Tarih ve Medeniyet adlı televizyon programı ve Kayı adını verdiği Osmanlı’yı anlatan seri kitaplarıyla kendisini daha bir yakından tanıma fırsatı bulduğumuz; halkımıza ve üniversitedeki dersleriyle talebelerine kaybettiğimiz tarih şuurunu vermek için çabalayan ve o istikamet üzere hareket eden kıymetli hocamız Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü profesörlerinden Ahmet Şimşirgil ile Osmanlı’yı, kuruluşundaki dinamikleri, bünyesinde barındırdığı cemaat, cemiyet ve tarîkatları ve Osmanlı’nın tevhîd üzere yedi asır nasıl ömür sürdüğünü konuştuğumuz bu röportaj, Osman Gâzi’nin “Nusret-i din oldu çün maksad bana, maksadıma kast yaraşır sana” sözü üzerinden istikametimizin nasıl olması gerektiğinin altını çiziyor.
Cemaat, cemiyet kavramının bizim tarihimizde nasıl bir yeri vardır? Selçuklu’da, Osmanlı’da bu türden yapılar var mıydı?
İnsan tek basına yasayabilen bir varlık değil, Cenâb-ı Hakk öyle yaratmış. Bir başkasına muhtaç. Giydiğimiz bir elbisede, yediğimiz bir yiyecekte belki en az kırk kişiye teşekkür borçlu olduğumuzu düşünebilsek acaba birinin kalbini kırar mıydık, gönül yıkar mıydık? Din açısından baktığımızda da insanların birlikteliği rahmet olarak görülmüştür. “Birlikte rahmet vardır ayrılıkta azâb-ı ilâhî vardır” Parmaklarınız aynı yöne bakar. Bunun içindir ki yumruk haline getirebiliyorsunuz elinizi.
Bir toplumda ayrılıklar olursa çadır devletler; birlik beraberlik olursa büyük cemiyetler, büyük medeniyetler ortaya çıkacaktır. Buradan hareketle baktığımızda bizim milletimizin de tarihte neden büyük devletler, medeniyetler kurduğunu çok daha iyi açıklayabiliyoruz. Belki de tarihin en muhabbetli toplumu bizim toplumumuzda. Biz belli dönemlerde ayrılığa düştüğümüzde ne sıkıntılar yaşadığımızı da gördük, bir araya geldiğimiz zaman nasıl güçlü olduğumuzu da. Bizim toplumumuz cemiyeti ve buna mümasil olarak cemaatleri, tarikatları içerisinde barındıran, birliktelik açısından çok zengin bir toplumdur. Fakat kendi içerisinde bir sistemi vardır. Asıl olan bunun kurulmasıdır.
Tevhîd olmanın zor olduğu bir toplumda yaşıyoruz ve bunun hasretini çekiyoruz. Ecdadımız nasıl böyle bir sistem kurmuşlar, birliği sağlamışlar?
İsterseniz Osmanlının kuruluşunun dinamikleri olarak gördüğümüz Âhiyân-ı Rûm, Abdâlân-ı Rûm, Gâziyân-ı Rûm, Bâciyân-ı Rûm‘dan hareketle gidelim. Meselâ ahi teşkilatı bu birlikteliği sağlayan en önemli mayalardan bir tanesi. Selçuklular döneminde fütüvvet teşkilatı olarak gördüğümüz bu yapı, Osmanlı’da daha komplike bir hale gelmiş.
Belki de tarihin en muhabbetti toplumu bizim toplumumuzdu. Biz belli dönemlerde ayrılığa düştüğümüzde ne sıkıntılar yaşadığımızı da gördük, bir araya geldiğimiz zaman nasıl güçlü olduğumuzu da. Bizim toplumumuz cemiyeti ve buna mümasil olarak cemaatleri, tarikatları içerisinde barındıran, birliktelik açısından çok zengin bir toplumdur.
Esnaf yetiştirme ile birlikte iyi bir iş ahlâkı veren ahî teşkilatının aynı zamanda şehirlerin idaresinde, savunmasında etkili bir noktada olduğunu görmekteyiz.
Bir toplumda ahlâk yoksa o toplumda kimsenin birbirine güveni kalmaz, muhabbet kaybolur. Bir de insanların huzuru ve mutluluğu meselesi vardır. İnsanlar belli bir yaşa geldiği zaman evlenecekler, yuva kuracaklar, maişetlerini temin edecekler. İşte ahiler, işe ihtiyacı olan bir gence hemen bir iş kolu kurabiliyor. Ayrıca o kişinin yetişmesinde de çok önemli bir rol oynuyor. Meselâ çıraklıktan yetişmiş bir gence, tabiî o genç gereken ahlâkı da aldıysa, sermaye veriyor, dükkân açmasına yardımcı oluyor ve böylece yeni bir iş kolu oluşmasını sağlayabiliyor. Burada bir nevî iş kurma faaliyetini devletten ziyade toplum yürütüyor.
İş kuracak bir kimseye muhakkak birinin kefil olması gerekiyor. Bu da kefil olunan kişiye sorumluluk duygusu yüklüyor. Böylelikle toplumda bir güven tesis ediliyor.
İş kurmakla da kalmıyor, bu insanları akşamları tekkelerinde ahlaken yetiştiriyorlar. Yani çırak olarak aldığı insanı aynı zamanda iyi bir vatandaş kılıyor ve onu böylelikle kendi bünyesine dâhil ediyor. Cemiyetin, toplumun büyümesiyle büyüyen bir iş teşkilatı, o genci, içerde de doğru, dürüst, samimi, ahlâklı, yanlış iş yapmayan bir kişilik haline getiriyor. Ve bunun dışına çıkanları dışlıyor.
