İlahiyat fakültelerinde yetişen talebelerden çokça duyduğumuz bir cümle şu şekildedir:
“Din bir, peygamber bir iken ve peygamber bir tane şeriat getirmişken mezhep neden dört olsun? Peygamber zamanında mezhep mi vardı?”
Bu tam cahilane bir sözdür. Fakat dinî ilim tahsilinin henüz başında olanları aldatma hususunda oldukça tesirli bir metottur.
“Hazreti Peygamber zamanında mezhep mi vardı?” diyenlere aslında tek bir sual sormak kâfidir: “Peygamber efendimiz zamanında mezhep yok muydu?” Bu sual insanları önce derin düşünceye sevk eder. Evet, yok muydu?
Sonra mezhebin temelinin ne olduğunu sorarsınız. İctihadı, müctehidi anlatırsınız. Peki, kendileri Eshâb-ı kirâmdan olmayan dört mezhep imamımız, Peygamber efendimizi gören bu mübarek zatlardan yani Eshâb-ı kirâmdan daha mı üstün idiler?
Dört mezhep imamı ictihad edip de Eshâb-ı kirâm ictihad edemiyor muydu? Yoksa dört mezhep imamı, dinde olamayan yeni bir çığır mı açtılar?.. İşte bu suallerin cevabı bilindiğinde, aslında Eshab sayısınca mezhep olduğunu fakat ictihadlarının yazılmadığı için unutulduğunu söylemek kâfi gelir. Bu meseleyi daha sonra yine ele alacağım…
Ardından da bu mezhep düşmanları, “Biz sadece Kur’ân’dan alırız” diyerek parlak ve cafcaflı bir ifade ile karşısındakini büyülerlerdi!
Mehmet Akif Ersoy’un şu sözünü de ilahi bir delilmiş gibi kullanırlardı:
Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.
Yıllar önce Niğde’de kalabalık bir mecliste, Mehmet Akif’in, II. Abdülhamid Han’a karşı hudutsuz kinini ve garazını anlattığım sırada oradakilerden biri bu beyti okuyarak “Böyle bir zat, Sultan II. Abdülhamid Han’ı nasıl anlamaz hocam”, diyerek hayretini belirtmişti.
Ben de kendisine, “Bütün sır işte o beyitte” demiştim. “Anlamadım” deyince de “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alalım, deyince Peygamber efendimiz, Eshâbı ve mezhepler ne olacak? Senin doğru alıp almadığını ben nereden anlayacağım? Doğru anlayanı veya anlamayanı nasıl bileceğiz? Bir anlamda herkese göre bir Kur’ân anlayışı çıkmayacak mı?.. Bakınız işte bu sebepledir ki Mehmet Akif Bey; Afgani, Abduh ve Reşit Rıza gibi İngiliz ajanlarını anlayamadı! Onların maşası oldu ve Osmanlı Devleti’ni İngilizlere yem etmek isteyen taifenin içinde yer aldı” dediğimde;
“Meseleyi şimdi anladım hocam” demişti.
Haddini bilmek!
Âlimin en güzel tariflerinden birisi de, “Neyi bilip bilmediğini bilendir” denilmiştir. Bakınız ilim yolcusuna önce yetki sahibi nasıl olunur ve hangi meselede kimler yetki sahibidir o anlatılır. Zira yetkisini aşan adamlar anarşiye sebep olurlar.
Gör zâhidi kim sâhib-i irşâd olayım der,
Dün mektebe vardı bugün üstâd olayım der.
Bağdatlı Ruhi’nin dediği gibi çalışmadan, pişmeden, yanmadan bu işler olmaz. Bir dönem Türkiye’de millet idarecilerini seçse de, atanmışlar kendilerini tek yetkili görürler ve her işe müdahil olurlardı. Türkiye’de bu sebeple kaos ve anarşi eksik olmazdı. Milletin seçtiklerine “%95 ile de iktidar olsanız muktedir olamazsınız” diyenleri ve denilen günleri unutmayın!
Bir fabrikanın işçisi patronun, hemşire doktorun yerine geçerse, öğrenci öğretmenin koltuğuna oturursa ne olur?
Dinde de böyledir. Din adına konuşacakları bilmek o ilmin usulüdür. Bugün din adına konuşmaya yetkili olanlar ile olmayanları ortaya koyalım ve günümüzde dinî meselelerdeki karışıklığın nereden peydahlandığını anlayalım.
Din adına konuşmaya yetkili olanlar kimlerdir:
Allahü teâlâ: Mutlak hâkim olup dinin ve âlemlerin sahibidir.
Resûl-i ekrem efendimiz: Mecaz hâkimdir. Tebliğ-i şeriat gereği dini açıklayan ve uygulayandır. Cenâb-ı Hak peygamberleri seçerek göndermiştir. Cebrail aleyhisselam kitabı ona indirmiştir.
