Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, İsmâil bin Kâsım bin Abdülcemâl’dir. Fakîrullah diye tanınır. 1067 (m. 1656) senesinde Siirt’in Tillo kasabasında dünyâya geldi. Babasının yerine müderrislik yaparak binlerce talebe yetiştirdi. Tasavvuf yolunda yükselerek evliyâlıkta Gavs makâmı denilen üstün derecelere sâhip oldu. 1147 (m. 1734) senesinde doğduğu yer olan Tillo’da vefat etti.
Dedesi Molla Abdülcemâl, Peygamber efendimizin amcası Hazreti Abbâs’ın (radıyallahü anh) torunlarındandır. Zâhirî ilimlerde âlim idi. Tillo’da müderrislik vazifesi yapıyordu. Oğlu Mevlânâ Kâsım’ı yetiştirerek âlim olmasına vesîle oldu. Kâsım da babasının vefatından sonra yerine geçerek talebe okutmağa başladı. 1067 senesinde Receb-i şerîfin ilk Cuma gecesi, ya’nî Regâib gecesi bir oğlu dünyâya geldi. İsmini İsmâil koydular. Annesi ona, besmelesiz süt emzirip, yemek yedirmedi. Babası Mevlânâ Kâsım onu küçük yaşta yetiştirmeye, ilim öğretmeğe başladı. İsmâil Fakîrullah yirmidört yaşına kadar zâhirî ilimlerde âlim ve bâtınî ilimlerde mütehassıs bir velî olarak yetişti. İbâdetlerinden büyük bir lezzet alır, zevk ile yapardı. Anne ve babasının hukukunu gözetir dua ve rızâlarına kavuşmak için çok gayret gösterirdi.
1071 (m. 1660) senesinde babası Mevlânâ Kâsım hazretleri vefat edince, yerine geçerek müderrislik yapmağa başladı. O sene evlendi. İsmâil Fakîrullah hazretleri haramlardan çok sakınır, hattâ şüpheli korkusuyla mübahların dahî fazlasından kaçınırdı. Tarlasını abdestli olarak eker, biçer, hasadını kaldırır, öşrünü verdikten sonra un hâline getirmek için el değirmeninde bizzat kendisi çalışırdı. O undan hamur yoğurup ekmek yapar, böylece yiyeceklerine hiçbir şüphe karışmamasına çok dikkat ederdi. Üzüm bağının işlerini dahî kendisi görür, olgunlaşan üzümleri hayvanların hakkı geçer korkusuyla bizzat kendi sırtında taşırdı. Yiyecek olarak taze veya kuru üzüm ile iktifa ederdi. Her Cuma günü gusl abdesti almayı yaz, kış hiç aksatmazdı. Gecelerini hep ibâdetle, gündüzlerini oruçlu olarak geçirirdi. Allahü teâlâyı bir an unutmaz, gâfil olmazdı. Rabbini hatırlamak onun gıdası ve en büyük zevki idi. Kırk yaşına kadar böyle devam etti. Kırk yaşında iken latîf mizacı değişip kırk gün yemedi, içmedi ve konuşmadı. Kendinden habersiz olarak yattı. Kırk gün sonra mübârek gözünü açıp bir tas su içti ve ekşi nar isteyip ekmekle yedi. Ondan sonraki günler her çeşit yemekten orta derecede yiyerek kırksekiz yaşına kadar böyle devam etti.
Kırksekiz yaşında olduğu 1114 (m. 1702) senesi Şa’bân ayının ilk Cuma gecesi idi. Akşam namazından sonra komşularından birine ta’ziyeye gitmişti. Yatsı olmadan câmiye gitmek için ayrılan İsmâil Fakîrullah hazretleri karanlıkta evin avlusuna çıktı. Avluda, içinde su olmıyan onbeş metre derinliğinde içi boş ve ağzı açık bir kuyu vardı. İsmâil Fakîrullah, karanlıkta bu kuyuyu takdîr-i ilâhî farkedemiyerek içine düştü. Fakat Allahü teâlânın koruması ile vücûdunun hiçbir yerine birşey olmadı. Sâdece sol kaşının üzerinde ince bir sıyrık vardı. Burada kendisini Allahü teâlânın celâl sıfatıyla imtihan ettiğini anlıyan İsmâil Fakîrullah, bu kadar yüksekten bir sıyrık ile kurtulmasına hamd ederek Allahü teâlâya secdeye kapandı, hulûs-ı kalb ile Rabbine sığındı. O anda etrâfında mânevî bir meclis kuruldu. Hızır aleyhisselâm, Abdülkâdir-i Geylânî, Cüneyd-i Bağdadî hazretleri gibi pekçok velînin rûhları orada hazır oldular. Kuyunun içi genişleyip yemyeşil bir nûra garkoldu. Evliyâlıkta Gavs makâmı denilen derecelere kavuştuğu müjdelendi. Kendisine muhabbet şerbeti içirdiler. Böylece zamânın evliyâsının sultânı oldu. O, bu hâlde iken saatler geçti. Câmide yatsı namazını kılmak için bekliyen cemâat, İsmâil Fakîrullah hazretlerinin gelmediğini görünce evinden ve komşularından soruşturdular. Bulamayınca da aramaya başladılar. Dokumacılık yapan bir usta, kuyunun içinden tatlı bir sesin geldiğini farkedince komşularına haber verdi. Herkes kuyunun başına mumlarla birikti ve kuyuya inerek İsmâil Fakîrullah’ı oradan çıkardılar.