Selçuklu’nun son dönemlerinde özellikle Moğol baskıları neticesinde iç güvenlik sarsılmıştı. İşte böyle bir durumda bu esnaf teşkilatı içerisinde eli silah tutan, güçlü kuvvetli insanlar bir anda mahallelerin, şehirlerin savunucusu da oldular. Eğer bir birliktelik varsa siz ihtiyaç duyduğunuz esnada o birlikteliği en güzel şekilde kullanabiliyorsunuz. O esnaf örgütlenmesi olmasaydı o vilayetlerde bir kaos, herkesin birbirinin malına saldırdığı bir anarşi ortamı doğardı. İşte bu sebeple ahi teşkilatı Osmanlı’nın kuruluş döneminde çok büyük bir görev îfâ etmişlerdir. Hatta ilk Osmanlı pâdişâhları ahiyândan sayılır. I. Murad‘a “ahî reisi” derler, Meselâ Ankara kalesini Osmanlılara ahiler kazandırmıştır. Ahi teşkilatına baktığımızda şunu görüyoruz: Çırak, kalfa, usta ve hepsinin başındaki şeyhul-meşâyih yani birliktelik; güzel ahlâk ve iyi bir yönetim. Herhangi bir probleminiz olduğunda mahkemeye gitmenize gerek kalmıyor. Aranızdaki problemleri çözecek hiyerarşik bir yapılanma söz konusu. Bugün mahkemeye bin dava gidiyorsa o gün de bin dava çıktığını düşünelim, ancak biri gidiyordu mahkemeye. Bunun hemen her bakımdan devlete nasıl bir fayda sağladığını düşünmemiz gerekir.
Bâciyân-ı Rûm nasıl bir vazife icra etmiştir?
Ahiyân-ı Rûm’u Anadolu’da örgütleyen Ahî Evran Velîdir. Hanımı Fatma Bacı da Bâciyân-ı Rûm’u örgütlemiştir. Meselâ Ertuğrul Bey‘in annesi Hayme Ana, şüphesiz esas ismi değildir Hayme. Çadır demektir çünkü. Kadınları kendi eteği altına alan, onları eğiten, yönlendiren, her türlü meseleleriyle ilgilenip problemlerine çözüm üreten insan mânasındadır. Bu, bizim toplumumuzda çok önemlidir. Meselâ kırk elli sene öncesine kadar köylerimizde çarıklı ulemâ, ihtiyarlar heyeti denilen sözüne sohbetine itibar şekilci edilen insanlar, pek çok problemi, anlaşmazlığı çözerlerdi. Kadınların problemlerini de görmüş geçirmiş, yaşlı kadınlar çözerdi. İşte Bâciyân-ı Rûm, Osmanlı’nın kuruluş dönemine dair ilk kaynaklarımızda geçen ve toplumu ayakta tutan dinamiklerden bir tanesi olarak bizim kültürümüzdeki yerini almıştır. Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu; “Beyi bey doğurmaz oğul, beyi ana doğurur.” derdi. Anne karnındayken başlayan bu süreçte okula gidinceye kadar annedir ilk öğretmen. Şefkat, merhamet hislerini aşılayan, güzel ahlâkı verecek olan kişidir anne. Demek ki önce annelerin eğitimi önem arz ediyor. Anne çocuğuna bunları verebilecek düzeyde değilse çocuğun sonradan yetişmesi zordur. Her şey anaya bağlıdır. “Helâl süt emmiş.” diye bir deyim vardır bizim kültürümüzde. Annesi helâl süt emzirmiştir çocuğuna, onu güzel yetiştirmiştir. Demek ki haramla beslenen bir çocuğu terbiye etmek çok zordur. Bu sebeple annenin eğitimi birinci öncelik haline geliyor. İşte ecdadımız Bâciyân-ı Rûm ile bunu yapmıştır. Bugün ise bunu görebilmek ne yazık ki mümkün değil. Çünkü bu türden cemaatler, tarikatlar olmadığı gibi STK’lar da bunların vazifelerini icra etmek noktasında âciz kalıyor. Bugün dernek dediğimiz faaliyetlerin maziyi yaşatmak gibi bir görev îfâ ettiğini görüyorsunuz. Edebi, ahlâkı insanlara verebilecek böyle yapıların olması gerekiyor ki yeniden ahlâklı bir toplum inşâ edilebilsin. Ben kadınlarımızı toplumun inşasında en önemli bir dinamik olarak görmekteyim.
Osmanlı’da kadın konusu belli tartışmaların içine çekilmiş hep, bugün de aynı bakış açısının devam ettiğini görüyoruz. Bu işi aslı nedir?
Osmanlı kadınları dört duvar arasına girmiş, hiçbir dünya görüşü olmayan basit mahluklar olarak değerlendiriliyor. Halbuki İstanbul’u şöyle bir dolaştığınızda görürsünüz ki, kadınlar pek çok eser yaptırmışlar. Meselâ Valide Sultan Camii, Mihrimah Sultan Camii… Ne demektir bu: Kadınlar dinî hayatın içinde. Haseki Sultan Külliyesini görüyorsunuz. Kadınların yaptırdığı darüşşifaları görüyorsunuz. Demek ki kadınlar sağlık hayatının içinde. Çanakkale’de tabya yaptırmışlar. Yani askerî hayatın içerisine bile girmişler.
Hanlar, hamamlar, köprüler, medreseler… Eğitim, hayatının içindeler. Fukara kızları evlendirdiklerini, yetimlere baktıklarını görüyoruz. Osmanlı’da kadın neredeyse sosyal hayatın tamamen içerisinde. Aksini iddia etmek, tarihten bihaber olmaktır. Tabiî bunları görmek için insanın gönül gözünün açık olması, kör gezmemesi lâzım. “Kör göremezse güneşin suçu ne?” demişler. Maalesef tarihimize böyle bir bakış açısının devam ettiğini görmekteyiz. İdeolojik bir bakıştır bu. O ideolojiden sıyrılabilsek hem tarihimizi doğru okuyacağız hem de geleceğimizi en güzel şekilde çizebileceğiz.
