UNESCO 2007 yılını, Hazreti Mevlâna’nın vefatının 800. yıl dönümü olması hasebiyle “Mevlâna Yılı” ilan etmişti. Bu itibarla neredeyse tüm dünyada Hazreti Mevlâna, konferanslar, sempozyumlar ve panellerle anılmıştı.
İşte bu sempozyumlardan biri de Fransa’nın Strasburg kentinde Türk ve Fransız bilim adamlarının katılımıyla düzenlenmişti.
Strasburg Üniversitesinde Arapça ve İslami Çalışmalar Bölümü’nde İslami Çalışmalar Profesörü olan aynı zamanda sufilik uzmanı bulunan Prof. Dr. Eric Geoffroy burada Mevlâna ile ilgili yapılan konuşmalara ve değerlendirmelere isyan ederek şöyle demişti:
“Batı’da Hazreti Mevlâna’nın eserleri yüz binler satmaktadır. Ancak bu eserler Mevlâna’yı hakiki veçhesi ile tanıtmaktan tamamen uzaktır. Zira Batılılar Mevlâna’nın İslam’la ilgisini kesmek ve bağını koparmak istemektedirler. Bunlar Mevlâna’yı sadece ‘Rumî’ diye anarlar ve asıl adının ‘Muhammed’ olduğunu dahi yazmazlar. Hatta onun en yakın arkadaşı büyük âlim Şems-i Tebrizî’yi ise bir ‘gezgin’ ve ‘hippi’ olarak göstermek isterler. Bu dinî bir ırkçılıktır.”
Batılılar demek ki İslam dünyasına sadece “kavmî ırkçılık”la vurmamışlar “dinî ırkçılık” ile de saldırmışlar ve saldırmaya da devam etmektedirler. Aslında iyi incelenirse işin temelinde dinî ırkçılık vardır. Çünkü Müslümanları kavmiyetçilikle bölmek kolay değildir.
Zira İslamiyet Müslümanları bir anne babanın evlatları gibi görmekte ve kardeş saymaktadır. Bu sebeple onları parçalamanın yolu dinleri ile bağlarını koparmaktır. Bunu da yaparken Müslümanları asırlardır bir inanç ve itikat üzere tutan din büyüklerini alelade insanlar gibi göstermek ve gözden düşürmektir.
Batılılar bu konuda öyle başarılı oldular ki Eric Geoffroy, Mevlâna’nın ülkemizde nasıl anlatıldığını ve anlaşıldığını görse herhâlde küçük dilini yutardı. Belki o sözleri ifade ettiğine pişman olur kendisi de o hezeyanlara inanırdı.
Nitekim Hazreti Mevlâna, yıllardır hakkında yapılan yalan yanlış yayınlar ve tezviratla sanki başka bir Mevlâna hâline getirilmiş durumdadır.
Nitekim bazı özel oluşturulmuş gruplar Mevlâna’yı sadece hümanist göstermeye gayret ederler.
Bazı gruplar ise Mevlâna’yı ‘sema’ ve ‘ney’e indirgemiş, dönmek ve ney üflemekten öte bir şey düşünmezler.
Bazı ilahiyatçılar “Mesnevi’de müstehcen hikâyeler var” diyerek kötüleme ve karalama yolunu tutmuştur.
Bir kısım tarihçiler ise onu “Moğol ajanı” göstermek gibi bir safsatanın esiri olmuşlardır.
Nedense Mevlâna konuşulmak istenince TV’lerde hep bunlar arzıendam ederler ve İslam dışı bir Mevlâna sunmaya çalışırlar.
Sözlerim fehmin kadardır kıl nigah
Hasretim fehm-i sahiha ah ah
Diyen Mevlâna Celaleddin Muhammed Rumî hazretleri bir anlamda kendisini bu şekilde tavsif edenlerle arasında uçurumlar olduğunu ne güzel beyan etmektedir.
Kendi hâlini görebilmek!
Hazreti Mevlâna’yı sevmek ve anlamak için İslamiyeti hakkıyla bilmek ve yaşamak gerekir. Zaten Mevlâna’yı okumak insanı bu noktaya götürmüyorsa onun çektiği bir kuru emektir. Çorak yere ekin ekip akıntıya kürek çekmeye benzer.
Nitekim Hazreti Mevlâna bu noktada kendisini şöyle tanıtıyordu:
Men bende-i Kur’ânem eger cân dârem
Men hâk-i reh-i Muhammed muhtârem
Eger nakl kuned cüz in kes ez güftârem
Bizârem ez u vez an suhen bizârem
Açıklaması:
“Ben yaşadığım müddetçe Kur’ân’ın kölesiyim.
Ben, Muhammed Mustafa’nın yolunun toprağıyım.