İsmâil Fakîrullah, kuyuda içtiği muhabbet şerbetinin tesîriyle sekiz sene istiğrak (dünyâyı unutarak kendinden geçme) hâlinde devamlı mest olup kaldı. İnsanlardan tamamen uzlet edip, hanım ve evlâdından bile ayrı kalmaya başladı. Sâdece büyük oğlu Abdülkâdir Efendi huzûruna girip hizmetiyle şereflendi.
İsmâil Fakîrullah, bu istiğrak hâlinde iken söylediği bir kasîdede kuyuda olanları şöyle anlattı: “Allahü teâlânın aşkı ile kendimden geçmiş bir hâlde iken, duvarı mermer taşlarla örülmüş kuyuya düştüm. Onbeş metre kadar derin olduğu hâlde, kendimi bir karış yerden düşmüş gibi hissettim. Düştüğüm an, kuyudan ilâhî yeşil bir nûr yükseldi. Öyle ki, verdiği aydınlığı birçok nûrlar veremezdi. O gece, benim için Kadir gecesi kadar kıymetlidir. Çünkü, Allahü teâlâ bana orada pekçok lütuf ve ihsânlarda bulundu. Bu lütfun bereketiyle okyanusların dibinde ve semâvâtda bulunan herşey gözlerimin önüne getirilerek gösterildi. Allahü teâlâ bana o gece öyle büyük ni’metleri ihsân etti ki, onu, daha önce yaşıyan evliyâsının çoğuna vermedi. Bir anda etrâfımda kurulan mânevî mecliste, Hızır ve İlyas aleyhisselâm, Abdülkâdir-i Geylânî, Ahmed Rıfâî ve Cüneyd-i Bağdadî hazretleri bana çok ikrâmlarda bulundular ve müjdeler verdiler. Şeyh Hamza Kebîr hazretleri elinde yeşil âsâsıyla, arkasında da ona mensûp olanların hepsi geldi ve hâlimin güzelliğine hayrân kaldılar. Yanında yıldız gibi parlıyan oğlu Şeyh Mücâhid, Şeyh Mûsâ ve Şeyh Muhammed Radî de vardı. Çok sevdiklerimden ve makamları yüksek olan Şeyh Burhân, Şeyh Âlemeyn ve Halil Ferd dahî yanıma gelerek bu meclisin sonuna kadar bana izzet ve ikrâmlarda bulundular. Önlerinde Şeyh Hasen’in bulunduğu Fatiriyyûn’lar da ziyâretime geldiler. Hepsi cübbelerini giymiş bir hâlde idiler. Ayrıca Veysel Karânî hazretleri, Şeyh Hasen Hutvî, Şeyh Mustafa Kürdî ve Şeyh Neccâr bin Neccârî de orada hazır oldular. Hâlid bin Velîd “radıyallahü anh” hazretleri elinde demir bir âsâ ile teşrîf buyurdu. Hepsi de bana ihsân edilen ni’metlere hayrân oldular. Etrâfıma saf saf dizilip ellerinde ilâhî şerbetle dolu kadehler tutuyorlardı. Ben ise, onların ortasında ve bakışları altında olduğum hâlde, Allahü teâlânın zikri ile meşgul olup tefekkür ediyordum. Hepsi de, ellerindeki şerbeti içmemi bekliyorlardı.”
İsmâil Fakîrullah hazretleri, istiğrak hâlini bıraktıktan sonra dostlarıyla görüşmeğe başladı. Onlara, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yoluna çok benziyen kendine mahsûs “Üveysiyye” yolunun âdabını öğretmeğe başladı. Pekçok talebeleri arasında ençok sevdiği ve hizmetine müsâade ettiği Molla Osman (İbrâhim Hakkı hazretlerinin babası) ve Molla Muhammed idi. Bu talebeleri kendisine on sene hizmet etmekle şereflendiler. Molla Osman, hocası İsmâil Fakîrullah hazretlerinin teveccühlerine kavuşması ve onun duasını alıp talebesi olmakla şereflenmesi için memleketi Erzurum’dan henüz küçük olan İbrâhim Hakkı’yı da getirtti. O da hizmet etmeye başladı. Molla Osman ve Molla Muhammed hocalarına hizmetin onuncu yılında, her ikisi de bir hafta içinde vefat ettiler. Cenâze namazlarını hocaları kıldırdı.
Onlardan sonra daha küçük yaşta olan İbrâhim Hakkı, İsmâil Fakîrullah’a hizmet etmeye, onun hasta kalblere şifâ olan sözleri ile olgunlaşmağa ve yetişmeğe başladı.
Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Hocam İsmâil Fakîrullah hazretlerine hizmetimin üçüncü senesi idi. Bağbozumu zamânı Sonbahar aylarında idik. Tillo kasabasının kuzey tarafında dört saatlik mesafede bir kale vardı. Şirvân beyi bu kaleyi müdâfaa ediyordu. Van paşası itâatsizliği sebebiyle Şirvân beyine ceza vermek için bin kadar askerle kaleyi kuşattı. Topa tutmak istiyordu. Şirvân beyi durumu hazret-i Fakîrullah’a bildirerek paşaya mâni olmasını istirhâm etti ve dua talebinde bulundu. Bunun üzerine hocam, paşaya bir mektup gönderdi. Mektupda; “Ümmet-i Muhammed’in fukarasına merhamet edesin. Bağlarını yağma etmeden çekip gidesin. O âsî olan beyin cezasını âhırete bırakasın” yazıyordu. Mektup paşaya ulaştığında kuşluk vakti idi. Paşa mektûbu okudu. Fakat hocamın ricasına hiç aldırış etmeyip; “Ben buraya sultânın emriyle gelmişim. Kaleyi, bu âsî beyin başına yıkmalıyım” dedi. Geri dönüp gitmedi.
Paşa, topçularına “Ateş” emri verdi. Atılan toplardan bir tanesi kale duvarına çarpınca parçalandı. Parçalardan biri geri teperek paşanın atına isâbet etti. O anda altındaki at öldü. Arkasından gökyüzünde bulutlar toplanmaya, kısa bir müddet sonra da şiddetli ve iri iri dolu yağmağa başladı. İki saat aralıksız yağan dolu, kale dışında ne kadar insan varsa perîşan etti. Doludan hayvanlar kaçacak, sığınacak yer aramağa başladılar. Askerler, kaçan atlarını yakalamak için peşinden koştular. Bu sırada kabarıp büyüyen seller askerlerin çadırlarını söküp götürdü. İşte bu hâdiselerden sonra paşanın aklı başına geldi. Yakaladıkları bir ata binip yanına sekiz asker aldı. Doğru Tillo’ya hocam Fakîrullah hazretlerinin huzûruna gitmek üzere yola çıktı. Ancak akşam üzeri Tillo’ya girdi. Önce babam ile kaldığımız bizim hücreye geldi. Babamla, hocamızın huzûruna çıktılar. Paşa kan ter içinde, perîşan bir hâlde idi. Boynu bükük bir vaziyette üstâdımızdan özür dilemeye başladı. Hocamız ise hiç iltifât etmedi, sâdece; “Ey zâlim! Sen Allahü teâlâdan korkmaz mısın?” buyurdu. Paşa sıtmaya tutulmuş gibi titremeye başladı ve babamın işâreti ile geldiği gibi perîşan bir hâlde huzûrdan çıktılar. O gece bizim hücrede kaldı. Sabaha kadar babamla hiç uyumadılar. Bir ara Paşa dedi ki: “Ben, Sultan Ahmed Hân’ın sohbetinde bulunur, hizmetiyle şereflenirdim. Yemîn ederim ki, sizin hocanız gibi heybetli bir kimse görmedim.” “Bir musîbet, bin nasîhattan daha tesîrlidir” sözüne uygun olarak sabahleyin geldiği gibi geri gitti. Hocamızın himmeti ve duaları bereketiyle Şirvân beyi, paşa’nın şerrinden kurtuldu. Paşa da, Allahü teâlânın sevdiği bir velî kulunun sözünü dinlememenin cezasını fazlasıyla çekti.”
Yine İsmâil Fakîrullah hazretlerinin talebesi olan Ma’rifetnâme sâhibi İbrâhim Hakkı anlattı: “Hocamın huzûrunda hizmetle şereflenmemin dördüncü senesi sonbaharıydı. Evlerin damları üzerinde bir miktar bulgurumuz serilmiş, kurutuluyordu. Ayın onikinci gecesi mehtaplı bir havada Cuma akşamı yatsı vaktini bekliyordum. Vakit girince minâreye Ezân-ı Muhammedî’yi okumak üzere çıktığımda Tillo’nun doğu tarafının yağmur bulutları ile kaplanmış olduğunu ve herkesin kendi zâhirelerini damlardan toplamak için acele ettiklerini gördüm. Ezân-ı şerîfi acele ederek okudum. Hocamızın bulgurlarını toplamak için yardıma gitmek istiyordum. Minâreden aşağı indiğimde üstâdımız, erkek çocuklarını, torunlarını, hizmetçilerini toplamış bekliyorlardı. Onlara; “Efendim! Yukarı mahalledekiler yağmur yağabilir korkusuyla bulgurlarını topluyorlar” dedim. Hizmetçilerden biri yavaşça; “Biz de o tedbire başvurmak istedik. Fakat hocamız bize mâni oldu. “Bulguru, yağmuru bırakıp câmiye gidiniz, Cuma gecesine ta’zim edip hürmet gösteriniz” buyurdu” dedi. Hep birlikte câminin sofasında yatsı namazını kıldık. Sonra gökyüzünü incelemeye koyulduk. Tillo üzerinde bulut ikiye ayrıldı. Evlerin bulunduğu kısımda zerre kadar bulut kalmadı. Biraz sonra şiddetli bir yağmur başladı. Tillo’nun etrâfında seller aktığı hâlde kasabamızın üzerine bir damla bile yağmur düşmedi. Böylece Allahü teâlâ, o sevdiği kulunun hürmetine kasabamızın halkına aydınlık ve rahatlık ihsân eyledi.”
İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Hocamın hizmetine gelişimin altıncı senesi ki, onbeş yaşında idim. Bir bahar günü idi. Aklî dengesini kaybetmiş deli bir bey, otuz kadar hizmetçisiyle hocamızı ziyârete geldi. Dergâhın kapısından izin almadan içeri girip herhangi bir edebe riâyet etmeden, hocamıza; “Güzel canım! Seni nasıl bulacağımı merak eder, dururdum. Meğer ki buradasın. Allah rızâsı için bir kalk da güzel boyunu göreyim. Sonra bu tatlı canımı sana kurban edeyim” dedi. Mübârek hocamız Allahü teâlânın ism-i şerîfini duyar duymaz ayağa kalktı. Bey ise hocamızın hemen ellerine sarıldı, öpmeğe başladı, sonra da düştü bayıldı. Üstâdımız hizmetçilere işâret edip; “Bu emîri misâfir odasına götürüp yatırınız. Üzerine de çok yorgan örtünüz, uyusun ve aklı başına gelsin” buyurdu. Hocamızın emrini derhal yerine getirdik. Günlerdir uyku uyuyamıyan bey, altı yorgan altında altı saat uyudu. Bu sırada hocamız bir tabak içinde kuru üzüm getirtti. Üzümlere Kur’ân-ı kerîmden bazı âyet-i kerîmeler ve dualar okudu. Sonra da bana; “Molla İbrâhim! O mecnûnun yatağının başucuna otur. Uyandığında ne isterse onu sana verelim gel, götür” buyurdu. Bunun üzerine misâfirin odasına girdiğimde o da uyandı ve; “Ben, Şeyh’in önünde tabak içinde bulunan kuru üzümleri isterim” dedi. Hocamın huzûruna gidip, durumu arzettim. Tabağı verdiler, götürdüm. Hiç kalmayıncaya kadar yedi, bitirdi. Sonra kalkıp abdest aldı. Aklı başına geldi. Altmış gündür namaz kılmayan mecnûn, o günün öğle namazını kıldı. O gece bizimle beraber kaldı. Sabahleyin babamın yanında hocamızın huzûruna vedâ etmek üzere gittiler. Fakat cesâret edip içeri giremedi. Utancından içeri dahi bakmayıp, ayak üzerinde kararsız bir hâlde durdu. Bir müddet sonra kapının eşiğini öpüp, sürûr ile memleketine gitti. Hocamızın himmeti ve duası bereketiyle aklı başına gelip beyliğini devam ettirdi.”
Yine İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Onaltı yaşında idim. Bir yaz günüydü. Sıhranlı Şeyh Ali Efendi isminde mübârek bir zât elliiki talebesiyle hacdan geldi. Öğleye yakın hocamız İsmâil Fakîrullah hazretlerinin huzûruna girdiler. Ali Efendi içeriye girince selâm vermedi, konuşmadı, el öpmedi, müsâfeha yapmadı. Edeb ile bir köşeye oturdu, başını önüne eğmiş olduğu hâlde öğle namazına kadar huzûrda kaldı. Namazdan sonra da Allah’a ısmarladık demeden, selâm vermeden huzûrdan ayrıldı ve bizim kaldığımız odaya geldi. Yine selâm vermeden, konuşmadan, başını önüne eğip oturdu. İkindiye kadar babam ile murâkabe yaptılar. Akşam iftarında her yemekten birer lokma veya kaşık aldı. Babam, Ali Efendi’ye çok hürmet gösterdi ve hizmet etti. Gece babam ile sabaha kadar murâkabe edip iç âlemlerine daldılar. O geceyi de böyle ihyâ ettiler. Sabahleyin yine hocamızın huzûru ile şereflendi. Yine sessizce oturdu, dinledi ve bir müddet sonra ayağa kalktı. Hocam da ayağa kalkıp ona dua etti. Hacı Ali Efendi el öpüp, konuşmadan dışarı çıktı. Biz de Ali Efendi’ye hürmet edip, elini öptük. Atına bindirerek Tillo’dan çıkıncaya kadar arkasından gidip onu uğurladık. Orada bizimle vedâlaştı ve talebeleriyle memleketine gitti. Eve gelince babama; “Efendim! Bu nasıl misâfirdir ki, herkesten çok izzet ve hürmet bulmuştur?” dedim. Babam da; “Bu misâfir diğerlerine benzemez. Kâmil, olgun bir velî olup gönül sâhibidir. Bizim muhterem hocamızın hâl ve şânına yakın bir derecesi vardır. Zîrâ bu halini merak ettiğin zât dedi ki; “Uzun zamandan beri âlemi dolaşırım. Çok memleketler gezdim. Elli seneden beri pekçok evliyâyı ziyâret ettim. Zâhirde bilinmeyen evliyâ ile mânevî meclislerde görüştüm. Ancak bu mübârek zâtın cümlesinden üstün derecelere sahip, Gavs-ı a’zam makâmında olduğunu müşâhede ettim. Bu muhterem hocamızın vücûd-i şerîfini Allahü teâlânın aşkı yakmıştır. Buraya gelip İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzünü gördüğümde, kendimi onun gönül aynasında gördüm. İşte benim seyahatim tamam oldu ve muradıma kavuştum.” Babama; “Bu hiç konuşmayan misâfir, bunları size ne zaman söyledi?” diye sordum. Cevâbında; “Biz kalblerimizle konuştuk. Hattâ bundan başka daha pekçok hikmetler üzerinde uzun uzun sohbet ettik” dedi.”