Abdâlân-ı Rûm hakkında da spekülasyonar yapılıyor. Hatta gerçekte olmadığı, kaynaklarda geçmediği söyleniyor. Hakîkati nedir?
Abdâlân-ı Rûm, bugün en çok yanlış anlaşılan dinamiklerden birisidir. Günümüzde bazı tarihçiler, Abdâlân-ı Rûm’u gayr-i sünnî, heterodoks bir yapı olarak değerlendirir. Bir yerde duman varsa aşağıda ateşi vardır. Bir yerde iz görürseniz onun bir sahibi vardır. Görmeyene, yok diyene yapacak bir şey yoktur. Güneşi inkar ediyorsa kişi onu ancak tedavi etmek zorundasınız. Adam İslama, Osmanlı’ya düşman, buradan hareketle yok diyor. Yok diyemezsin zira her ilmin bir metodolojisi vardır. Tarih ilminin de bir metodolojisi mevcûddur. Tarihin ana kaynakları var, ikinci elden, üçüncü elden kaynakları var. Bunları değerlendireceksin, yanlışını ortaya koyabileceksin. Ondan sonra “yok” diyeceksin.
“Abdâlân-ı Rûm heterodoks bir topluluktur. Osmanlı ehl-i sünnet değildi, gayr-i sünnî idi. Şaman inancı hâkimdi.” Ne için böyle söylüyor? “Tahta kılıçla savaşa giriyorlardı, aslanı eğitiyorlardı” vs. Peki bunlardan bir şaman inancı çıkar mı? Tabiî ki çıkmaz. Dinimizde bir kaidedir: Peygamberlerde mucize, velîlerde keramet olur. Buna inanmayanlar kafalarında birtakım kurgular yapıyorlar.
Meselâ televizyon dizilerinde tarihî şahsiyetler kullanılır. Şu tarihî şahsiyetten esinlenilmiştir diyerek tarihimiz bol bol biçilir. Tarihimiz üzerinde ameliyat yapılır adetâ ve o tarih, tarih olmaktan çıkar. Bunu yapanları ahlâksız olarak değerlendiriyorum ben. Bir kurgu yapacaksanız o tarihî gerçekle çelişmemeli. Fâtih Sultan Mehmed Hanı İngiliz Henry gibi gösteremezsiniz. Hürrem Sultanı Fransız kraliçesi gibi gezdiremezsiniz. Bizde maalesef şahsiyetler çelişiyor ve ortaya başka şeyler çıkıyor.
Osman Gazi ‘nin hocası kimdir? Şeyh Edebalı‘dır. İlk kadısı (aynı zamanda şeyhülislâmı) kimdir? Osman Gazinin bacanağı Dursun Fakı‘dır. Osmanlı’nın ilk medresesini kim kurmuştur? Orhan Gazi İznik‘te kurmuştur. İlk müderrisi kimdir? Dâvud-ı Kayseri, Tâceddîn Kürdî… Sadece bu iki müderris bile Türk’ün ve Kürt’ün Osmanlı’ya birlikte değer kattığını gösteren önemli bir husustur. Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı… Hepsinin bir devlet inşa ettiklerini görürüz. Tarihin şuuruna varsak bizi birbirimize düşürmeleri mümkün olur mu?
Siz Şeyh Edebalı da, Dursun Fakı da, Dâvud-ı Kayseri de, Taceddîn Kürdî de, Somuncu Baba da, Hacı Bayram Velî de İslâm’a, ehl-i sünnete uymayan bir bilgi gösterebilir misiniz? Gösteremezsiniz. O zaman Osmanlı’yı da heterodoks, ehl-i sünnet dışı diye gösteremezsiniz. Böyle göstermeye çalışmak çok büyük bir cehalettir, hatta ihanettir.
“Cehlin ol mertebesi sehl olmaz. Ta kesbsiz bu kadar cehl olmaz!’ demişler. Cehaletin bu kadarı kolay değildir, ancak okumakla bu kadar cehalet elde edilir, diyor. İşin en acı tarafı da budur.
Demek ki Osmanlı iyi yetişmiş bir Bâciyân grubu, ahiyân grubu, abdâlân grubu ve bir de gâziyân grubunun hizmetleriyle kurulmuştur.
Gaziler de çok önemlidir. Ahiyân-ı Rûm içerisinden de Gazilerin çıktığını görüyoruz. Fakat Osmanlılar için çok mühim bir ifade kullanılır. Osmanlıları anlatırken; ‘Bunlar Osmanîler’ demezler. ‘Bunlar gazilerdir.’ derler. O topluluk sanki Allah yolunda cihâd için ortaya çıkmış, Allah adını yücelten bir topluluktur. Osmanlılar konuşulduğu zaman diğer beylikler; “Onlar gazilerdir. Onlara ilişmeyin.” demişlerdir. Bunlar kaynaklarda mevcûddur. Hatta onlara destek vermek için asker göndermişler, duâ etmişlerdir. Sanki Cenâb-ı Hakk bir topluluğu seçmiş ve oraya göndermiş. Başka bir şeyle îzâhı mümkün değil. Ben insanlara Osmanlı’yı anlamaya çalışmalarını öğütlüyorum.
Osmanlılar cihâdı öne almışlardır hep. Asla Türk beylikleriyle uğraşmamışlardır. Tek bir dertleri vardır: İlâ-yı Kelimetullah. Osman Gazinin nasihatında da bunu en güzel, en veciz bir şekilde görmekteyiz.
