Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakk’a dâvet eden, doğru yolu göstererek hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen âlim ve velîlerin yirmi yedincisidir. İsmi, Şemseddîn Habîbullah’tır. Hazret-i Ali’nin “radıyallahü anh” neslinden olup, seyyiddir. Yirmi sekiz batında hazret-i Ali’ye “radıyallahü anh” ulaşır. Babası Mirzâ Cân’dır. Bu isme izâfeten Cân-ı Cânân denilmiştir. 1699 (H.1111) veyâ 1701 senesinde Ramazân-ı şerîfin on birinde Cumâ günü doğdu ve 1781 (H. 1195) senesinde yine bir Cumâ günü Delhi’de şehit edildi. Kabri, Şâh Cihân Câmii yakınındaki Dergâh Câmiinde bulunan dört kabirden biridir.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, küçük yaşta ilim ve mârifet öğrenmeye ve çeşitli mahâretler kazanmaya başladı. İlim ve mârifetler yanında; çeşitli sanat ve fen ilimlerini de öğrendi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri on altı yaşındayken babası vefât etti. Vefâtından önce kendisine vasiyette bulunup; “Oğlum! Bütün vaktini, kemâlâtı yâni olgunlukları ve üstün dereceleri elde etmek için harca! Kıymetli ömrünü boş şeylerle geçirme!” dedi. Babasının vefâtından sonra bu vasiyetine uyarak ilim öğrenmeye ve öğrendikleriyle amel etmeye başladı. Kendisini tasavvuf yolunda yetiştirmek için nerede büyük bir zâtın haberini alsa, hemen ziyâretine gider, sohbetine katılırdı. Kelîmullah Çeştî, Şâh Muzaffer Kâdirî, Şâh Gulâm Muhammed Muvahhid, Mîr Hâşim Câliserî gibi velîlerin yanında ve daha pekçok büyük zâtın sohbetinde bulunarak kendini yetiştirdi.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri; tefsir ve hadis ilmini Hâcı Muhammed Efdal Siyalkûtî’den; Kur’ân-ı kerîm ilmini, Hâfız Abdürresûl Dehlevî’den ve Fârisî lisânını babasından tahsil etti. Bu arada İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden feyz alan Şeyh-üş-Şüyûh Muhammed Âbid hazretlerinin feyz saçan huzurlu sohbetlerine kavuştu. Bir zaman hizmetinde bulundu. Ayrıca Kâdirî, Çeştî ve Sühreverdî yollarında icâzet aldı. Daha sonra Seyyid Nûr Muhammed Bedevânî’nin sohbetlerine dört sene devâm ederek, yirmi iki yaşında halîfesi ve vâris-i ekmeli oldu. Tasavvufta Müceddidiyye yolunda yüksek derecelere kavuştu ve otuz yıl insanlara doğru yolu gösterdi. Ders ve sohbetlerine; âlimler, âmirler, velîler ve halk devâm edip, kendisinden çok feyz aldılar. Yetiştirdiği talebelerinin sayısı çoktur. Bunlardan ellisi, tasavvufta Makâmât-ı Ahmediyye denilen yüksek dereceye ulaşmıştır. Seyyid Abdullah-ı Dehlevî ve Muhammed Senâullah-i Osmânî Pâni-pütî Dehlevî talebelerinin meşhûrlarındandır. Abdullah-ı Dehlevî hocasından duyduklarını Makamât-ı Mazhariyye’sinde toplamış, Senâullah-i Pâni-pütî de hocasının ismine nisbetle Tefsîr-i Mazharî adlı bir tefsir yazmıştır.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri kemâl derecede zühd ve tevekkül sâhibiydi. Dünyâdan ve dünyâya düşkün olanlardan son derece sakınırdı. Kendisine verilmek istenen hediyeleri kabûl etmezdi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri hocalarına büyük bir muhabbet ve ihlâsla bağlıydı. Bilhassa İmâm-ı Rabbânî hazretlerine derin bir muhabbeti vardı. “Her neye kavuştuysam, hocalarıma olan muhabbetim sebebiyle kavuştum. Kulun amelleri nedir ki, Allahü teâlânın rızâsına kavuştursun! Fakat Allahü teâlânın rızâsına kavuşmuş ve makbûl kullarından olan zâtları sevmek, onlara muhabbet beslemek, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için en kuvvetli vâsıtadır.” buyurdu.
