İlk ve ortaokul yıllarımda, “Osmanlılar sadece birinci sınıf dövüşen bir milletti. Fakat ilimden uzak kaldılar, ilme kıymet vermediler, bu sebeple de çabucak yıkıldılar”, diye anlatırlardı. İlimden uzak mıydı değil miydi belki onu düşünecek çağda değildik ama neredeyse yedi asır devam etmiş bir büyük imparatorluğun “çabucak yıkılmış” olmasına anlam veremezdim! Zaman zaman ana muhalefet liderinin, “bir kilo şeker üretemeyen Osmanlı ile övünüyorlar… Koca Osmanlı bir tüfek üretemedi” şeklindeki ifadelerini duydukça “hâlâ ilkokul yıllarında kalmış” diyerek acı acı gülümserim. Zira ilim ve tekniğe bu kadar değer veren ve bu kadar âlim yetiştiren tarihte ikinci bir devlet gösterilemez.
Bu ilmî faaliyetlerinden biri de ramazan ayında gerçekleştirilen “Huzur Dersleri” idi. Huzur Derslerini tarihçiler Osman Gazi’ye kadar götürmektedirler. Ancak III. Mustafa Han devrine kadar bu dersler hakkında aydınlatıcı malumat bulmak mümkün değildir. Bunlar mutlaka padişahın huzurunda ramazan ayında ilmî sohbetler şeklinde cereyan ediyordu. Fakat uygulaması nasıldı bunu bilemiyoruz. Oysa 1759 yılından itibaren bütün safahatıyla bilebilmekteyiz…
Bu konuda en ciddi çalışmayı yapmış bulunan Ebul’ula Mardin Bey’in, 1951 yılında kaleme aldığı eserinin önsözündeki şu serzenişi, Osmanlı hakkında neler bilip bilmediğimizi göstermek açısından ne kadar manidardır:
“Sultan III. Mustafa devrine tesadüf eden hicri 1172 (1759) yılında devlet teşkilâtına giren ve ‘Huzur Dersleri’ adı verilen ilmî meclisler hakkındaki malûmatımız, işin azameti ve ehemmiyetiyle mütenasip değildir. Derslere nihayet verildiği tarihten itibaren geçen şu son çeyrek asır müddet zarfında bu mevzu üzerinde ilmî esaslı bir taharri ve tetkik yapılmadığı için bizi takip eden nesiller bu kıymetdâr müesseseye nüfuzda çok güçlük çekecekler ve anlamaya yarayacak mehazlar bulamayacaklardır. İki yüz seneye yakın, uzun bir zaman devam eden şu kıymetli müessesenin dikkate değer hiçbir iz bırakmaksızın unutulmaya mahkûm bulunması ve tarihin derinliklerine âdeta su üzerine nakış atmak gibi süzülüp gitmesi ilim namına doğrusu acı bir mazhariyet olduğu kadar haleflerimizin haksız yere tenkidini de müstelzim ve telâfisi mümkün olmayan bir mahrumiyettir.
Yüksek ve cazip mansıpları kendi arzularıyla terk ederek bütün mevcudiyetlerini ilme hasreden memleketin binlerce güzide, fedakâr âlimlerinin çalışma faaliyetlerine saha olan bu derslerde yorulmak bilmeyen mesaisiyle temeyyüz eden şahsiyetleri bilmemiz, tanımamız hepimiz için bir kadirbilirlik borcudur. Hâlbuki, bahsi geçen derslere iştirak eden zevatın tercüme-i hâlleri şöyle dursun, isimlerini bile tam surette ortaya koyabilecek durumda değiliz…”
Ebul’ula Mardin Bey eksikliğimizi belirtirken çok çarpıcı bir noktaya da parmak basmaktadır. “Kişi bilmediğinin düşmanı olur” fehvasınca ayıplarımızı görmeden bir de haleflerimizi tenkide yelteniriz demektedir. Bu ciddi bilim adamının sözleri, üzerinden üç çeyrek asır geçmeden neredeyse tahakkuk etmiş görünmektedir. Huzur Derslerinde mukarrir ve muhataplık yapmış büyük tefsir âlimlerini, ne bilmek ne de anlamak imkânı kalmamıştır.
Herkesin eline bir meal tutuşturmak suretiyle neredeyse ordinaryüs tefsir âlimi kıldık. Ahmet Davutoğlu Bey, Başbakan iken hızını alamayıp Bosna’da da her eve bir bayrak bir de Kur’ân-ı kerim meali dağıtımı projesi başlatacaktı. Şimdi herkes Kur’ân-ı kerimden dinini öğrenmeye çalışıyor(!)
Osmanlı medreselerinde bu dersi okuyup anlayabilmek için önce emsile, bina, maksut, avamil, izhar, kafiye gibi dersler okutulur sonra temel derslere başlanırdı. Bu kadar sıkıntı ve eziyete neden katlandılar acaba?
Cuma günü gazetemizde Metin Aykutlu Bey’in imzasıyla çıkan “Meal ile din tahribatı” yazısının mutlaka okunmasını tavsiye ederim…
Adaleti gözetin!