“Maksadımız dîn-i Hüdadır bizim, mesleğimiz râh-ı Hüdadır bizim”. Maksadımız Hûda’nın dinidir, mesleğimiz de Allah yolunda yürümektir. “Yoksa kuru kavga ve cihangirlik değil, şâh-ı cihan olmaya dava değil!”. Bizim derdimiz ne kuru kavga ne de cihan şâhı olmaktır.
Eleştirmeye başlamadan önce Osman Gazi ne diyor onu bir anla. Diyorlar ki; “Ne işin vardı Yemende, Viyana’da?”
Yıldırım Bâyezîd, Timur Han karşısında savaşı kaybedince “Mağlubiyet de galibiyet de sünen-i Resul’dür.” demiştir. Kadere rıza var. Verdi şükrederiz, vermedi sabrederiz.
“Nusret-i din oldu çün maksad bana, maksadıma kast yaraşır sana”. Dinin zaferi oldu benim maksadım, ey evlâdım maksadıma kast yaraşır sana yani siz de benim maksadıma uygun yaşayın.
Niyeti anlamaya yanaşmadıkları için başka türlü görüyorlar değil mi?
Haklısınız, niyetim şudur diyorum, hayır o değildir, budur diyorsun. Bakın Osman Gazi Söğüt Domaniç’ten başladı; Bilecik, Yarhisar, Bursanın önünde durdu. Halbuki Osman Gazi kadar hüküm süren Timur Hanın devletinin bir ucu İstanbul önlerine kadar geldi, bir ucu Çin Seddindeydi. Osman Gazi küçücük bir ülke fethetti, Timur Han on yedi imparatorluğu aldı. Timur Hanın ki gibi bir devlete Kânûnî zamanında erişecekti Osmanlı. Osmanlının derdi şurayı burayı almak değildi, aldığı yere huzur getirmekti. Cenâb-ı Hakk onlara lûtfunu aralıksız devam ettirdi.
O niyette kaldıkları sürece…
Evet… Cenâb-ı Hakk hep lütfetmiştir. Bu da seçilmişliğin en önemli göstergesidir. Bu aile özel bir ailedir. Sanki bu hanedan millet için, ümmet için ve dünya için bir nimettir. Çünkü Osmanlı’nın idaresinde sadece Müslümanlar değildi huzurlu olan, bütün halklar huzurluydu. “Osmanlı gitti, huzur bitti.” denilen husus budur. Osmanlının bıraktığı yerler, bir daha asla onun zamanındaki huzuru bulamamıştır. “Nimetin kıymeti bilinmezse Cenâb-ı Hak onu sizden alır ve azâb eder” buyurulduğu gibi Cenâb-ı Hak sanki o nimeti alıvermiştir.
Ama bütün bunları Osmanlı nasıl beceriyordu dersek o zaman cemaate, cemiyete, tarikata yani birlikteliğe geliyoruz. Zira “Birlikte rahmet-i ilâhî, ayrılıkta azâb vardır”
Birisi Nakşibendî tarîkatıdandır, birisi Kâdirî… Birisi Halvetî‘dir, bir başkası Rifâî… Ama bu tarîklerin hepsi birbirini severler. Sadece benim tarikatım olsun, sadece benim adamım o makama gelsin, sadece ben kazanayım dersen millet paramparça olur.
Osmanlı’da vermekti aslolan. Ahî teşkilatının bir düsturudur: “Elini açık tut, kapını açık tut, sofranı açık tut ve gönlünü açık tut.”
Cimri olma, insanlar evine gelsin, sofranda yiyip içsinler, gönlünü kapama zira gönülden gönüle yol vardır. “Mine’l-kalbi ile’l-kalbi sebîlâ.”
Osmanlı toplumunda sadaka verilecek adam bulunmazdı. İhtiyacı olup da isteyemeyen sadaka taşlarında bulurdu.
Hocam Batı’yla beraber birey eksenli bir hayat tarzı sunuldu bize. Birey kendisini düşünüyor, cemiyet için yaşamak yok artık. Buradan hareketle biz neleri kaybettik?
Çok hoş bir söz vardır: “Dünyanın kargaşası dört şeye oldu bina. Ben yiyeyim, sen yeme; ben iyiyim, sen fena.” Ahlâkı kaybettik. Ahilerin ne güzel bir umdesidir: “Eline, diline, beline sahip ol? Gözün kötüyü görmemek, kulağın yanlışı duymamak, gıybet etmemek, dilini tutmak… Her şeyi güzel ahlâk üzerine kurulu olan bir düzen. İşte bu hasletleri kaybettik biz. Bütün bu güzellikler bize nereden geliyor? Türk olmamızdan, Kürt, Laz veya Çerkeş olmamızdan gelmiyor. Bütün güzellikler bize dinimizden geliyor.
Ahlâkın kaynağı din ise o zaman din nerede?