Müctehid âlimler: Mutlak müctehid, Mezhebde müctehid ve Meselede müctehid olmak üzere üç kısımdırlar.
Mukallid âlimler: Bunlar da Eshâb-ı tahric, Eshab-ı tercih ve Eshab-ı temyiz diye üçe ayrılır.
Sırf mukallid âlimler: Bunların söz söyleme hakkı yoktur. İşleri, ilk tabakadaki âlimleri tam taklittir. Fakat okuduklarını tam ve doğru anlar ve anlatırlar.
Peki din adına konuşmaya yetkisiz olanlar kimlerdir ve konuşurlarsa kimlerin yerini almış olurlar. Onları da tanıyalım ve kendilerine bir de sual yöneltelim:
Alternatif hüküm koyanlar: Bunlar kendilerini mutlak hâkim yerine koyarlar. Âyetleri beğenmez ve hata bulurlar. Haşa, “bu âyet bana gelseydi karşı dururdum” derler. Sen Rab mısın? Yoksa Rabbe inanmaz mısın?!.
Kur’ân-ı kerîmi sanki kendine inmiş gibi açıklayanlar: “Ben sadece Kur’ân’a bakarım, başka delil tanımam! Bana Kur’ân yeter” diyenler bunlardandır. Bunlar kendilerini peygamber gibi görürler ve Kur’ân’ı kendisine inmiş gibi yorumlamaya kalkarlar. Sen peygamber misin?!.
Şartlarına sahip olmadıkları hâlde ictihada kalkanlar: Sen müctehid misin?!.
Müctehidleri anlamadıkları hâlde onlardan nakle kalkanlar: Sen mukallid âlim misin?!.
Evet bu son iki sınıf âlimi yetiştirecek âlim de kalmadı. Bu dereceye gelmek büyük bir azim, cehd, çalışma ve tasavvuf yolunda ilerleyip Rabbe yakın olmakla mümkündür.
Eshâb-ı tahric, tercih ve temyiz âlimlerini anlamak ve eserlerini okumak bir yana kabul dahi etmeyen bu zavallılar, kendilerini kolayca peygamberin yerine koymakta, Kur’ân-ı kerime kafasına göre mana vermekte, anlamazsa veya işine gelmezse de haşa yaratıcının emirlerini beğenmemeye kadar varmaktadırlar.
Gülüp geçti sakalına!
Geçen haftaki yazım sebebiyle beni arayıp tebrik eden Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay Bey, bunlar hakkında eski bir yazısını da hatırlatma lütfunda bulundu. Süleyman Hayri Bey o yazısında müthiş bir tespitte bulunarak şöyle demişti:
“Allah’ın kitabı asırların anlayışlarına göre değiştirilecekse o zaman ilahi din diye bir şey kalır mı? O dinin sağlam ve sabit müminleri olur mu? Her devirde birilerinin aklına göre uydurma metinler, âyetlerin yerine geçecekse ve her yeni gelen öncekinin uydurmalarını beğenmeyip, yenilerini ekleyeceklerse orada kutsallık ve ilahilik kalır mı? Böylelikle Kur’ân da modern ve evrensel mi olacak?”
Süleyman Hayri Bey bu yolun sebebini ise şöyle açıklıyordu:
“Nasılcı/pozitivist akımın felsefe, eğitim ve din anlayışı Batı’nın müşrik ve münkir aklının şaşı bakışının en canlı temsilcisidir. Bizim bazı nevzuhur ilahiyatçılarımız da bunların mahsulüdür. Köklerinde Hegel’in müşrik ve tarihselci aklı ile pozitivizmin tarihselci münkir aklı yatmaktadır.”
Süleyman Hayri Bey’in de açıkça belirttiği üzere bizim bir kısım ilahiyatçılar yedinci sınıf âlimlerden dahi olmadığı ve onları anlamaktan uzak bulunduğu hâlde müctehidleri beğenmeyip ve peygamberi de bir kenara itip hâşâ ilah yerine geçmeye çalışmaktadırlar.
Gece gözlerinin kapanmasını, karnının acıkmasını ve def-i hacete bile ihtiyaç duymanı gideremeyen sen neyin peşindesin? Ölümünüzü de engelleyebilecek misiniz? Size beğenmediğiniz ve sıkılacağınızı düşündüğünüz cennetin yerine başka bir mekân da hazırlanır merak etmeyin!
Şeytan, sizin gibi nicelerini pençesine düşürdü. Nicelerini yoldan çıkardı. Eşrefoğlu Rûmî’de onları ve peşine düşenleri uyardı:
Bu dünyayı benim sanıp, zinhar gönlünü verme,
Nice senin gibilerin gülüp geçti sakalına!
TEFEKKÜR
Tevfik refik olmayacak faide yoktur
Her kim burada akla uyarsa zarar eyler
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
09.11.2018
Türkiye Gazetesi
http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-ahmet-simsirgil/605043.aspx