İbrâhim Hakkkı hazretleri anlattı: “Hocamın hizmetiyle şereflenmemin sekizinci senesiydi. Tillo’ya üç saat mesafedeki bir köyde hocamın çok sevdiği bir talebesi vardı. Onun bağında misbak üzümü bulunurdu. Bu çeşit üzüm, diğerlerinden yirmi gün önce olgunlaşırdı. O kimsenin ilk olgunlaşan üzümleri bir sepete doldurup, hiç kimseye vermeden getirip önce hocama ikrâm etmek âdeti idi. O sene âdetinden bir hafta sonra geldi ve geç gelmesinden dolayı özürler dileyerek şunları söyledi: “Muhterem efendim! Adetim üzere ilk olgunlaşan üzümü zât-ı âlinize getirirdim. Bu sene de üzümleri toplayıp yola çıktım. Yolda komşu köyden çoban bir dostumla karşılaştık. Bu tarafa geldiğini anladı. O da benimle bir müddet yol aldı. Bir su kenarına geldiğimizde; “Gel şu suyun yanında biraz istirahat edelim” dedi. Oturduk. Konuşma sırasında; “Anan-baban hayrına şu sepetten bir iki salkım üzüm ver de yiyeyim dedi vermemek için ne kadar mazeretler bulduysam da onunla baş edemedim. Nihâyet onun isteğini yerine getirmek için sepeti önüne koydum. Yarısına kadar yedikten sonra beni azarlayıp hakaret etti ve; “Allah sana mal vermiş, fakat akıl vermemiş. Çoluk-çocuğunu bundan mahrûm edip, malını lâyık olmayanlara bu kadar zahmet çekerek götürüp vermen doğru mudur? Benim akılsız dostum, şeyh olmak kolay mıdır? Şeyhin bir sürü dostu vardır. Ona herkes izzet ve ikrâmlarda bulunur, üzüm getirirler. Onu, senin bir sepet üzümüne muhtaç mı sandın. Zâten yarısı bitti. Gel şu yarım sepet üzümü bu fakir çobana ver ki, sevâbı ananın-babanın canına değsin” deyip üzümü tamâmiyle aldı. Ben de mecbûr kaldım, üzümü verip boş sepetle köye dönmeye karar verdim. Oturduğumuz yerden bir yokuşu tırmanıyordum. Bir ara; “İmdat! Kurtarın!” feryadını işittim. Geri dönüp baktığımda, o çobanı kendi köpeği yatırıp altına almış sivri dişlerini sâhibinin boğazına geçirmişti. Sür’atle koştum, çobanı köpeğin elindem kurtardım. Fakat çok geç kalmıştım. Çoban çok yara almış, beni hocama hizmetten alıkoymanın cezasını bulmuştu. Köyü halkına haber verdim. Yarasına bazı ilâçlar, merhemler yaptılar. Yara iyi olmaya yüz tuttu. Bu sebeple hizmetinizden bir hafta geciktim. Kusurumun affını istirhâm ediyorum efendim.” Hocam bu talebesinin özürünü kabul buyurup ona; “Allahü teâlânın yolunda olana, Allahü teâlâ yardımcıdır. Cenâb-ı Hak sana hayırlı karşılıklar ihsân eylesin” diyerek dua etti.”
İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Onsekiz yaşında idim. Hocamın akrabalarından Abbâs isminde yaşlı bir kimse, üstâdımın huzûruna geldi. Ağzı eğilmiş, dudağının bir tarafı kulağına bitişmişti. Sol yüzün cildi kat kat kırışıp dudağıyla kulağı arasında buruşup görünmez olmuştu. Sağ yüzünün cildi de aksine öyle gerilip açılmıştı ki, güneşte kalan def gibi gergin ve parlak olmuştu. Konuştuğu da anlaşılmıyordu. O merhamet menba’ı olan mübârek hocam, akrabasının o hâlini görünce ağladı. Sonra da mübârek eliyle ağzını mesh etti. Fâtiha sûresini okudu. El kaldırıp, duada bulundu. Bundan sonra Allahü teâlânın izniyle ağzı düzeldi, eski hâline geldi. Hocamın elini öptükten sonra; “Hocam, beni affetmeni istirhâm ediyorum. Bu gece arkandan uygun olmayan sözler sarfederek gıybetini yapmıştım. Uyuduğumda gâibden bir sille gelip, bir vuruşta ağzımı bu hâle getirdi. Tövbeler olsun” deyip tekrar tekrar af diledi. Merhameti bol olan hocam da; “Bize karşı olan kusurun bizden yana helâl olsun. Hak teâlâ sana hidâyet versin. Bundan sonra sakın bir kimseyi gıybet etmeyesin. Mü’minin mü’mini gıybet etmesi kesin olarak haramdır. Bizi gıybet etme ki, bizim gibi zelîl kulun sâhibi, azîzdir ve intikam alıcıdır. Dikkatli ol” buyurdu.