Dini unutturunca, dine sırt çevirince, dini öteleyince ne oldu, ahlâk gitti. Herkesin başına bir polis dikmeye başladık. Bugün öğretmenden daha çok polis alır hale geldik. Bunun sebeplerini düşünmemiz gerekir. Batı kiliseye savaş açtı, bireyi ortaya çıkarttı, “ben” dedi. Bazıları bizim tarihimizde bunu tenkid ederlerdi. Batıda birey, bizde toplum var. Bizde pâdişâhın adı var, askerin adı yok. Asker Mehmetçik diye anılır çünkü. Halbuki İslâmiyet ‘ben’i kaldırmak üzere gelmiştir. İnsanımız yaptığını söylemeye, övmeye utanırdı bir zamanlar. Yüz tane eser veren bir âlimin adını neredeyse eserlerde bulamıyoruz. İsmini koymaktan ve göstermekten utanırdı çünkü. Ama ortaya eser çakardı. Şimdi isim var, eser yok ortada. Dünya çapında âlimler vardı Osmanlı’da. Allah için tevazu edeni Allah yüceltir. Fakat kibirleneni de alçaltır. Avrupa’dan ben merkezli bir hayat tarzını aldılar, ötekini yok sayma, sadece kendisine isteme, her şeyi kendine yontma muhabbetsizliği de beraberinde getirdi. Üstadın ifadesiyle; “Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul, bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul” Bu durumda insanlar birbirini sevmeyecektir. Oysaki meselâ bizim temel dinamiklerimiz olan tasavvuf büyüklerini gençlerimiz tanıyabilseler yahut biz onlara tanıtabilsek o hayatlardan öyle güzel misaller, anekdotlar çıkacaktır ki… Mesela bir Fâtih nasıl yetişmiştir?
Kitleleri eğitecek insanı yetiştirmişler. Sağlam insanlar çıkmış. Bunlar da ekol açmışlar, eser bırakmışlar ve yine kitleleri yetiştirmişler. Şimdi neden yetişmiyor böyle insanlar?
Lider insanların, lokomotif insanların yetişmesi için çok özel şartların olması lâzım. Mekân, imkân ve yetiştirecek insan… Bir de neyle yetiştirip donatacaksın?
Biz altmış seneden fazladır darbelerle kimine solcu komünist, kimine sağcı faşist, kimisine gerici Müslüman diyerek hep bir kutuplaşma meydana getirmişiz. Toplumda birlik tesis etmeye çalışmamışız ve öğretmen yetiştirmemişiz. Bunu önemsememişiz bile. Eğitim sistemimizin ciddiyetle gözden geçirilmesi lâzımdır. Bunu yapmadıkça yeni nesillerin güzel yetişmesi mümkün değildir. Hep fizikî şeylerle vakit kaybediyoruz. Son on senede yok 4+4 mü olsun, 8 yıl mı, 12 yıl mı, bunlarla vakit kaybettik. Kitaplarımız gereken eğitimi vermek için yeterli düzeyde mi, bunlara hiç bakmadık.
Ahî teşkilatına bakarsanız eğitim usta-çırak ilişkisi içinde gerçekleşir. Dolayısıyla çırak, ustasından aynı zamanda edebi alır. Usta onu en güzel şekilde yetiştirir. Sonra ustası onun bu edebi aldığına kanaat getirdiğinde der ki, bu adam şuralarda çalışabilir. Çırak geçer notu ustasından alır. Bugün meslek liselerinde bir insan ne kadar esnaf olabiliyor? Ne kadar iyi ahlâklı olabiliyor?
Diplomatlar meselâ. Osmanlı kalem erbabını da usta-çırak ilişkisi içinde yetiştirmiştir. Ve dünyanın en yetkin diplomatları çıkmıştır Osmanlı’da. Biz Cumhuriyet kurulurken tarihî mirasımızı reddettiğimiz için tarihimizden uzak düştük ve gerekli ibretleri alamadık. Dolayısıyla yeni baştan bir şeyleri öğreniyormuş gibi hareket ettik. Avrupa’dan aldıklarımız komşumuzdan emanet aldığımız bir elbise mesabesinde kaldı. Hiçbir şekilde uymadı, ya dar geldi ya bol. Dolayısıyla ortaya başka nesiller çıktı. Bunları değiştirebilmek çok kolay değil tabiî. Dininle, tarihinle, kültürünle barışık olman lâzım. Ve oradan bir yol açıp yürüyeceksin, bunun için de belki iki üç nesil geçmesi gerekecek. Yıkmak çok kolaydır ama yapmak çok zor. Hastalanan bir insan tedavi olurken çok acı çeker. Ve bazen çok uzun sürer bu tedavi süreci. O sebepledir ki bizim medeniyetimizde koruyucu hekimlik çok gelişmiştir.
Dolayısıyla bugün toplumu bilgilendirmek ama lüzumsuz bilgiden de kurtarmak gerekir. Yani ihtiyacı kadar bilgi vermek. Meselâ liselerin tarih müfredatından bana sorsan % 70’ini atarım. İlkokul 1. sınıftan son sınıfa kadar tarih şuurunu oluşturacak dersler hazırlarım. Haftada bir saat bile öyle bir şuur vereceksiniz ki o, toplumu bir arada tutan maya olacak. İlmini üniversitelerde yapacak talebeler. Yüksek matematiği, fiziği liselerde değil üniversitelerde alacak. Sağlığını korumayı bilecek kadar sağlık dersi, vatandaşlık hukukunu bilecek kadar hukuk dersi vermek lâzım okullarda. Bunların ihtisası üniversitelerde olmalı. Yıllar geçiyor, dört yıl üniversite okunuyor. Neyi ne kadar vereceğinizi bilirseniz bu süre iki yıla iner. Çocuklarımızın ömrü harâb olup gidiyor.
