Şeyh Sadi şöyle naklediyor:
Bir sene Belh’den, Hint hududundaki Şamiyan şehrine yolculuğa çıkmıştık. Yol, haramiler yüzünden tehlikede idi. Bir genç, kılavuz olarak bize yoldaş oldu. Kalkan oynar, mükemmel yay çekerdi. Silahşor olup son derece güçlü kuvvetli idi. On iki yiğit onun kemanını ancak kurabilirlerdi. Yeryüzünün pehlivanları sırtını yere getiremezlerdi. Fakat bu genç, naz, nimet içinde gölgede beslenmişti. Ne cihan görmüş, ne seyahat etmişti. Kahramanların davullarının gök gürültüsü onun kulağına değmemiş, atlıların kılıçlarının şimşeğini görmemişti. Düşmanla cebelleşmemiş, etrafına ok yağmuru yağmamıştı.
Kafilede, tevafuken bu genç benim önümde yürüyordu. Yolda önüne eski bir duvar gelse, pazusunun kuvvetiyle yıkardı. Ulu bir ağaç görse, pençesinin zoruyla kökünden koparırdı. Bir gün öğünerek şöyle söyledi:
“Fil nerede? Gelsin de omuz kemiği, pazu, boyun görsün! Arslan nerede? Gelsin de, yiğitlerin ellerini, pençelerini görsün!..”
Biz bu hâlde yol almakta idik, bir tepenin arkasından iki Hintli başlarını çıkardılar. Birisinin elinde bir sopa, ötekinin elinde uzun saplı bir çekiç vardı. Üzerimize doğru geldiklerinde genç arkadaşa:
“Ne duruyorsun? İşte erlik demidir, yiğitlikten, güçten, kuvvetten nen varsa, göster. İşte düşman kendi ayağıyla mezara gelmiştir göster kendini!” dedim.
Bir de gördüm ki, gencin elinden ok ile yay düştü, titremeye başladı.
Zırh delen ok ile kılı yarabilen her kimse,
Zorlu yiğitler hamle ettiklerinde, sebat edemez.
Ağır işlere, iş görmüş yiğitleri gönder ki,
Kükremiş arslanı kemendinin büklümü altına getire…
Neticede biz eşyamızı, silâhımızı, elbisemizi bırakarak canımızı kurtarmaya mecbur olduk.
Genç kimse, her ne kadar boynu kuvvetli, fil vücutlu olsa da düşmanın cenginde korkudan kösteği kırmıştı.
Şeriat meselesini nasıl âlimler bilirse, harp işini de savaşı görmüş insan bilir…
Terbiye olmazsa er kaba olur!
Geçen hafta Cuma Divanı’nda, “İslam düşüncesi” ne demektir ve Fazlurrahman hakkında birkaç kelam ettik. Birileri hemen kaleme kâğıda sarıldı ve köşelerinden hakarete, suizanna ve iftiraya başladılar.
Bunlardan bir tanesinin ta “Kutlu Doğum Haftası”ndan içinde ukde kalmıştı. Belli ki fırsat kollamaktaydı. Nihayet eline fırsat geçtiğini düşünmüş olmalı ki bir taraftan “Zaten amaaaaan, bana neyse”, demiş bir taraftan ise balta, satır, bıçak ne bulduysa saldırmış.
Hiç alakası olmadığı hâlde müzikten başlamış, Profesörlüğümle devam etmiş, felsefe ile bitirmiş. Tabii bize her saldıranın yaptığı gibi aklınca aşağılamak üzere, cahil diyecekmiş ama Profesörlük titrimiz sebebi ile diyememiş, buna karşılık “beybaba” gibi yerine göre hafifmeşrep kelimelerle hitap etmeyi de ihmal etmemiş.
Eskiler okula gittiklerinde önce edep ve erkân öğretirlerdi. Âlim ve velilerin hayatlarından örnekler sunarlardı. Maalesef günümüzde bunları bilmeyenler muhatabını hemen aşağılamanın “ona şöyle okkalı hakaret-âmiz bir söz söyleyeyim” demenin derdine düşüyor. Bilmiyor ki sadece kendi ahlakını, seviyesini, idrakini ortaya koyuyor. Kutadgu Bilig‘de bilgi sahipleri anlatılırken şöyle denilmektedir:
Terbiyeli nazik uysal olmalı
Uysallıkla türlü bilgi bilmeli
Terbiye olmazsa er kaba olur
Terbiyeyle insan dürüstlük bulur
Zekâ ile olsa insanda bilgi
Bu bilgiyle değer her işe eli
Akıl ile anla bilgi ile bil
Günün kutlu olsun yıllarca sevil
Eskiden ulular meclisinde, bilip bilmeden ortaya atılıp, yalan yanlış konuşan gence; “Sus Ham-oğlan, dinle ve öğren” derlerdi!
Onlar nerede, bunlar nerede?
Bizim Hamo-ğlan’ın da hakkımda yaptığı bir suizandan sonra güya verdiği cevaba değineceğim. “Çıktığım canlı yayınlarda adımın önüne “Prof. Dr. yazmayı unutsalar stüdyoyu insanların başına yıkarmışım!..”