Yine İbrâhim Hakkı hazretleri Ma’rifetnâme isimli eserinde hocasının kerâmetlerinden birisini de şöyle anlattı: “Birgün Tillo’ya bir saat yakınlıkta bulunan köylerin birinden, Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiş, fıkıh ilminde âlim olan bir şahıs geldi. Bu zât, hocam İsmâil Fakîrullah hazretleririnin bazı hâl ve hareketlerini, dînin emirlerine uymuyor sanarak beğenmezdi. Huzûrda iken hocama; “Ey Şeyh! Sen niçin câmiye gitmiyorsun?” diye sordu. O hilim deryâsı olan hocam lütfederek; “Ey Hâfız! Bizim bu dergâhımız mescid niyetiyle yapılmıştır ve burada dünyâ kelâmı konuşmak mekrûhtur.” diye cevap verdi. O zât; “Peki, niçin cemâat sevâbına kavuşmak istemezsin?” diye tekrar sordu. Hocam; “Beş vakit namazda evlât ve talebelerim cemâat olup, farzlar onlarla beraber eda ediliyor.” diyerek cevap verdi. “Ezâna niçin riâyet etmiyorsun?” sorusuna karşı da; “Bu mescidin minâresi şu kerpiç kadar taştır. Onun üzerinde beş vakitte de ezân okunuyor. Burada okunan ezân-ı şerîfe icabet ediyorum. Cuma namazını ise gidip câmide kılıyoruz” buyurdu. O zât; “Niçin çok cemâatin fazîletine kavuşmak istemezsin?” diye sordu. Hocam bu soruya tebessüm ederek şöyle cevap verdiler: “Kuyu hâdisesinden önce cemâatin çokluğunu canıma minnet bilirdim ve o sevâba kavuşurdum. Ancak kuyu hadîsesiyle kalabalıkta huzûrum kaçıyor, huzûrsuz oluyorum. Bundan dolayı ma’zûrum. Allahü teâlâdan bu sevâbtan beni mahrûm etmiyeceğini umarım. Çünkü, sevgili Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem); “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır” buyurdu. Bu hadîs-i şerîften ümitvârız.” O zât edebe riâyet etmiyerek sorduğu bu sorulardan aldığı cevap üzerine huzûrdan ayrılıp giti. O gece evinde yatıp uyudu. Fakat sabahleyin uyandığında Kur’ân-ı kerîmi ve fıkıh ilmini tamamen unuttuğunu farketti. İkinci günü abdest almayı ve namaz kılmayı da unutmuş. Üçüncü gün ise göz ni’meti elinden alınıp kör oldu. Dördüncü günde aklı başına gelip, yanına birkaç kimse alarak doğru hocamın huzûruyla şereflendi. Merhamet menba’ı olan hocam, onu, kör olarak görünce çok ağladı ve gözünün açılması için dua etti. Mübârek elini gözünün üzerine sürdü. O anda Allahü teâlânın izni ile gözündeki perde kaldırıldı ve eskisi gibi görür hâle geldi. Hocamdan çok özür diledi, hatâsının affı için yalvardı. Hocam ise ona; “Sen o gün doğruyu söyledin. Emr-i ma’rûf eyledin. Sa’yin meşkûr olsun, Allahü teâlâ gayretini makbûl eylesin” diyerek o zâtın gönlünü aldı. Hâfız efendi de haddini bilip bu büyük velînin Allahü teâlâ katında makbûl bir zât olduğunu anladı. O gece bizim odada yattı. Sabahleyin kalktığında unutturulan bütün ilimlerin hatırına yeniden geldiğini gördü. Çok memnun oldu. Allahü teâlâya hamd-ü senâ edip şükür secdesine kapandı. Hocamıza çok dualar ederek oradan ayrıldı.
Siirt civârında İsmâil Fakîrullah hazretleri hakkında anlatılan menkıbelerden iki tanesi de şöyledir:
“O civarda İsmâil Fakîrullah hazretlerine muhabbeti olan zengin bir bey vardı. Birgün hizmetçilerinden birine, bir kese dolusu gümüş para verip, İsmâil Fakîrullah hazretlerine hediye olarak götürmesini istedi. Hizmetçi; “Peki” deyip yola koyuldu. Yolda o büyük velînin, Allahü teâlânın sevdiği kullardan olup olmadığı hakkında tereddütlere düştü. İsmâil Fakîrullah’ı imtihan etmek maksadıyla keseden bir gümüş çıkardı. Bir tarafını kendi göreceği kadar işâretledikten sonra; “İsmâil Fakîrullah eğer Allahü teâlânın evliyâsından ise bu işâretlediğim gümüşü bana versin” diye kendi kendine söylendi. Uzun yolculuktan sonra Tillo’ya gelip, İsmâil Fakîrullah’ın huzûruna çıktı. Beyinin hürmet ve selâmını bildirdikten sonra hediyesini takdim etti. Fakîrullah hazretleri hayır duadan sonra keseyi açtı. İçinden bir gümüş para çıkarıp hizmetçiye hediye etti. Hizmetçi gümüşe dikkatle baktı ve yolda işâretlediği para olduğunu görünce çok şaşırdı. Bu zâtın, normal insanlardan olmadığını Allahü teâlânın katında yüksek derecelere sahip olduğunu anladı.”