Hem de hiçbir şey öğrenmeden…
Öncelik ilim, edeb, ahlâk… Bunu öğrenmiş olan insanların bilmeyenlere karşı çok sabırlı olması lâzım. Câhil, âlimi tanımıyor» onun yıllarca kütüphanelerde ömür çürüttüğünü, yüzlerce, binlerce kitap okuduğunu hesab edemiyor. Dolayısıyla âlime akıl vermeye kalkıyor. Alim ise câhili tanıyor. Cehaletin ne olduğunu biliyor. Bu sebeple ona müsamaha göstermesi, kızmaması îcâb ediyor. Müslümanın Müslüman olmayana, âlimin câhile, bilenin bilmeyene bakışı böyle olmalı. Toplum böyle bir arada yürür. Bilen insan, acıyan, merhamet eden, yol gösteren, öğreten olur. İlmiyle gururlanan, kibirlenen, öteleyen, yanına varılamayan, sorulamayan kişi de câhildir hakîkatde. Bizde nen yazık ki bu türden çift taraflı
Akademisyen çok var ama âlim çıkmıyor galiba…
Maalesef doğru, âlim çıkmıyor. Niçin? Benlik meselesi. Tasavvuf ne yapıyordu? Benliği yıkmaktı esas. Tasavvufun diğer gayesi neydi, iyi vatandaş kılmak. Tasavvuf deyince bugün öcü görmüş gibi kaçıyorlar. İlahiyatçılarımız da, böyleolmayanları tenzih ederim tabiî, tasavvufu inkar ediyorlar. Tasavvuf profesörü olmuş, tasavvufu inkâr ediyor. Oysaki tasavvuf güzel ahlâktır. Peygamber Efendimiz; “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” buyuruyor. Tasavvurun da gayesi bu olduğuna göre sen böyle yapmakla güzelahlâkı sinyorsun. İşte cehaletin boyutları! Dünün tasavvuf eğitimi dergâhlarda veriliyordu. Osmanlıda da yedisinden yetmişine halkından pâdişâhına kadar herkes dergâha giderdi. Herkesin bir tasavvuf büyüğü vardı.
Bugün ise televizyonlar bizi eğitiyor. İki aylık bebek de yetmişlik bir adam da televizyona bakıyor. Adam hastaneye yatıyor, “Çok rahatım, televizyonum var odamda”diyor. Herkes televizyon seyrediyor. O neyi öğretiyor?Ahlâksızlığı, aldatmayı, adam öldürmeyi, zinayı… Peki biribu suçlardan birini işlediğinde en çok kim bağırıyor? Yine televizyonlar… Her haneye, onlarca kanaldan girip kötülüğü aşılarken bu toplumu düzeltmek kolay mıdır?
Model şahsiyetler menkıbelerde mi kaldı hocam? İrfanı çoktan kaybettik de yeniden kazanma şansımız yok mu?
En önemlisi de o işte: İrfan. İlim olur da insanda, irfanı kaybettiği zaman o büyük eksiklik. Az önce de söylediğim gibi bilen insanlar mücadeleyi devam ettirecek. Bilen insan, o eskinin güzel dergâhlarını kuracak meselâ. Aileler bilinçlenecek. Devlet bunu daha çok özendirecek. Böyle insanlar iş başında olursa, birileri filmlerle yıkmaya çalışırken birileri doğrusunu, güzelini yapabilirse… Bu âlem böyle bir âlem bir taraftan da, bunu hatırdan çıkarmamak lâzım. İyinin olduğu yerde kötü de hep olacak. Adaletin olduğu yerde zulüm de var. Peygamberin olduğu yerde nemrud da var firavun da. Dolayısıyla güzellikleri gören, gösteren taraf daha fazla çalışmadıkça bu iş olmaz. Niye şöyle, niye böyle demeyecek. Bana düşen bu, diyecek.
Osman Gâzi’nin “Nusret-i din oldu çün maksad bana maksadıma kast yaraşır sana” dediği gibi sen bu yolda yürü. Çok da üzüntülü, meyus olmamak lâzım. İnsanın “Ben ne yapabilirim?” demesi ve buradan da yürümesi gerekiyor. Gerisi takdir-i ilâhîdir. Ona da rıza göstermek îcâb eder. Oluyor mu olmuyor mu diye dert etmemek, yola devam etmek gerek.
Müslümanlar dünyevileştiler. Belli cemaatlerde, cemiyetlerde İslâm’ın özüne aykırı olan bir yapılanma söz konusu. Dâhil olduğu cemiyete nasıl bakmalı insan?
Gemi suyun üstünde gidiyor ama su almamalı. İnsan dünyalıklara her zaman hâkim olacak ama kalbine sokmayacak. Gemiye su girerse batar. İnsanın da kalbine dünyalık girmeye başladığı zaman kaybeder artık. Biz bunları nasıl fark edeceğiz? Kişinin istikametine, sözüne sohbetine, iş yapma şekline bakacağız. İnsanlar hep keramete bakıyorlar, oysaki istikamete bakmak lâzım. İstikâmet kerametten üstündür. Adamın dini yaşayışı, söylemleri çok bozuk ama insanlar, şöyle hizmet ediyor, kalabalık diye, ticarî faaliyetim var diye oraya gidiyorlar. Menfaat îcâbı orada bulunuyorlar. İnsan ticareti Yahudi ile de yapar Hıristiyanla da ama onların dinini almaz. Ölçünün ne olması gerektiğini iyi bilmek lâzımdır.
Peki hocam, bugünden tekrar ecdâdımızın zamanına dönecek olursak şunu sormak istiyorum: Temelinde Ahiyân-ı Rûm, Bâciyân-ı Rûm, Abdâlân-ı Rûm, Gâziyân-ı Rûm’un bulunduğu bir Osmanlı ruhundan, sisteminden bahsettiniz. Devlet bünyesinde barındırdığı cemiyetlerle arasındaki dengeyi nasıl sağlıyordu?
Osmanlı’da anayasa yoktur, bugün İngiltere’de olmadığı gibi. Osmanlı, vatandaşına güvenir. İşte bu güven zemininde yedi temel madde üzerine devletini kurmuştur. Bunun zıttına iş yapan gider.