Osmanlıdaki Huzur Derslerini ve işleyişini bilmek aynı zamanda bu ilmin ehemmiyetini ve kimlerin bu sahada söz sahibi olabileceklerini de yansıtmaktadır. Huzur Derslerinde Kur’ân-ı kerim âyetlerini tefsir edip dersi takrir eden âlime “Mukarrir”, müzakereci durumunda olan âlimlere ise “Muhatap” denilirdi. III. Mustafa Han döneminde bir mukarrir ve beş muhatapla başlayan derslerde, muhatapların sayısı zamanla arttı ve on beşe kadar yükseldi.
Huzur Derslerinde mukarrir ve muhatap olacak ulemânın bazı vasıfları taşıması gerekiyordu. Bunların başında İstanbul ruûsunu hâiz, herhangi bir resmî vazifesi olmayan ve İstanbul’da ikamet eden müderrislerden olmak geliyordu. İkinci olarak meleke, ihtisas ve şahsi kemâlatıyla meşhur olmaktı.
İlmi ve maneviyatı da tam olan bu mukarrirlerin seçimini Şeyhülislam yapar ve Padişaha sunardı. Padişahın onayı ile de kesinleşmiş olurdu.
Padişahların Topkapı Sarayı’nda ikamet ettiği devirlerde Huzur Dersleri, Bağdat Köşkü, İncili Köşk, Revan Köşkü, Sofa Köşkü, Sepetçiler Kasrı, Sünnet Kasrı, Eski Mabeyn Dairesi gibi Topkapı Sarayı’nın muhtelif mekânlarından birinde yapılırdı. Dolmabahçe Sarayı’na geçildikten sonra ise Mâbeyn-i Hümâyûn, Muâyede Salonu ve Zülvecheyn salonlarından birinde yapılır oldu. II. Abdülhamid Han ise Huzur Dersleri için Yıldız Sarayı’ndaki Çit Kasrı’nı tercih ederdi.
III. Mustafa Han’ın huzurunda 1759 senesi ramazanında yapılan ilk Huzur Dersinde Mukarrir Fetva Emini Ebubekir Efendi idi. Muhataplar ise; Nebih Muhammed Efendi, Saray Hocası Hamidî Muhammed Efendi, Şeyhülislâm Müfettişi İdris Efendi, Müzellef Muhammed Efendi ve Konevî İsmail Efendi olmuşlardı. Bu ilk derste Nisa suresi 135. âyet-i kerimesinin tefsiri yapıldı. “Ey inananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şâhit olarak adaleti gözetin; ister zengin ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslerinize uymayın. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır.”
Kaç âlim çıkar?
Huzur Dersi nerede yapılacaksa seçilmiş olan âlimler en yakın yerde öğle namazını cemaatle eda ederlerdi. Sonra, başta mukarrir, arkasında sıra ile muhataplar, vakur bir eda ile camiden saraya kadar yürürlerdi. Huzura da mukarrir önde, muhataplar kıdem sırası ile arkasında olmak üzere girerlerdi.
Padişah ve maiyeti, onları ayakta karşılardı. Ulema-i kiram büyük bir saygı ve hürmetle selam verdikten sonra Padişah, Mukarrir efendiye kitap ve nişan hediye ederdi. Padişahın oturmasıyla, mukarrir ve muhataplar da minderlerinin üzerine diz çökerek otururlar ve kitaplarını rahlelerinin üzerine açarlardı.
Padişahın sağında hanedan halkından derse katılacak olanlar, solunda da mabeyn erkânı ve memurları hazır bulunurlardı. Son dönemlerde harem kadınları isterlerse dersleri bir paravan arkasından takip edebilirlerdi.
Mukarrir, Padişahın karşısında otururdu. Muhataplar ise, mukarririn sağından başlayarak kıdem sırasına göre hilâl şeklinde dizilmiş minderlerine otururlardı. Ders iki saat devam ederdi. Dersin sonunda, Muhatap efendilerden rütbesi en yüksek olan ve başta oturan zattan başlanarak her biri sırasıyla Mukarrir efendiye sualini sorar ve Mukarrir efendi de cevapları söylerdi. Ders sona erince Mukarrir efendi dua ederdi. Daha sonra padişah tarafından mukarrire ve muhataplara atiyyeler ihsan edilirdi…
İki asır büyük bir disiplin içerisinde devam eden bu faaliyet Şeyhülislâm Ebüssuud Efendi gibi mümtaz müfessirler yetiştiren ülkemizde tefsir ilminin gelişmesine büyük katkı yapmaktaydı. Bir misal vermek gerekirse sadece 1266/1850 senesi Ramazan-ı şerifinde sekiz mukarrir ve yüz yirmi muhatap huzur derslerine katılmıştı. Bugün Cumhurbaşkanımızın huzurunda Kadı Beydavi tefsirinden bu şekilde bir âyet-i kerimeyi iki saat mütalaa edecek ve ilmî mübahaseye dâhil olabilecek, İlahiyat fakültelerimizden kaç âlim çıkar acaba?
TEFEKKÜR
Çeşm-i insaf gibi kâmile mizan olmaz
Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
10.06.2018
Türkiye Gazetesi
http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-ahmet-simsirgil/602651.aspx