İslâm âlimlerinin ve evliyânın büyüklerinden. Asıl adı Muhammed’dir. Lakabı Celâleddîn olup, Anadolu’ya gelip yerleştiği için, Rûmî diye anılmıştır. Ayrıca, Molla Hünkâr, Hüdâvendigâr, Sultân-ül-âşikîn, Sultân-ül-Mahbûbîn, Mollay-ı Rûm gibi lakablarla da anılmış olup, Mevlânâ diye meşhûr olmuştur. Mevlânâ, efendimiz demektir. Soyundan gelenlere Çelebi denmektedir. Babası Sultân-ül-ulemâ Muhammed Behâeddîn Veled, annesi Mü’mine Hâtun’dur. Soyu baba tarafından hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk’a “radıyallahü anh”, anne tarafından İbrâhim Edhem hazretlerine “rahmeetullahi aleyh” ulaşmaktadır. 1207 (H.604) senesinde Belh şehrinde doğdu. 1273 (H. 672) senesinde Konya’da vefât etti.
Babası Sultân-ül-ulemâ Muhammed Behâeddîn Veled’in bâzı sebeplerle, kendisine bağlı olan üç yüz kişiyle birlikte Belh’ten ayrıldığı sırada beş yaşındaydı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî; âilesiyle birlikte Nişâbûr, Bağdat, Hicâz, Şam ve Anadolu’nun çeşitli şehirlerine gitti. Nişâbur’da bulundukları sırada Ferîdüddîn-i Attâr hazretleri Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’deki yüksek kâbiliyleti görüp; “Bu çocukta bir Nûr-i ilâhî ve yaratılışında bir istîdâd var” diyerek meşhûr ve kıymetli kitabı Esrârnâme’nin veya Mantık-ut-Tayr’ın bir nüshasını kendisine hediye etti. Yedi sene müddetle Lârende’de (Karaman) ikâmet etti. Bu seyâhatler sırasında babasından her çeşit ilmi tahsil etti. Şam’da bulundukları sırada Şeyh Muhyiddîn-i Arabî, Şeyh Sâdeddîn Hamevî, Osman Rûmî gibi âlimlerin sohbetlerinde bulunup, onların ilim ve iltifâtlarına kavuştu. Babasının ölümüne kadar lügat (dil) ve Arabî ilimlerden çeşitli ilimleri tahsil etti. Tefsîr, hadîs, fıkıh, mantık, usûl, meânî, edebiyât, matematik, fen ve tıb gibi pekçok zâhirî ilimlerde mütehassıs oldu. Ayrıca Şam’da bulunduğu sırada Mevlânâ Kemâleddîn bin Adîm’den de ders aldı. Sultân-ül-ulemâ Muhammed Behâüddîn Veled’in vefâtından sonra ders okutmaya başladıysa da, babasının Seyyid Burhâneddîn Tirmizî’ye mânevî işâreti üzerine ledünnî yâni mânevî ilimleri ondan öğrenmeye başladı. Seyyid Burhâneddîn Tirmizî’nin hizmetinde bulunup riyâzet (nefsin istediklerini yapmamak)ve mücâhede yaparak (nefsin istemediklerini yaparak) tasavvufta yüksek makamlara ulaştı. Ayrıca Hızır aleyhisselâmdan da mânevî olarak istifâde etti. Dokuz sene müddetle Seyyid Burhâneddîn Tirmizî’nin hizmetinde bulunan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Seyyid Burhâneddîn Tirmizî’nin Kayseri’ye dönüşünden sonra Konya’da binlerce talebeye ilim öğretti. İlim ve irfan kaynağı olup, pekçok talebe yetiştirdi. Bu sıralarda Kayseri’de Seyyid Burhâneddîn Tirmizî vefât etmiş, Celâleddîn-i Rûmî ilim öğretmekle meşgulken, Şems-i Tebrizî Konya’ya gelmişti. Celâleddîn-i Rûmî, Şems-i Tebrizî ile altı ay kadar birlikte kalıp, sohbet etti. Zikr ve ibâdetle meşgul oldu. Bu hâl bâzılarının hasedine, kıskançlığına sebep oldu ve; “Şems-i Tebrizî Mevlânâ’ya tedrisât, yâni ders okutmayı terk ettirdi” gibi dedikoduların yayılmasına yol açtı. Bunun üzerine Şems-i Tebrizî Konya’yı terk ederek Şam tarafına gitti. Celâleddîn-i Rûmî, Şems’in ayrılığına dayanamayıp, onun gelmesini ricâ etmek üzere oğlu Sultan Veled’i Şam’a gönderdi. Şems bu ricâya dayanamayıp, Konya’ya döndü. 