Kanunî Sultan Süleyman’ın vefatının 458. yıl dönümündeyiz. Kudretli padişah 1566 yılının ilk aylarında Avusturya’ya savaş kararı almış bulunuyordu. Tarihçiler seferin sebepleri arasında, Avusturya’nın son iki senedir yükümlü olduğu vergisini göndermemesi yanında bilhassa Sigetvar Kalesi’ndeki düşman kuvvetlerinin hudutlarda yağma ve garetle her tarafa taarruz ederek reayayı huzursuz bıraktıklarını yazmaktadırlar.
Kanunî Sultan Süleyman ihtiyarlığı sebebiyle on üç seneden beri seferlere çıkmıyordu. Şimdi ise ihtiyarlığına ve hastalığına rağmen sefere çıkmaya karar vermişti.
Kanunî, Sigetvar seferi hareketinde oğlu Şehzade Selim’e kendi el yazısıyla şu vasiyetnameyi yazıp göndermişti:
“Benim candan sevgili iki gözüm nuru Selim Han’ım.
Bu iki bazubendi ve bir ceheri al sandığı vakf eylemişimdir. İki cihan fahri Muhammed Mustafa’nın ruhu içün, sana vasiyet ederim ki bunları satıp Cidde-i mamureye su getiresin. Oğulluk edip bu vasiyeti yerine getiresin. Cümle oda oğlanları şahittir. Sen benim yazımı bilirsin. Bu esbap fahr-i âlemindir, benim değildir. Göreyim nice yerine korsuz. Dünya kimseye payidar değildir. Ümiddir ki bahasıyla satasız. Hak teala bu seferi mübarek edip gönül hoşluğu ile gelmek müyesser ide, Habib-i ekremi hürmetine aleyhisselam.”
Sultan Süleyman İstanbul’un muhafazasına evvelce Anadolu Beylerbeyi olan İskender Paşa’yı görevlendirdi. Padişah yıllar sonra sefere çıkacağı için İstanbul halkı büyük alaka göstermiş, yolları doldurmuş padişahını selamlamaktaydı. Padişah sağında ve solunda bulunanlara tevazu üzere ve yoksul zengin herkese selamlar verip hesaba kitaba sığmayacak ölçüde ihsanlar bağışlamaktaydı. Halk da gözyaşları içerisinde ellerini kaldırarak;
“Allah’ım İslam padişahına yardım eyle. Müslümanları destekle. İslam dinini küçük görenleri rezil rüsva eyle! Dine yardım edenlere sen de imdad-ı ilahiyyen ile imdad ve yardım eyle” diyerek dua ve niyazla uğurlamaktaydı.
Sanki her şey Padişahın son seferini işaret ediyor gibi ve sanki bir veda törenini andırır vaziyetteydi. Nitekim Padişah tam Edirnekapısı’ndan çıkacağı sırada yol kenarında bir pir-i fâni gördü. İhtiyar zat da ellerini açıp dua ederek;
“Padişahım biz senden razı idik. Hak teala senden razı ola” dedi. Padişah bu sözden seferde öleceği imasını sezmişti.
Büyük âlim Şeyhülislam Ebussuud Efendi, İstanbul Kadısı Mevlâna Ahmed Efendi ile Kaimmakam İskender Paşa Edirnekapısı’na kadar Padişaha eşlik ettiler.
Padişahın çok sevdiği, büyük değer verdiği şairi Bâkî de bir daha göremeyeceğini bilmeden bu son yolculuğunda Edirnekapı’da Padişahını şu eşsiz nazımlarla uğurluyordu:
Bahâr-ı âlem-i vuslatda ol Sultan-ı devranı
Temâşâ itdüğün gündür bana nevrûz-ı sultânı
Bahar oldı dem-i seyr u temâşâdur Hüdâvendâ
Semend-i azmün itsün arsa-i âlemde cevlânı
Nihâl-i serv-i bâğ-âsâ nesîm-i feth u nusretden
Salınsun nâz ile nîzen hırâmânî hırâmânî
Duâmuz oldur ey Bâkî hatâdan saklasun Bârî
Hüdâvend-i cihan Sultân-ı âdil şeh Süleyman’ı
“Dilerim Allah’tan ateşlere yana!”
