardı. Sonra Menderes ve iki arkadaşını astıklarını öğrendik. O günler halkın gözyaşını içine akıttığı ve aylarca gülmeyi unuttuğu zamanlardı…
Ondan sonra liderlerin bollaştığı yıllar geldi. Demirel, Ecevit, Türkeş, Erbakan, yıllarca mücadele verdiler. Tartıştılar, konuştular, kavga ettiler, birbirlerine hakaret ettiler. Önceleri Demirel tek başına gelirdi. Sonra Türkeş ve Erbakan’la beraber hükûmetler kurdu. Arada bir Ecevit gelse de fazla kalamazdı. Kıtlık, yokluk arasında kaybolur giderdi.
Bu arada sağ-sol diye ülkenin çocukları birbirini kırdılar. Herkesin ne oluyoruz, nereye gidiyoruz dediği günlerde tekrar darbe oldu. Kenan Evren gelmişti. Millet bu darbeleri hep Amerika’nın yaptırdığını konuşurdu. Liderleri hapse atmışlardı. Gençlerin kavgası bitmişti. Millet biraz rahat nefes almıştı. Fakat hapishanelerdeki işkenceler ve idamlar çok konuşulacaktı.
Sonra yeniden seçime gidildi. Artık başka başka liderler vardı. Bir kısmının adını unuttum. Ama iktidara, çocukların ‘Tonton Amca’ dedikleri Turgut Özal geldi. Özal, bu milletin Menderes’ten sonra belki en çok sevdiği ve tuttuğu bir lider olmuştu.
Bu arada yasak getirilen Demirel, Türkeş, Erbakan ve Ecevit yeniden sahneye çıktılar. Ülke yeniden tartışmaların odağına girdi.
Özal, cumhurbaşkanı iken aniden vefat etti. Millet ise öldürüldüğüne inandı. Zira artık garip olaylar öldürmeler hep birbirini izleyecekti. Onun yerine getirmeyi düşündüğü Adnan Kahveci de öldürüldü. Mesut Yılmaz başbakan olmuştu. Derken Demirel Cumhurbaşkanı olurken yerine Tansu Çiller geldi. Çok hızlı değişimlerdi…
28 Şubat dedikleri bir darbe daha oldu. Bu defa darbeciler iktidar olmadan hükûmet yıkıyor, hükûmet kurduruyorlardı. Erbakan-Çiller hükûmetini yıktılar. Aynı günlerde Türkiye büyük bir depremle sarsıldı. Binlerce insan vefat etti. Ekonomik deprem de bütün ülkeyi sarmıştı. Çok karışık günler geçirdik…
Derken siyasi arenada yepyeni yüzler ortaya çıktı. Artık Erdoğan, Kılıçdaroğlu, Bahçeli vardılar. Millet, şimdi Cumhurbaşkanımız Erdoğan’a büyük teveccüh gösterdi. Üst üste iktidara getirdi.
Bu arada sırayla Türkeş, Demirel, Ecevit ve Erbakan hep öbür dünyaya göçtüler. Siyasi meydanların kırk yıllık renkli simaları gitmiş, ışıkları sönmüştü.
Benim de artık yaşım ilerlemiş olayları takip edemez olmuştum. Her şey yolunda gidiyor, memleket düzlüğe çıkmış diyorduk. Artık darbe günleri bitti diye konuşuyorlardı. Bir gün evlatlarımın, torunlarımın yüzleri asılıverdi. Tedirgin ve perişan oldular. FETÖ darbesi, işgali diye konuşuyorlardı. Günler geceler boyu sokaklarda, çadırda yattılar. Memleket yine karışmıştı. Yine Amerika’dan bahsediyorlardı…
Bugünlerde yine bir seçim var diyorlar. Yüzyıllık meydan toplantısının olduğunu işittim. Torunlarıma rica ettim. Yüzyıl önce burada konuşan yaşlı amcayı kağnı arabasıyla getirip götürmüşlerdi. Beni otomobille getirdiler. Gelemezsin ninem dediler. Evladım belki kimse kalmamıştır. Götürün diye yalvardım. Ben gelmesem belki kimse konuşamayacaktı.
Yüzyıl geçti endişe bitmedi. İnşallah Cenâb-ı Hak evlatlarımıza milletimize rahatlık ve huzur versin. Çok tövbe edelim. Artık benim cenazeme gelirsiniz, ben perdeyi kapatıyorum…”
Nasihat biterse insanlık biter!
Yaşlı teyzenin susmasıyla birlikte bir vaiz taşın üzerine çıkarak konuşmaya başladı:
“Ey dostlar duydunuz, işittiniz. Teyzemiz yüzyıllık ülke serüvenini bir film şeridi gibi aktardı. Kimler gelmiş, kimler geçmiş dünyadan. Şu an karşımızda bizi izleyen şu üç veya beş yaşındaki çocuklardan birisi, bir yüz sene sonra bu taşın üzerine çıkarak konuşmaya başlayacak. O da konuşmasına teyzemizin son söylediği isimleri başa alacak ondan sonra nicelerini anacak. Hepsi göçtü dedikten sonra daha doğmamış olanların adları ile devam edecek onların da kimi gidecek, kimi kalacak yerine yenileri geçecek. Ama hep gidecekler kimse kalmayacak…
Dostlar unutmayalım. Ömür büyük fırsattır, fırsat ise ganimettir. Bunu güzel bir şekilde değerlendirelim. Dün dünyaya sığmaz olanlar görüyoruz ki iki metrekare yere sığmışlar. Gurur ve kibre kapılmayalım. Birbirimizi üzmeyelim.
Rabbimizi unutmayalım. Peygamberimizi bilelim, yolundan gidelim. Kulluk için bu dünyada oluşumuzun idrakinde olalım. Konuşmayalım, yaşayalım. Kulluk şuurunda olalım. Bakınız hep farklı fikirlerle gençlerimizi birbirine düşürmüşler. Ecdadımızı iyi tanıyalım. Dinde bidat yollarına sapmayalım.
Zaman ne de çabuk geçiyor. Bir daha buraya toplandığımızda, bugün burada olanların biri veya ikisi gelebilecek düşünebiliyor musunuz? Hepimiz toprak altında olacağız inanabiliyor musunuz? Öyleyse gelin günahlarımıza tövbe edelim. Birbirimizi sevelim. Teyzenin yüz yıldır bahsettiği Batı’nın oyununa ve tuzaklarına artık düşmeyelim. O film şeridinin içerisinde gizli ne üzüntüler, ne gözyaşları vardı. Ancak çeken bilir. Evlatlarımız da o acıları çekmesinler. İbret alalım. Çok sadaka verelim. Ülkemizdeki Suriyeli din kardeşlerimizi, Arakan Müslümanlarını ve yurdumuzdaki fakir muhtaç, ihtiyaç sahibi kardeşlerimizi unutmayalım.
Şu üzerinde konuştuğumuz taş düşman eline düşmesin. O düşerse artık burada konuşmalar ve milletimizin geleceği nihayet bulur.
Birbirimizi uyaralım, ikaz edelim. Zira nasihat biterse insanlık biter…”
İnsanlar gözyaşları içerisinde birbirlerine sarılarak, ağlaşarak ve helalleşerek yeniden işlerinin başına geçmek üzere dağılırlar. Ta ki bir yüz sene sonrasına kadar…
TEFEKKÜR
Âsiyâb-ı feleğin gerdişine girmeyegör
Gösterir döne döne âdeme bin tane belâ
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
15.02.2019
Türkiye Gazetesi
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-ahmet-simsirgil/606570.aspx