Adama “yort savul” derler. Senin çıktığın kanal da dâhil onlarca TV’de yüzlerce programa katılmış birisiyim. Şu söylediğin sözü birisi tasdik ederse kalemimi kırarım. İftira veya suizan sizin mahallede bu kadar kolay mı? Bir de misal gösterseydin olmaz mıydı?
Edebiyat edep demektir. Önce edebi gözetmek gerekmez mi?
Gelelim “İslam düşüncesi” ve “İslam’da felsefe olmaz” sözüme cevabına. Yine bana isnatla, “Sen şimdi nasılsa İbn Rüşd’e, Farabi’ye İbn Sina’ya kâfir diyorsundur. Dolayısıyla örneği oralardan vermeyeyim. İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani, Ebussuud Efendi, İmam-ı Maturidi gibi muhtemelen senin de kıymet verdiğin dev gibi adamların iştigal ettiği ana alan İslam düşüncesidir” demiş.
Buyurun aklınca yargıladığı hocayı “beybaba” diyerek küçümseyen Ham-oğlan’ın ilmine ve düşüncesine! Bunların fikri bu ise zikri ne olur acaba? İbni Rüşd, Farabi ve İbni Sina ile İmam-ı Gazali, İmam-Rabbani ve Ebussuud Efendi’yi yan yana koyanlara ne derler? Hiç müsta’mel su ile zemzem bir tutulur mu? Siz hiç mi okumaz, araştırmazsınız?
Bak misal verdiğin İmam-ı Rabbani hazretleri ne diyor dinlesene:
“Dinde felsefenin çoğu ahmaklıktır. Çoğu ahmaklık olanın tamamı ahmaklıktır.” Büyük imam bir mektubunda ise şunları yazıyor:
“Dini, bir felsefe düşünce olarak görmek, dinin kaynağının insanlar olduğuna inanmak demektir. Hâlbuki İslamiyet, insanları ebedi saadete götürmek için Allahü teâlâ tarafından gösterilen yoldur. Demek ki dinin sahibi Allahü teâlâdır. Cenab-ı Hakk’ın bildirdiği bir sisteme ‘düşünce’, ‘felsefe’ demek çok yanlış olur. Düşünme fikir insanlara mahsus şeylerdir.”
İmam-ı Gazali ise “bana kâfir dersin” diyerek atfettiğin İbni Sina, Farabi ve İbni Rüşd gibi felsefeciler hakkında neler yazdı şimdi de onları öğren bakalım:
“Felsefecilerin en çok yanıldıkları meseleler, ilahiyat sahasındadır. Mantık ilminde burhan, yani kesin delil için kabul ettikleri şartlara uymadılar. Bu sebeple, felsefeciler arasında bu sahada, pek çok ayrılıklar çıktı, İbni Sina ve Farabi gibi felsefeciler yirmi hususta hata etmişlerdir. Bunlardan üçünde küfre düştüler on yedisinde ise bid’at ehli oldular. Onların bu yirmi meseledeki yanlış düşüncelerini yıkmak için, Tehâfütü’l-Felâsife kitabını yazdım. Küfre düştükleri üç meselede bütün Müslümanlara muhalefet etmişlerdir. Bunlar:
Birincisi: İnsanlar öldükten sonra cesetleri tekrar dirilmez. Mükâfat ve cezâ görecek olanlar sâdece ruhlardır. Azaplar ruhlara olup, bedenlere değildir. Ruhun azap duyacağını söylemelerinde isabet etmişlerdir. Çünkü ruhlar da bedenler gibi azap görecektir. Fakat cesetlerin tekrar dirileceğini inkârla hata etmişlerdir. Bu sözleriyle İslamiyet’e inanmamış oldular ve küfre düştüler.
İkincisi: Allahü teâlâ, külliyâtı bilir, cüz’iyyâtı bilmez, dediler. Bu da apaçık küfrdür. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyurdu: (… Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey, Rabbinizden gizli kalmaz…) [Yunus sûresi: 61. âyet]
Üçüncüsü: Felsefeciler, âlem ezelî ve ebedîdir diye inanmışlardır. Âlemin sonradan yaratıldığına ve sonunun geleceğine inanmamışlardır.
Müslümanlardan hiçbiri, bu üç meseleyi bu şekilde kabul etmemişlerdir.” (İmam-ı Gazali, El-münkızü mined-dalâl, s. 16)
Diğer mevzulara şimdilik girmiyorum.
Demek ki İbni Sina, Farabi ve İbni Rüşd gibi düşünür ve felsefecileri belli meselelerde küfürle itham eden -Ham-oğlan’ın ifade ettiği gibi- ben değil, onun dev gibi âlimler diyerek belirttiği ve benim onun sözüyle “muhtemelen” değil, doğrudan dinde senet kabul ettiğim âlimler imiş.
Şayet o âlimler bugün yaşamış olsalardı Ham-oğlan ve benzerleri onlara ne derlerdi acaba?
TEFEKKÜR
Sen akla uyup gezme Felâtûn dahi bilmez
Humhâne-i dehrin nice hikmet var içinde
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
14.12.2018
Türkiye Gazetesi
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-ahmet-simsirgil/605591.aspx