Yetmiş iki yaşında bulunan Kanunî Sultan Süleyman 1 Mayıs 1566 günü İstanbul’dan hareket etmişti. Tarihlerin yazdıklarına göre Osmanlı ordusunun en görkemli ve haşmetli hareketi idi. Geçtiği şehirlerde büyük alaylar düzenleniyordu. Tatarpazarı kasabasına geldiklerinde ulaklar Şehzade Selim’den haber getirerek oğlu Manisa Valisi Şehzade Murad’ın bir erkek evladı olduğunu bildirip isim ricasında bulunduğunu arz ettiler. Sultan Süleyman;
“Ecdad-ı kiramımızda Murad oğlu Mehmed olagelmiştir. Nam-ı şerifi Mehmed olsun”, demiştir ki sonradan III. Mehmed namıyla tahta çıkacaktır. Bu suretle Sultan Süleyman son senesinde torununun çocuğunu görmüştür.
Osmanlı ordusu 3 Ağustos günü hedefteki Sigetvar Kalesi önüne varmış bulunuyordu. Avusturya ordusu yine karşısına çıkma cesareti gösterememişti.
Sigetvar Kalesi geniş bir ovanın ortasındaki düzlükte gururla yükselmekteydi. Kalenin kule ve duvarları inşaatının, günün istihkâmcılığının tüm gereklerine tamamıyla uyduğu görülüyordu. Bilhassa orta kulesi o kadar güçlü tahkim edilmişti ki görenlerde ilk olarak burası asla düşürülemez intibaını vermekteydi.
Nemçeliler, kış mevsiminin gelmesi ile birlikte Osmanlı ordusunun çekileceğini hesaplıyorlardı. Şayet çekilmezlerse o zaman da Avusturya İmparatoru, ordusu ile yetişir ve kış şartlarının da yardımıyla Osmanlıları perişan edebilirlerdi.
Kale kumandanı Nikola Zrinski, kaleyi mükemmel bir biçimde tahkim etmenin ötesinde kuvvetli bir müdafaa ordusu da hazırlamış bulunuyordu. Osmanlı ordusu yaklaşırken, istihkâmların ortasına büyük bir haç koydurmuş, Osmanlı Padişahının ihtişamına mukabele manasında, kale bedenleri üzerine kırmızı çuha tefriş ettirmişti. Hatta kendilerinden çekinmediğini göstermek için de Osmanlıların kale önüne geldikleri gün esir bir Türk ağasının başını kestirmek suretiyle zalimliğini göstermiş bulunuyordu.
Kanunî Sultan Süleyman kale önüne geldiğinde Osmanlı ordusu da kaleyi çevirmiş bulunuyordu. Teslim tekliflerinin reddedilmesi üzerine kale dört koldan gece ve gündüz dövülmeye başlandı. Altıncı günü kalenin varoşu fetholunarak altı yüz müdafi kılıçtan geçirildi.
Ardından iç kale önünde şiddetli çarpışmalar başladı. İç kaleyi çevreleyen gölün suyunu akıtmak için büyük bir uğraşla bendi yardılar. Birkaç gün içinde gölün suyu tamamıyla boşandı. Yine de içinde insanın boğulmasına yetecek kadar su ve balçık bulunuyordu.
Asker vakit kaybetmeden insanüstü bir gayretle bu bataklığı doldurmaya başladı. Birkaç gün içinde geniş bir yol meydana geldi. Topların kale bedenlerinin etrafına yığılan toprak tabyalardan bir iş görememesi üzerine palankaların ateşe verilmesi kararlaştırıldı.
Osmanlı yiğitleri, kalenin dört bir tarafındaki ormanlardan odunlar keserek doldurdular. Neft yağı ile yağlayıp ateşe verdiklerinde aheste aheste alevler asumana yükselmeye başladı. Bir taraftan da kale önüne sürülen yüksek toprak yığını üzerine kurulan Osmanlı topları ölüm saçmaya başlamışlardı.
Şiddetli hücumların başladığı 6/7 Eylül Cuma günü akşamı çadırında hasta hâlinde bulunan Padişah, kale zaptının uzamasından dolayı canı sıkılarak:
“Âteş-i kahrınla ya Rabb! Oda (ateşlere) yansın bu hisar”, diyerek üzüntüsünü belirtmiş ve bir an önce zaptını dilemişti.