Osmanlı ehl-i sünnettir. Bütün tarikatlar ehl-i sünnet olunmak durumundadır. Bunun dışındakilere herhangi bir şey yapmaz. Nitekim Osmanlının içerisinde nice inanç sahipleri vardı. Ama bunlar toplumu bozmaya kalkarsa müdahale ederdi. Osmanlı Yahudi’nin Yahudi gibi, Hıristiyan’ın Hıristiyan gibi yaşamasını ister. Neyse dinin ona göre yaşa! Hıristiyan isen Hıristiyanlar içerisinde de karışıklık çıkartma. Yahudi’nin, Hıristiyan’ın Osmanlı idaresini benimsemesinin sebebi budur.
Bu temel maddelerin birincisi adam yetiştirmektir. Yani yerine adam bırakmak şartı vardır. Pâdişâh da yerine adam bırakır, usta da. Osmanlı’nın kütüphaneleri var bugün ama âlim olmayınca o sadece bir kütüphanedir. Okuyacak kimse yoksa kitaplar orada mahpustur. İnsanı yaşatmak, adam bırakmaktır aslolan. Bu da ilimle olur. “Her nerede işitesin ehl-i ilim / Göster ona rağbet ü ikbal ü hilm? Câhili ölüye sayar çünkü. “Cehle Hak mevt dedi ilme hayat, Olma hemhal-i gürûh-ı emvat.” Cenâb-ı Hakk cehalete ölüm dedi câhil kalarak ölüler grubundan olma.
Üçüncüsü zulmetmemektir. “Adl ile bu âlemi âbâd kıl/Resm-i cihâd ile beni şad kıl” Zulüm ile âbâd olanın akıbeti berbad olur, demişler.
Dördüncüsü cihâddır. Fakat cihâd sadece dış düşmanla savaşmak değildir. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi vesellem) büyük cihâddan küçük cihâda gidiyoruz buyurmuşlardır. Nefsiyle cihâd da bunun içine girer. Benliği yok etmek,İslâm ahlâkıyla ahlâklanmaktır cihâd aynı zamanda.
Beşincisi meşverettir. Alimi niçin yanınızda taşırsınız? İstişare etmek için. Osmanlı meşveretsiz iş yapmaz. Bin bilsen de bir bilene danış, danışan pişman olmaz, demişler.
Bir diğeri de şudur: “Âleme inamını tam ide gör. Memleket emrini temam ide gör!” İhsanını herkese saç. İyiliklerini herkese bildir.
Yedincisi de idare ile ilgili bir kaidedir: Tedbir “Hükümdarım derya yanacak olsa tedbîrini almışızdır.” demişlerdir.
Görüldüğü gibi Osmanlı temelleri yerleştirmiştir. Başka bir şeye karışmaz. Bütün camilerini, medreselerini, darüşşifalarını yaptıran devlet değil, vakıflardır. Bugün sosyal devletten bahsediyoruz biz. Sosyal devlet Osmanlı’da vardı. Devletten kimse bir şey beklemiyordu.
Devlet ne yapıyordu? Bunların işleyişini kontrol ediyordu. Biri bir hastane yaptırdı, onun şartnamesini de yazdırdı. Devlet o şartnameye uyulup uyulmadığını kontrol etmek zorundadır. Devlet güvenliği sağlar, dışarıya karşı milletini, vatanını korur. Kimsenin yaşantısıyla uğraşmaz. Keşke biz Osmanlının idaresini anlayabilsek. Tarihe sırtını döndüysen maydanoz gibi bir devlet olursun. Çünkü kökünü kestin, kuruttun sen. O sebeple Osmanlı için çınar ağacı önemlidir. Kökü çok sağlam, dalları çok uzundur çünkü. Tarihine sırtını dönmeyeceksin. Bugün bütün hastalıklarımızın tedavisi tarihte mevcûd.
Fakat görüyoruz ki gün geldi o sistem çökmeye, o toplum bozulmaya, çözülmeye başladı. Nerde hata yapıldı?
“Melâmet çekmezem hergîz ki hicran berkemâl eyler / Ki bir nesne kemâl olsa felek onu zeval eyler”. Elem, keder, üzüntü, ayrılık insanı olgunlaştırır. Geceler ne kadar karanlık olursa sabah o kadar aydınlık olur. O sebeple bazı büyükler elemi ve kederi daha çok istemişlerdir. Dikkat edersek velî zâtlara dert ve keder çok uğramıştır. Zaten en fazla çile çeken peygamberlerdir. Elemde, kederde Allah’ı daha çok anmak vardır. Refahta, mutlulukta insanlar Allah’ı pek hatırlamazlar. Sabaha kadar rahat döşeğinde yatan insanla, dişi ağrıyan insan bir değildir.
Dolayısıyla Osmanlı da öyle bir noktaya erişti ki, Kanunî dönemi zirvedir, o zirveden birdenbire inilmedi şüphesiz. 100-120 sene sürdü. Zirvedesin, insanların hiçbir şeye ihtiyacı yok. İşte böyle zamanlarda toplum kendi içinde yavaş yavaş bir çürüme yaşamaya başlar. Bunu fark edemeyebilirsiniz.