İsmâil Fakîrullah hazretleri tevekkül sâhibi olup, kazaya rızâ gösterirdi. Allahü teâlâdan gelen derd ve belâları sevgilinin kemendi olarak kabul eder, severek karşılardı. Bütün yaptığı işleri Allahü teâlânın rızâsı için yapar, dünyâya hiç meyletmezdi. Dînin emirlerinden kıl ucu kadar ayrılmazdı.
Orta boylu, buğday benizli, çok güzel bir görünüşü vardı. Kaşları yay gibi olup, arası açık idi. Gözlerinin görünümü güzel, yüzü nurlu ve mütebessim idi. Burnu düz ve ince olup dişleri beyaz ve sağlam idi. Sakalının tamâmı ak olup, sünnet-i şerîfe uygun uzunlukta idi. Avucunun içi yumuşak, parmakları uzun idi. Teri güzel kokardı.
İsmâil Fakîrullah hazretleri, sultânın adâlet ve insaf üzere olması ve düşmana galip gelmesi için dua ederdi. Çocuklarına dînî ilimleri öğretir ve akrabalarına ziyârete giderdi. Ziyâretine gelemiyenlerin kusurlarına bakmaz, gelenlere dînin emirlerini bildirir, yasaklardan sakınmalarını emrederdi. Tebessüm ederek konuşur, suâl soranların cevaplarını gayet açık olarak îzâh ederdi. Ziyâretine gelenlerin yüzüne bir geldiğinde, bir de giderken bakardı. Edebinden karşısındakinin yüzüne pek bakmazdı.
Çoğu zaman vecd hâlinde bulunur, başını önüne eğip, gözlerini yumar, sessiz kalırdı. Bütün bid’atlerden sakınır, sünnetleri en ince teferruatına kadar yapardı. Beş vakit namazını kendi dergâhında ezân ve cemâatle eda ederdi. İşrâk, kuşluk, evvâbin ve teheccüd namazlarına devam ederdi. Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutardı. Her Cuma günü namazdan önce Kehf sûresini okurdu. Her sözü, hareketi, ahlâkı ve tavrı Peygamber efendimize uygun idi. Temizliğe çok dikkat eder, gösterişe süse bakmazdı. Mührünün taşı yemenî, şekli bâdemî, halkası gümüş idi. Her an öleceğini düşündüğü için zemzemle yıkanmış kefenini ve diğer buhur ve levazımı bir sandıkta hazır bulundururdu. Cuma akşamları odasında buhur yakarlardı. Abdest ve gusl etmek için beyaz topraktan yapılmış dört ibriği vardı. Yanında devamlı misvak ve tesbih bulundururdu. Kitapları pekçoktu. Odasında kendi güzel el yazısı ile yazdığı Kur’ân-ı kerîmi vardı. Ayrıca, “Tefsîr-i Meâlim-üt-Tenzîl, Mesâbih-i şerîf” kitaplarını kendi el yazısıyla yazmıştı. Babasının elyazısıyla yazdığı dört cildlik “İhyâ-ı ulûm” ve iki cild “Envâr-ı Fıkh-ı Şafiî” kitapları, dedesinin yazdığı dört ciltlik “Kâmus-ı ekber” birer ciltlik “Şifâ-i şerîf ve “Şir’at-ül-İslâm” kitaplarını yanından ayırmazdı.
Hayâtını insanlara ilim öğretmek, onlara dîn-i İslâmı anlatmak ile geçiren İsmâil Fakîrullah hazretlerinin son günlerini talebesi ve yerine bıraktığı halîfesi Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretleri Ma’rifetnâme isimli kitabında şöyle anlatır: “O temiz rûh, beden sarayına girip yeryüzüne indi. Kemâle gelip olgunlaştı. Allahü teâlâyı tanıdı, insanlar tarafından da tanındı. Ezelî ihsânlara kavuşup sonsuz feyzlere menba oldu. İki cihânı da gönül aynasında görüp, yalnız Rabbine döndü. O’nun emirlerine sarıldı. Böylece bu dünyânın zevk ve safâsına aldanmayıp, hakîkî âlemde huzûrlu olmanın yolunu tuttu. Bu dünyânın zulmetinden usanıp bir an önce ebedî âleme kavuşmayı arzuladı. Diğer canlılar gibi nöbetini savmak istiyordu. Zîrâ pak rûhu beden mezarında mahpus gibi kalmış idi. Yaşı sekseni geçince 1147 (m. 1734) senesi Şevval ayının ortasında bir hafta kadar hiç kimse ile görüşmeyip mânevî âlemi mükâşefe edip seyr eyledi. İnsanlar onu hastalıktan dolayı böyle kendinden geçmiş sandılar. Ancak Cuma gecesi yatsıdan sonra o hâlden bu his âlemine döndü. Evlât ve torunlarını yanına çağırıp ilim öğrenmelerini ve sâlih ameller ile uğraşmalarını vasiyyet eyledi. Üzerindeki emânetlerin sahiplerine verilmesini istiyerek oradakilerle vedâlaştı. Sonra Yâsîn-i şerîf okumalarını emretti. Yâsîn-i şerîf okunurken odanın içine öyle güzel kokular doldu ki, sanki ûd ve anber yakılmıştı. Çocukları ve torunları üzüntü içinde idiler. Onun için ise o gece bayram ve sürûr gecesi oldu. Yâsîn-i şerîfin “Selâmûn kavlen…” âyet-i kerîmesi okunurken “Allah” diyerek canını Hakka teslim eyledi. Mübârek rûhu gidip, latîf cismi kaldı. O huzûr sâhibi bu fâni dünyâyı bırakıp, hakîkî âleme gidince evlatları babalarının vasiyyetini yaptılar, sabaha kadar yıkayıp kefenlediler. Çevre köylere haberler gönderdiler. Sabahleyin herkes geldi, çok cemâat toplandı. Oğlu Abdülkâdir Efendi imâm olup cenâze namazını kıldırdı. Mezârı babam Molla Osman Efendi ile Molla Muhammed Efendi’nin türbeleri önüne kazıldı ve oraya defnedildi. Mezârı üzerine büyük bir sanduka ve güzel bir türbe yapıldı. Günlerce yakın çevreden gelenler ziyâret edip, kabri başında Kur’ân-ı kerîm okudular.
