I. Ahmed Han’ın rahatsızlandığı günlerde Osmanlı Devleti ile Avusturya hükümetleri Zitvatoruk Ahitnamesi’ni Viyana Ahitnamesi’yle yeniliyorlardı. Padişahın sırtında bir yara çıkmıştı. Hastalık ise umulmadık bir biçimde ilerlemekteydi. Bütün sağlam iman sahipleri gibi ölümden korkmadı. Son demlerinin yaklaştığını hissedince Aziz Mahmut Efendi tarafından gasil edilmesini vasiyet etti.
Mabeyinci Mustafa, padişahın vefatından bir gün önce huzurunda iken, Ahmed Han’ın odada sahibini göremediği kimselere dört defa “Ve aleyküm selâm” dediğini işitti. Sebebini sorduğunda, Sultan Ahmed Han:
“Şu anda yanıma Hazret-i Ebubekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali geldiler. Bana: ‘Sen, dünya ve ahiretin sultanlığını kendinde toplamışsın. Yarın Resulullah sallâllahu aleyhi vesellem efendimizin yanında olacaksın’ buyurdular” cevabını verdi. Hakikaten ertesi gün vefat etti.
Mide rahatsızlığı dolayısıyla elli bir gün döşekte yattıktan sonra 22 Kasım 1617’de bu dünyanın yalancı saltanatından ayrıldı. I. Ahmed Han vefat ettiğinde yirmi sekiz yaşında bulunuyordu.
Hekimler, padişahın hastalığına sıtma teşhisini koymuşlardı. Padişahın bu beklenmedik ölümü herkesi şaşkına çevirmişti. Devlet yönetiminde karar vermeye yetkisi olan kişiler Osmanoğulları’nın süregelen yasasına aykırı biçimde, padişahın oğlu II. Osman’ı değil onun yerine kardeşi Mustafa’yı tahta oturtmuşlardır. Bunun sebebi ise muhtemelen ilk kez, ölen padişahın kardeşinin hayatta olmasıydı.
O gün İstanbul camilerinde salâlar okundu. Vasiyeti sebebiyle gasil ve diğer dinî vecibelerinin yerine getirilmesi için Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretlerine haberci gönderdiler. Fakat aralarında büyük bir muhabbet ve ünsiyet bulunduğu için Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri de çok üzgündü.
Gelenlere:
“Kendisini pek severdim, dayanamam. Hem çok ihtiyarım, bu hizmetinde gereği gibi bulunamam” diyerek müritlerinden Şaban Dede’yi gönderdi.
Padişahın cenaze namazını, sarayın Sahn Divanhanesi’nde Şeyhülislam Esad Efendi kıldırdı. Cemaatin kalabalık olduğu cenaze, bitmek üzere olan camiinin yanındaki türbesine defnedildi.
Türbesi üzerindeki kitâbeye şu tarih beyti nakş olunmuştur:
Türbe-i ulyâsının itmâmına târihdir
Türbe-i Sultan Ahmed illiyyîn ola
Sultan I. Ahmed Han Osmanlı padişahlarının on dördüncüsü, İslam halifelerinin yetmiş dokuzuncusudur. Sultan III. Mehmed Han’ın oğludur. Babasının Saruhan valiliği sırasında 1590 (h. 998) yılında Manisa’da doğdu. Annesi Handan Sultan’dır.
Şehzade Ahmed, henüz beş yaşında iken sıkı bir talim ve terbiyeye tâbi tutuldu. Zamanın ileri gelen âlimlerinden Aydınlı Mustafa Efendi, bu işle vazifelendirildi. Temel bilgileri öğrendi. Hocazâde Mehmed ve Esad efendilerden de dersler aldı. Bilhassa fıkıh ilminde ince bilgilere sahip olup, Arapça ve Farsçayı mükemmel öğrendi. Ok atmak, kılıç kullanmak, ata binmek gibi savaş ve askerlik eğitiminde de gayet başarılı idi.
