Geçen hafta seçme seçilme yaşının 18’e alındığından bahisle erken büyüyüp erken yetişmekten ve Osmanlı şehzadelerinin 11-12 yaşlarında Amasya, Manisa, Kastamonu, Trabzon, Konya gibi sancaklarda valilik yapacak derecede mükemmelen yetiştiğinden söz etmiştik.
Aslında bu ifadelerimiz eğitim sistemimize çok yönlü bakmamız gerektiğini ve yıllardır yamalı bohçaya dönen hâline bir yama daha vurmayı değil köklü bir reform yapmanın zaruretini vurguluyordu. Biz bütün bunları düşünürken Millî Eğitim Bakanımızın zorunlu eğitimin 13 yıla çıkacağını müjde gibi vermesi doğrusu benim gibi pek çoklarını da şaşırttı.
Zira biz bunları söylerken açıkçası zorunlu eğitimin 3+3+3 şekliyle dokuz yıla düşürülmesini arzuluyorduk. Kaliteli bir eğitimle dört yıllık üniversitelerimizin müfredatı da üç yılda rahatlıkla verilebilecektir. Böylece altı yaşında başlayan zorunlu ve artı üniversite eğitimi 12 senede bitecektir. 18 yaşında hayata atılan bir gencin verimliliği de inanıyorum ki o nispette artacaktır. İşte o zaman gençlerimiz Sayın Cumhurbaşkanımızın arzusu doğrultusunda hem seçme hem temsil etme yetkileri ile donanmış olarak hayattaki yerini alacaktır.
Aslında mevcut eğitimin ne olduğunu anlamak için yediden yetmişe bu işe kafa yoranlara soralım. Acaba memnun olan var mıdır? Fakat eğitimde köklü bir reform için önce zihinlerde başlayan bir değişime ihtiyaç bulunmaktadır. Fazlalık ve lüzumsuz bilgilerin atılacağı, derslerin yeniden düzenleneceği, bilhassa pratiğin son derece geliştirileceği bir müfredat reformuna ihtiyaç duyulmaktadır.
Kendi bölümüm tarihten misal verecek olursam -abartmıyorum- bugünkü lise bilgilerinin en az yüzde yetmişi atılmalıdır. Onların yerine gence tarih şuuru, bilinci verecek, ibret almayı öne çıkaracak, mukayese yeteneğini geliştirecek, tahlil kabiliyetini artıracak bilgi ve beceriler sunulmalıdır.
İlkokuldan başlayıp üniversitenin son yılına kadar, İngilizce dersine aylarını yıllarını veren buna rağmen üç cümle konuşamayan nesiller bizdedir. Bu boşa giden vakitlerin hesabını kim verecektir? Edebiyat, coğrafya ve diğer bazı ders kitaplarında lüzumsuz o kadar bilgiler var ki akıl durmaktadır.
Aslında bizim zorunlu eğitimden gayemizi dahi sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. Maksat kendine güvenen, bir şeyler yapabileceğini üretebileceğini bilen ve inanan insanlar yetiştirmek değil midir? Bugün sanattan iktisada kadar her alanda en önemli büyümeyi sağlayan unsurlar arasında, yetişmiş insan gücü birinci sırada yer tutuyor.
Yetişmiş insan gücü denildiğinde fenden önce sosyal branşlar bir adım daha öne çıkıyor. Kişinin ruh yapısının güçlü olması önem arz ediyor. Nesillere dilini, dinini, tarihini ve ecdadını gerektiği şekilde anlatmayan bir eğitim insanı ancak sömürge kafalı yapar. Böyle bir eğitim sistemi içerisinde yetişen talebe yabancılara hayranlık duyarak aşağılık kompleksinden kurtulamaz. Bu işler, toplumuna yabancı, misyoner kafalı insanlarla gerçekleşemez!
Bakınız 4 Mart 2009 yılında Oktay Ekşi bir makalesinde “Merak ediyoruz, bir Osmanlı modası çıkarmaya çalışanların derdi veya özlemi nedir?” diyerek Osmanlılar hakkında ahkâm keserken şöyle yazıyordu.
“…Toplam otuz altı padişah çıkarmış Osmanlı hanedanından Fatih Sultan Mehmed’i, hadi kılıçlarının hakkını vermek için Yavuz Sultan Selim ile bir de Kanuni Sultan Süleyman‘ı ayırırsanız geriye kalan 33 Padişah’tan hangisini saygıyla, hayranlıkla, ileri görüşlülükle anacaksınız? Kurucu tebaasını yani Türk halkını ezen ve azınlıklara ezdiren başka bir hanedan biliyor musunuz? Tüm tarihinin üçte birini zilletle geçiren hangi hanedana özlem duyulabilir? Hadi askerî alandaki yenilgilerini sineye çekmeye çalışalım. Tüm Osmanlı tarihinin medeniyete katkı anlamında ortaya koyduğu –Mimar Sinan’ın hepimizin göğsünü kabartan muhteşem eserleri dışında- ne vardır da biz bilmiyoruz? Koskoca 600 yılı bir tek Sinan‘la açıklayabilir miyiz?..”