İsmâil Fakîrullah hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlâya tevekkül et, işini O’na teslim et. İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlâya öyle tevekkül etti ki, ateşe atıldığı hâlde Cebrâil aleyhisselâm dâhil hiç kimseden yardım istemedi. Cebrâil aleyhisselâm kendisine; “Bir ihtiyâcın var mı?” diye sorunca, “Sana yok, O’na var” dedi. “O’ndan iste” deyince, İbrâhim aleyhisselâm; “O hâlimi biliyor, o bana yetişir, istememe gerek yok” buyurdu. Yûsuf aleyhisselâm, zindandaki arkadaşından yardım isteyince, Rabbi kendisine; “Aciz bir mahlûka dayandın ve başından geçenleri ona anlattın, ihtiyâcını ona söyledin. Hâlbuki veren ve vermiyen benim. Fayda ve zarar veren de benim” buyurdu.
“Tevekkül etmek, teslim olmak, sabretmek ve rızâ göstermek, Allahü teâlâya varan yolun esaslarıdır.”
“Sabrın başlangıcı çok acı, sonu bal gibi tatlıdır.”
“Allahü teâlâdan râzı olandan, Allahü teâlâ da râzıdır. Kazaya rızâ, evliyânın şânındandır.”
“Sevgiliden gelen belâ, bahşiştir. Bahşişi kabul etmemek hatâdır.”
“Ey Molla İbrâhim Hakkı! Allahü teâlâya bütün arzularını sana kolayca vermesi için yalvardım ve dua ettim. Allahü teâlânın, bütün maksatlarına kavuşturmasını ümid ederim.”
“Allahü teâlâ bir kulunun ma’rifet sâhibi olmasını isterse, kendi nûrunu o kulunun kalbine koyar ve kul o nûr ile Rabbini tanır.”
“Ma’rifet, iki dünyâ saâdetidir. Muhabbet ise göz bebeğidir. Muhabbet, ma’rifetin meyvesidir. Ma’rifet ise ezelî hidâyettir.”
“Âşıkların kalbleri, Allahü teâlânın nûru ile aydınlanır. Konuşurlarsa, dudaklarından nûr saçılır.”
“Allahü teâlâ gibi sevgilisi olan, başkasına nasıl bakar. Allahü teâlâ gibi habîbi olan, başkasına nasıl güvenir. Allahü teâlâ gibi dostu olan başkasından nasıl korkar. Allahü teâlâ gibi sâhibi, ahbabı olan, başkasıyla nasıl meşgul olur! Allahü teâlâ gibi güzeli olan, başkasına nasıl gönül verir. Nitekim Allahü teâlâ; “Beni sevdiğini söyleyip de kalbinde benden başkası olan, iddiasında yalancıdır” buyurdu.
“Allahü teâlâyı seven, Habîbullahı da “sallallahü aleyhi ve sellem” sever. Habîbullahı seven ona salevâtı çok okur, sünneti ile amel eder.”
“İbâdetlerin en üstünü müslümanlara din ilmi öğretmektir. İlimlerin en üstünü de namaz ilmidir. Çünkü o, mü’minin mi’râcıdır. Sen farzları vaktinde, sünnetleri ile beraber kıl. Mümkünse cemâati de kaçırma.”
“Dünyâ, çocukların oyuncağıdır, hayâldir, bâtıl bir rüyâdır; harâbdır… Herşeyi bırak Allah’a dön.”
“Yemeği ve içmeği azaltmak sıhhat ve rahatlıktır. Uykuyu azaltmak huzûr ve sürûrdür. Susmak açık bir hikmet ve güzel bir haslettir. Dilin susması, kalbin susmasına, kalbin susması Rabbin ma’rifetine yardımcı olur.”
Kaynaklar
1) Ma’rifetnâme; sh. 520
2) Sefînet-ül-evliyâ; cild-2, sh. 152
3) Tezkiret-ül-ahbâb fî menâkıb-ıl-aktâb