Sigetvar’da şehadet!
Padişah dua ve niyazda bulunduğu o gece ruhunu teslim eyledi. Merhum hakanın iç organları çıkarıldı. Hekimbaşı Kaysûnîzâde bunları bir gümüş leğene koydu. Çadırın içinde bugün Macarların “Türbek” dedikleri yere gömüldü. Buraya sonradan Budin Beylerbeyi Sokullu Mustafa Paşa, mermerden muhteşem bir türbe yaptırmış ve asırlar boyunca Sigetvar’da Sultan Süleyman türbesi olarak ziyaret edilmiştir. Bugün de ziyaretçilere Macarlar, “Muhteşem Süleyman’ın kalbi burada gömülüdür”, diye göstermektedirler. Naaşı da yıkandı, ilaçlandı, kefenlendi ve bir tabuta yerleştirilerek, giderken götürülmek üzere geçici olarak otağı içinde defnedildi.
Sokullu Mehmed Paşa vefat olayını en yakın iki üç kişi hariç hemen herkesten gizlemişti. Aynı gecenin sabahında başlayan umumi hücum neticesinde ise, kale ateşler içerisinde yanmaya başlamıştı.
Kale kumandanı Zrinski artık sonunun geldiğini anlamıştı. Boynuna altın zincirini geçirdi. Üstünü arayacak olanlar, bir şey bulunmadığını söylememesi için ceplerine yüz altın koydu. Başına kenarları sırmalı ve kıymeti büyük bir elmasla süslü sorguçlu bir şapka takındı. Topladığı adamlarına “ya kurtuluş ya ölüm” diyerek asla teslim olmayacaklarını bildiren kısa bir hitabede bulundu.
Kale anahtarlarını da cebine yerleştirirken “hayatta olduğum müddetçe anahtarları teslim alamayacaklar” diyordu. Zrinski kendisine getirilen dört kılıçtan babasına ait olan altın işlemeli kılıcı seçti. Sol eline de hafif yuvarlak bir kalkan aldı. Ardından “ölelim ki şanlarıyla şerefleriyle öldü”, desinler diyerek adamlarına verdikleri yemini son kez hatırlattı.
İç kalenin her noktasından ateş yükselmekteydi. Büyük kapının yanında demir parçaları ile dolu bir havan topu vardı. Bunun önündeki engelleri kaldırtan Zrinski, nihai emrini verdi: “İner kalkar köprü indirilsin ve havan topu ateşlensin!..”
Köprünün indiği esnada ateşlenen topun çıkardığı dumanların gizlediği Zrinski, sadık yardımcılarından Loran Yoraniç’le birlikte köprüyü geçerek Türkler üzerine atıldı. Fakat daha hiçbir Türk’e vuramadan göğsüne iki kurşun isabetiyle yere düştü. Hazır bekleyen Türkler önce tüfek atışları ile mahvettikleri saldırganların şaşkınlığı üzerlerinden geçmeden açılan boşluktan yıldırım gibi içeriye daldılar.
Bir aydan fazla süredir kendilerini uğraştıran müdafileri, göz dahi açtırmadan ateş gibi tesirli kılıçları ile biçtiler. Bir anda nice bin düşmanı kara toprağa düşürdüler.
Henüz ölmemiş bulunan Kont Zrinski’yi götüren yeniçeriler Kaçyaner topunun ağzına bağlayarak ve yüzünü yere doğru çevirerek başını kestiler. Böylece esir Türk ağasının başını kesmenin cezasını ödetmek istemişlerdi.
Bu suretle Kanunî Sultan Süleyman Han vefatı sabahını bir zaferle daha taçlandırmak suretiyle şehadet rütbesine nail oluyordu…
TEFEKKÜR
Ko bu ‘ayş u işreti çün kim fenâdır akıbet
Yâr-ı bâkî ister isen olmaya taat gibi
Kanunî
(Bırak bu oyun ve eğlenceyi akıbet fenadır
Ebedi bir dost istiyorsan Rabbine ibadet et)
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
06.09.2024
Türkiye Gazetesi
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/kose-yazilari/prof-dr-ahmet-simsirgil/kanuni-ve-son-sefer-644809