Şehitlik derecesine kavuşmayı çok arzu eden Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin, ömrünün son günlerinde huzûruna gelip gidenler iyice artmıştı. 1781 senesinin Muharrem ayının yedisinde Çarşamba gecesi kapısının önünde pekçok kimse toplanmıştı. Bunlar arasından üç kişi ısrarla içeri girmek istiyorlardı. Nihâyet izin alıp içeri girdiler. Bunlar Moğol ve Mecûsîydiler. Huzûruna girince; “Mazhar-ı Cân-ı Cânân sen misin?” dediler. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri de; “Evet benim.” buyurdu. Meğer bunlar Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerini, kasdedip, öldürmek üzere gelmişlerdi. İçlerinden biri üzerine hücûm edip hançer vurmaya başladı. Vurulan hançer darbesi kalbine yakın bir yere isâbet etmiş, ağır yaralanmış ve yere yıkılmıştı. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu hâliyle üç gün daha yaşadı. Yaralarından devamlı kan aktı. Üçüncü gün Cumâ günüydü. Öğle vakti ellerini açıp Fâtiha-i şerîfi okudu. İkindi vaktinde; “Günün bitmesine kaç saat vardır?” buyurdu. Dört saat vardır dediler. O gün hem Cumâ, hem de aşûre günüydü. Akşam olunca üç defâ derin nefes aldı ve şehit olarak vefât etti.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri buyurdu ki:
“Kim dünyâya düşkün olanlar arasına karışırsa, sohbetin bereketlerine ve tasavvufun nûrlarına kavuşamaz! Bir kimse dünyâya düşkün olanlar arasına ihtiyaç olduğu kadar karışır, hâlis niyetle ve bâtınî nisbetini muhâfaza ederek aralarında bulunursa zararı yoktur.”
“Dünyâ mel’ûndur ve dünyâda olan şeylerden Allah için yapılmayanlar da mel’ûndur. Allahü teâlânın sevgisiyle dünyâ sevgisi bir araya gelmez. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için mâsivâyı yâni Allahü teâlâdan başka her şeyi ve bütün maksatları terketmek lâzımdır.”
“Takvânın ve verânın yâni haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınmanın yolu, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme hakkıyla uymak ve O’nun bildirdiklerini candan kabul etmektir. Kendi hâlinizi, Kitap ve Sünnette bildirilen hususlar ile karşılaştırınız. Eğer, Kitap ve Sünnette bildirilen hususlara yâni dînin emirlerine uygunsa makbûldür. Uygun değilse merdûddur, reddedilecekdir. Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdı üzere olmak lâzımdır.”
“Evliyânın mezarlarını ziyâret edip, gönlü toplamak için feyz dilemelidir. Evliyânın büyüklerinin ruhlarına Fâtihâ ve salevât sevâbı göndererek, onları Allahü teâlâya kavuşmak için vesîle yapmalıdır. Zâhir ve bâtın saâdetlere, ancak onlar vâsıtasıyla kavuşulur.”
“Allahü teâlâya kavuşmak iki yolla olur! Birincisi Allahü teâlânın bütün emir ve yasaklarını eksiksiz yapmak, ikincisi Allahü teâlânın sevdiği bir kulunu çok sevmek, kurtuluşuna onu vesîle bilmektir. İkincisi yapılınca, emir ve yasaklar kolay gelir. Yapılan kusurlar da o büyüğün hürmetine affedilir. Böylece Allahü teâlâya daha kolay kavuşulur.”