Bir taksinin manevrası ile geminin ki bir değildir. Gemi çok büyük bir alan içerisinde döner, hissetmezsiniz. Dünya da dönüyor ama kimse fark etmiyor. Büyük bir devlet olan Osmanlı bu yıkılışı fark ettiğinde aradan 150 sene geçmişti. Bünyeye giren mikropları o anda fark edememektir bu. Osmanlı o zamandan sonra biz nerede yanlış yaptık diye hep kendini sorguladı. Düzelmek için uğraştı. Bu noktada bizde bir hastalık da peyda oldu. Bu hastalık, darbeler hastalığıdır. Yönetime, merkezî güce, işin ehline müdahale hastalığıdır ki, bu bütün uzuvları felce uğratır. Darbeler de bizim bütün uzuvlarımızı felç etti. Dikkat edilirse Kanunîye kadar ve Kânûnî sonrasında II. Selim, III. Murad, III. Mehmed dönemlerinde böyle bir şey akla gelmemiştir. Ta ki II. Osman, IV. Mehmed, II. Mustafa dönemlerine gelinceye kadar… Abdülazîz Hanı kim tahttan indirdi, kim şehîd etti. Abdülhamîd Han‘ı kim tahttan indirdi. Belki on beş pâdişâhın on ikisi darbe ile gitti. Ben en temel neden olarak bunu görmekteyim. Cumhuriyet tarihinde de biz bunu zaman zaman yaşadık. Her darbenin bir ülkeyi elli sene geri götürdüğü ifade edilir. Bir ülke sadece bir yönüyle değil her bakımdan geriye gider. Sizin aldığınız bütün o tedbîrler, iptal olur, battal olur. III. Selim, II. Mahmud döneminde kaydedilen gelişmeleri de darbeler bitirmiştir. Tanzimat ile birlikte bir yeni sistem açıldı, bu defa da Osmanlı Batının ilmine değil, yaşantısına, ahlâkına özenmeye başladı. Asıl hastalık da bundan sonra ortaya çıktı bünyede. Bundan öncesinde hastalık tedavi edilebilirdi ama edilemedi. Ne zaman ki vücûda giren mikropları şifa olarak görmeye başlarsınız, asıl hastalandığınız gün o gündür işte. Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet… Osmanlı aydınları dediler ki; biz İslâm’ı bırakacağız ve artık Avrupalı gibi yaşayacağız. İlim ve fen değildi dert edilen, başka zihniyetler ortaya çıkmaya başlamıştı. Onların uzantısını bugün hep görmekteyiz.
“İslâm imiş devlete pâ-bend-i terakki / Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı” diyor Ziya Paşa. Devletin ilerlemesine mâni olan İslâm imiş, önceden böyle bir rivayet yoktu, yeni çıktı. Aydınların o vaziyetini görüyor ve böyle bir ifadede bulunuyor.
Tarih boyunca dıştaki düşmanla bir şekilde başa çıktık ama kendi içimizdekine dâir somut bir çözüm üretemedik. Neydi bu çözümsüzlüğe ve yıkıma sebep?
Bir mütefekkirimiz der ki; “Bizsiz bize yetmezdi güçleri, bizimle güçlenerek yettiler bize.” Osmanlı’ya kadar Türkleri yıkmanın bir yolu vardı. Dillerimize pelesenk olmuştur: Böl, parçala, yık!
Bölen veya parçalayan düşman değildi, bizdik aslında. Hükümdar, oğulları arasında pay ederdi devleti. Çünkü devlet hanedanın malıydı. Düşman sadece kapıştırıyordu. Osmanlı kardeş katliyle bunu kaldırdı. Mükemmel bir sistemdir bana göre. Çünkü dini, milleti, vatanı için kendi kanından verdi. Onun için Osmanlı Devleti yedi asır devam etti. Yıkamadılar. Sonra yine içerde buldular çareyi. Jön Türkler gibi, İttihâd ve Terakki gibi… Avrupalılar Keçecizâde Fuad Paşanın da bulunduğu uluslararası bir toplantı sonrası Avrupa’nın en güçlü devleti kim diye sordular. Ki Osmanlı’ya ‘hasta adam’ diyorlardı o zaman. Fuad Paşa şöyle cevap verdi: “Hiç şüphesiz Osmanlı Devletidir. Zira yıllardır siz dışardan, biz içerden uğraşıyoruz daha yıkamadık.”
Çok üzücüdür. İçerde düşman ürettiler. Dolayısıyla içerden olmadıkça bizim milletimizi yıkmanın yolu yoktur. Bünye içerden çürür. Dışınızdaki hastalığa anında çare bulabilirsiniz zira hemen fark edersiniz. İçerdeki hastalık öyle değildir, sinsidir. İkincisi darbe yakından gelir. Uzaktakine tedbîr almak kolaydır. Ama yanı başındakinin, yakınındakinin nasıl vurduğunun farkına bile varamazsın.
Millete düşen, bu sinsi hastalığı iyi çözebilmektir. Sultan II. Abdülhamîd Han‘a yapılan bunun en iyi örneğidir. Biz Arnavut, Bulgar, Ermeni çetecilerini konuşuruz; Jön Türkleri, İttihâd ve Terakkiyi de konuşuruz. Bir de İslâm adına bu işe girenler vardı bunu hiç konuşmadık. İslâm adına Osmanlı’yı dağıtanları… Abdülhamîd Han’a düşman oldular. Şiirlerinde küfrettiler, Fransız Albert Vandal’ın ‘kızıl sultan’ sözünü aldılar; ‘kızıl kâfir’ dediler. Onlar çok sevdiğimiz münevverlerdi. Fakat ehl-i sünnet bir pâdişâha neden düşmanlık ettiler, neden onu anlayamadılar ve bu hallere düştüler? Çünkü aramızda Lawrencelar vardı, Abduh ve Afganî gibi. Bu bidat ehlini İngilizler içimize soktular. İşte bidat ehlini sevdikleri için ehl-i sünnet bir lideri sevemediler. Onun için bid at ehlini iyi tanımak lâzım. İnsanların istikametine bakmak lâzım. Bunu göremezsek daha çok Lawrenceların peşine takılıp gideriz.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
Not: Bu makale Keşkül Dergisi Sayı 34 (Bahar Sayısı-Mart 2015) S. 66-75′de yayınlanmıştır.