Biri benden bundan başka bir söz naklederse
Ondan da bizarım, o sözlerden de bizarım…”
Büyüklerin, din ulularının sözleri sadece zamanının insanına hitap etmiyor. Cenab-ı Hakk’ın nuruyla bakan bu insanlar asırlar ötesini de aydınlatıyor. Onlar aynı zamanda asırlar ötesi insanlara hitap ediyorlar. İşte bu din düşmanları da bunu görüyorlar. Dolayısıyla öncelikle o din büyüklerine sanki bizden daha çok sahip çıkar gibi davranıyorlar. Güya onları okuyor anlatıyorlar. Ama bir başka türlü anlatıyorlar. Köklerinden koparıp kuru bir dal hâline getiriyor, fakat süslü, göz alıcı bir ambalaj içerisinde takdim ediyorlar. Mesnevi’deki hikâyeleri masallardan bir demet gibi sunuyorlar. Kıssalardan ibret alma, aslını görme ve öğrenme noktasından mahrum ediyorlar. Mevlâna asırlar evvelinden bunlara da dikkat çekerek şöyle demekteydi:
“Mesnevi masal diyene masal gibidir
Kendi hâlini bu kitapta görebilene er denir
Mesnevi, Kızıldeniz’in suyu gibidir
Kıpti’ye kan görünür,
Musa’nın ümmetine ise ab-ı hayattır.”
Evet. Kızıldeniz, Musa aleyhisselamın kavmine yol gibi açıldı. Onlar rahat bir şekilde geçip selamete ererken, kendilerini takip eden Firavun ve askerleri için ise aynı yol ölüm olmuştu.
Yine Mevlâna buyurur ki:
“Benim beytim beyit değil bir ülkedir.
Alayım (şaka) alay değil ibret vermektir.
Kardeş karga leylekle nasıl savaşır, tavşan aslanla nasıl konuşur deme!
Kıssa/menkıbe bir ölçeğe benzer. Mana ise içindeki tanelere. Akıllı kişi içindeki taneleri alır. Ölçek varmış yokmuş ona bakmaz bile…”
Günümüzde ölçeğe takılan o kadar çok kimse var ki…
Fasit kıyas!
Sadece eli boş kalsa belki yine oh çekecekti. Hâlbuki ötede öyle bir mahrumiyet ve üzüntü vadisine dalacak ki asıl pişmanlık o gün baş gösterecektir. Mevlâna güya aynı yerden beslendiği hâlde farklı yola sapanlar hakkında hoş bir hikâye ile ne ibretlik sözler söylemektedir. Elbette anlayana:
Gül yağını döktüğü için sahibinden azar işitip incinen bir papağan günlerce konuşmamıştı. Pişman olan sahibi de onu konuşturmak için her yolu deniyordu. Nihayet bir gün:
Ansızın pırıl pırıl tas gibi, başında bir kıl bulunmayan cevlakinin (derviş) biri geçti.
İşte o anda papağan tekrar konuşmaya başladı. “Ey başı yarılmış garip, ey filan.”
“Başındaki kel nedir? Gül yağı şişesini dökmüş gibi gamlı kederlisin” dedi.
O dikkatli kuşun cevlakinin hâline kendi hâlini kıyas etmesi halkı güldürdü.
Yazılışta süt (şîr) ile aslan (şîr) aynıysa da asılda dağlar kadar farklar vardır.
Hak erlerini sen kendi nefsine eş tutma,
Hak erlerini tanımayan şüphesiz Allah yolundan uzaklaşır.
Peygamberlerle eşit olduklarını, velilerin kendilerine benzediğini iddia ettiler.
“Onlar da insan biz de insanız, hepimiz uykuya, yemeğe, içmeğe muhtacız” dediler.
O kör gönüllüler aradaki nihayetsiz farkı bilmediler.
İki arı bir yerden gıda alır, fakat birisinden zehir, birisinden bal olur.
İki cins ceylan bir sudan içer, aynı ottan yer, birinden misk, birinden pislik hasıl olur.
İki kamış bir sudan beslenir biri şeker kamışıdır, diğer bomboş bir kamış.
Gıda bir kişiden açlığı giderir. Diğerini Allah nuruna mazhar eder…
Günümüzde Peygamber efendimizi postacı gibi görüp dini sadece kendi anladığı zanneden zavallılar, Mevlâna’yı sevebilir mi? Bunların hâli cevlakinin hâlini kendi hâline kıyas eden papağandan bin kat daha beterdir. Papağan neticede bir hayvan olup sadece gözleri ile bakıp değerlendiriyor. Oysa bunlara kalp ve gönül gözü de verilmişti. O gönül gözlerini kör ettiler. Şanlı Peygamber efendimizi Mekkelilerin “Abdullah’ın yetimi” gibi görüp değerlendirmesine benzer şekilde sadece bir “posta habercisi” konumuna düşürdüler. Yüce Allah bunların şerlerinden muhafaza eylesin!
TEFEKKÜR
Cahildirler kendilerini de bilmezler
Ayıpları hüner sanmaktan çekinmezler
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
04.01.2019
Türkiye Gazetesi
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-ahmet-simsirgil/605919.aspx