Osmanlı şehzadeleri belli bir yaşa geldikten sonra devlet yönetiminde tecrübe kazanmak maksadıyla İstanbul dışındaki bazı vilayetlere yönetici sıfatıyla gönderilirlerdi. Buna “sancağa çıkma” adı verilirdi. Şehzade Ahmed, sancağa çıkmadan saltanata geçen ilk şehzade olacaktır. Buna sebep ise o devirde Anadolu’da devam eden Celâlî İsyanları idi.
Şiirle de uğraşan Ahmed Han, zamanın evliyası Abdülmecid Sivasî ile Aziz Mahmud Hüdâyî Üsküdârî hazretlerinden feyz alıp kemâle geldi.
Sultan Ahmed on dört yaşında tahta geçti ve on dört sene padişahlık yaptı. Yirmi sekiz gibi çok genç denebilecek bir yaşta vefat etti. İyi eğitim almış, sanata ve edebiyata düşkün bir padişahtı. Şiirin yanında hat sanatına da yakın bir ilgi göstermiştir. Bahtî mahlasıyla şiirler yazardı. Zevk ve sefaya kapılmayan, dindar ve hayır sahibi olması dolayısıyla halkın sevgisini kazanmıştı. Sert tabiatlı idi. İhanet edenleri affetmezdi. Sertliği yüzünden devlete hizmet edenlere dahi zaman zaman acımasız davranabiliyordu.
Padişah, dedelerinden Yavuz Sultan Selim’e benzemekteydi. Her ne kadar selim bir tabiata sahip olsa da devletin zararına olabilecek bir şeyde asla taviz vermezdi. Gayet sade giyinirdi. Güçlü, kuvvetli bir yapıya sahip olan padişah iyi silah kullanır ve bu özelliği herkes tarafından bilinirdi. Bir keresinde Edirne’de altı dilimli topuz olan bir şeşperi otuz metre yüksekliğindeki bir burçtan epey ileriyle fırlatmış ve şeşperin düştüğü yere de bu hadiseyi hatırlatan bir sütun dikilmişti.
Mekke şehrine ayrı bir hürmet gösterirdi. Zarar gören Kâbe duvarlarını İstanbul’dan ustalar göndererek tamir ettirmiş, Kâbe-i Muazzama’nın kapısı üzerindeki kitâbe ile altınoluğu yeniletmiştir. Bundan başka İstanbul’da beyaz mermerden yaptırdığı bir minberi Medine’ye göndererek Mescid-i Nebî’de eskiyen minberin yerine koydurtmuştur.
Ahmed Han’ın Peygamber Efendimiz’e bağlılığı ise her türlü tasavvurun üzerinde idi. Nitekim şu hadise onun bu aşkına en büyük işarettir.
O, yaptırmakta olduğu camiinin inşası sırasında Mısır’da Sultan Kayıtbay Türbesi’nde bulunan Hazret-i Peygamber’in “Nakş-ı Kadem” denilen mübarek ayak izlerini Eyüp Sultan Türbesi’ne getirtmişti. Sultanahmed Camii’nin inşaatı tamamlanınca da, bunu oraya aldırdı. Ancak padişah, bu nakil işleminin yapıldığı gece şöyle bir rüya gördü:
“Bütün sultanların toplandığı yüce bir meclis kurulmuştu ve Hazret-i Peygamber de kadılık makamında oturmaktaydı. Bir nevi mahkeme kurulmuştu. Sultan Kayıtbay (m. 1495), Türbesi’ni ziyarete vesile olan bu Kadem-i Saadet’in alınıp İstanbul’a getirilmesinden dolayı Sultan Ahmed’den davacı olmuştu.
Allah Resulü de, kadı sıfatıyla, Kadem-i Şerif’in, derhal geri gönderilmesine hükmetti…
Sultan I. Ahmed, dehşet ve korku ile uyandı. Rüyasını içlerinde Aziz Mahmud Hüdâyî’nin de bulunduğu ulemâ ve meşâyıha tâbir ettirdi. Yapılan tabire göre denildi ki:
“Sultanım! Rüya gayet açıktır. Yoruma bile gerek yoktur. Emanet derhal geri gönderilmelidir…”
Peygamber âşığı Sultan I. Ahmed Han, verilen karara boyun büktü ve emaneti titizlikle ve mahzun bir şekilde yerine iade etti.