Nadan ile sohbet etmek güçtür bilene
Çünkü nadan ne gelirse söyler diline
Bugün bir muhalefet liderinin sık sık “toplu iğne ve şeker üretemeyen Osmanlı devleti” diyerek, yerli yabancı ilim adamlarının hayranlıklarını her vesile ile dile getirdiği Türk ve dünya tarihinin en ileri medeniyet hamlelerini gerçekleştirmiş bir devletimizi karalaması böyle bir eğitimin sorunu değil midir? Cumhuriyetimizin 100. yılına yaklaştığımız bu zamanda kökleri ile barışık olan bir devlet ancak ileri ufuklara yelken açabilir. Yoksa serap görmeye devam ederiz!
Şayet biraz cesur olabilirsek millî eğitim ve kültürde gerekli adımları atabilirsek on sene sonra ülkemiz, kendisine çağ atlatacak yetişmiş insan gücüne sahip olur. Bu sayede vatanını milletini sevmek, işini en dürüst ve en doğru şekilde yapmak, hangi işte çalışırsa çalışsın ülkesini öne almak, yapıcı ve üretici olmak konusunda bütün okullarımızı, proje okulları hâline dönüştürebiliriz.
Aksi takdirde son 30 senedir altın nesil diye göklere çıkarılan gençlerimizin nasıl milletimizin üzerine gökden bombalar yağdırdığını ve ülkeyi yabancılara peşkeş çektiğini asla anlayamayız.
Orta Doğu’da yeni fitne!
Çanakkale cephesine gelirken Türkleri birinci sınıf dövüşen bir kalabalığa benzeten Bahriye Nazırı Churchill şöyle demişti:
“Türkleri bir elimizi arkaya bağlar, diğer elimizle ezer geçeriz…”
Çanakkale’de Anadolu insanının iman dolu göğsüne çarptılar. Diğer ellerini bir daha bağlamamak üzere tekrar çözdüler. İngilizlerin diğer eli hile, desise ve entrika siyasetidir.
II. Abdülhamid Han’ı o elle tahttan indirmişlerdi. Hem de içimizdeki hain ve gafillerle. I. Cihan Harbi’nden sonra da kısım kısım böldükleri İslam dünyasını birbirine kırdırmaya devam ettiler.
Katar’da oynanan oyun tam bir komedi ve tiyatrodur. İslam ülkeleri satranç tahtasının piyonları gibiler. Türkiye’de, 15 Temmuz darbe girişimine karşı halkın ve Cumhurbaşkanımızın göstermiş olduğu dik duruş sayesinde böyle bir piyon durumuna düşmekten son anda kurtuldu.
İngiliz siyaseti “radikal İslam”, “ılımlı İslam”, “Kuran İslam’ı” fikirleriyle, bin yıldır aynı ruh ve imanla çarpışan Müslüman inancını parça parça etti. İngiliz’in namlusu durumundaki ABD’nin uygulamaları sonucunda da son kırk yıldır Orta Doğu kan gölü hâlindedir.
Daha dün İran’la barış nutukları atan ABD, şimdi Suudilerin başını çektiği ittifakla Katar’ı vurdurmak istemektedir. Hedef ise hem İran hem Türkiye’dir. ABD, gerçekte kimin yanındadır? Hiç kimsenin. Katar burada yem durumundadır. Bu arada 15 Temmuz darbesi başarılı olsa, asıl hesabın Türkiye ile İran’ı karşı karşıya getirmek olduğu da hatırdan çıkarılmamalıdır. Katar ablukasına paralel olarak başlayan İran’daki patlamalar her şeyi izah etmiyor mu?
Burada çözüm bin yıllık devlet tecrübesiyle yine Türkiye’ye düşmektedir. Soğukkanlı, itidalli ve sabırlı bir biçimde liderlerle görüşerek hadiseyi sonlandırabilir. Şayet İslam ülkeleri oyun içinde oyunları çözebilirse bu kurşun, senaryoyu tertipleyenlere dönecektir.
Sabır acıdır ve fakat başarı sabırdadır. Ayrıca sabır, güzel bir elbisedir. Katar bu elbiseyi giyebilirse sonuç lehine tecelli edecektir. Türkiye de, Osmanlıdan bugüne sadık bir dost olan Katar’a sırtını dönemez. Katar Emiri söz dinlediği sürece, denge ve göz açma siyaseti ile Katar’ın yanından ayrılmamalı, İslam ülkeleri nezdinde girişimlerini etkili bir biçimde devam ettirmelidir.
Hayırlı sonuç inşallah İslam dünyasının olacaktır.
TEFEKKÜR
Yar odur ki bun deminde yar ola
Şadlıkta her kim ola yar ola
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
11.06.2017
Türkiye Gazetesi