Ancak Kadem-i Şerif’ten ayrı kalmaya yüreği dayanamaz ve tıpkı Kadem-i Şerif şeklinde bir sorguç yaptırıp hilafet sarığına takar. Ayrıca bir tahta üzerine de Kadem-i Şerif resmini çizdirtip tahtının cephesine astırır. Tahtadaki Kadem-i Şerif resminin kenarlarına bizzat kendisi şu ünlü kıtasını yazmıştır:
N’ola tacım gibi başımda götürsem daim
Kademi nakşını ol hazret-i Şah-ı Rüsül’ün
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidür
Ahmeda durma yüzün sür kademine o Gül’ün
(Peygamberler sultanı o ulu Peygamber’in ayak izini her zaman bir tac gibi başımda taşısam bunda şaşılacak bir şey olmaz. O Peygamber ki nebilik gülistanının en kıdemli ve en müstesna gülüdür. Ey Ahmed! O hâlde durma sen de o gülün ayağına yüzünü sür!)
I. Ahmed Han gerek Anadolu’da ve gerekse de İstanbul’da pek çok yadigâr bırakmıştır. İstanbul’da kendi adıyla anılan meydandaki Sultanahmed Camii tam bir şâheserdir. Temel atımında kazmayı ilk vuranlar devrin şeyhülislamı Mehmed Efendi, Aziz Mahmud Hüdaî, Kuyucu Murad Paşa ve Sultan Ahmed Han olmuşlardır. Padişah bizzat kaftanının eteği ile toprak taşımış ve terleyinceye kadar kazma vurmuştur. Bu kazma kadife saplı olup, Topkapı Sarayı’nda teşhir edilmektedir. Adı geçen kazmayı daha sonra kullanacak olan bir başka padişah da III. Ahmed Han idi. O da saraydaki meşhur kütüphanenin temelleri atılırken, dedesinin kullandığı bu kazmayı eline almıştır.
Ava ve cirit oyununa meraklı olduğu, ara sıra Edirne’de ve Bursa’da ava çıktığı bilinmektedir. Fakat avı pek sevdiği hâlde, padişahların ava çıkması da çok masraflı olduğundan on dört yıl içinde ancak dört beş sefer ava çıktı.
Döneminde kazaskerlik yapan Bostanzade Yahya Efendi, Tarih-i Saf Tuhfetu’l-Ahbab adlı eserinde I. Ahmed Han’ı şöyle anlatmaktadır:
“O, felek rütbeli, melek yüzlü, derviş tabiatlı olup Süleyman ululuğundadır. Adalette Nuşirevan’a, büyüklükte İskender’e benzer. Mutluluk ve devlet sahibi olan padişahımız, adalet ve şeriat yolundadır. Ataları gibi iyiliği ve hayır işlemeyi sever. Bilginlerin el üstünde tutulup gözetilmelerini ister. Temiz ve aydınlık yüzü değirmi, teni beyaz, boyu sultanlık bahçelerinin selvisi gibi olup sözleri ölçülü ve nüktelidir. Bayramlaşma törenlerinde elini öpen mollalara, şâirlere ve vezirlere saygı olsun diye tahtında kalkıp oturur. Bu, sultanlara yaraşan güzel bir davranıştır. Yürüyüşü bile bir padişaha uyacak biçimdedir. Bütün bunlar izlenince dedesi Sultan Murad Han’a benzediği anlaşılır. Ama Sultan Murad Han’dan bin derece yüksek, bağışlayıcı ve seçkindir. Boyu ondan daha uzundur. Orduyu ve ülkeyi yönetmede dedesinden üstündür. Sevimli yüzü ve gülümseyişi, nur saçan güneş kadar aydınlıktır. Şakada, övgüde ileri gitmez. Alçak gönüllülüğüyse sonsuzdur. Ne var ki, Allah vergisi heybeti ve büyüklüğü karşısında, her canlı titrer.”