1247 (H.645) senesinde bir gece Celâleddîn-i Rûmî ile otururken yedi kişi gelip Şems-i Tebrizî’yi dışarı çağırdılar ve şehit ettiler. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî bunun üzerine Şems-i Tebrizî’ye karşı olan muhabbetini de işlediği kırk sekiz bin beytlik Dîvân-ı Kebîr’i yazmaya başladı. Bu dîvânı Şems’e izâfeten Dîvân-ı Şems diye de anılmıştır. Daha sonra müridlerinden Selâhaddîn Zerkûb-i Konevî’yi kendine yakın olarak seçti. Onun vefâtından sonra da Çelebi Hüsâmeddîn’i halîfe seçti. Bu sırada meşhûr eseri Mesnevî’yi yazdı. Nihâyet bir sonbahar mevsiminde 1273 (H.672) senesi Cemâziyel-âhir ayının beşinci Pazar (17 Aralık) günü vefât etti. Cenâze namazını Sadreddîn-i Konevî hazretleri kıldırdı. Bugünkü türbesinin bulunduğu yere defnedildi. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin vefâtından sonra yerine Çelebi Hüsâmeddîn geçti ve halîfeliği on iki yıl sürdü. Onun ölümü üzerine, yerine Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin oğlu Sultan Veled postnişin oldu.
Celâleddîn-i Rûmî hazretleri, sıdk-ı tâm (en mükemmel, noksansız bağlılık) yönünden aşkın sonuna ulaşmış bir velî olarak, istirâhat ettiği ve uyku uyudukları görülmemiştir. Açlığı son haddine ulaşmıştır. “Tamam kırk sene benim mîdemde bir gece taam (yemek) bulunmadı.” buyurmuştur. En çok iftâr yemeği on lokmayı geçmemiştir. “Sînemde bir ejderha vardır, onun gıdâya tahammülü yoktur” demiştir. “Oruç sofrası, sırrın sevdâsını artırır, lâkin böyle bir sofradan Allahü teâlâya büsbütün bağlanmış olan sâdık kullar yed-i beyzâ bulurlar” demiştir. Onun için hakîkî oruç, Allahü teâlâdan başka her şeyi terk etmek olup, kendisinde hâsıl olmuş bir hâldir.
Namazda tam bir huşû (Allah korkusu) üzere bulunur ve tamâmen Hakk’ın sıfatları ile bulunmayı elde ederlerdi. “Namaz, Allahü teâlâya kavuşmadır. Fakat bu kavuşmanın ne şekilde olduğunu zâhir ehli bilmez” buyurmuştur. Bu yüzden; “Mihrâbı, dost cemâli olan kimse için yüz çeşit namaz, rükû ve sücûd vardır” demiştir.
Verâ ve takvâsı (şüpheli ve haramlardan kaçması) o dereceydi ki, lisâna gelmezdi (açıklamaya sığmazdı). “Takvâ, nefse âit zevkleri terk etmektir.” buyurmuştur.
Mevlânâ Celâledddîn-i Rûmî, her şeyden önce olgun, âlim ve velî bir Müslümandır. Onun, başkalarını, doğudan ve batıdan çeşitli din, mezhep, meşrep sâhibi kimseleri kendisine hayran bırakan merhâmeti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, mensub olduğu İslâm dîninin yüksek ahlâk telakkîsinden bâzı nümûnelerdir. Onda bunlardan başka İslâm ahlâkının diğer hususları da kemâl derecede mevcuttur. Bunların hepsini saymak, İslâmiyeti tam olarak anlamak ve anlatmakla mümkün olur. Hazret-i Mevlânâ’yı yalnız bir mütefekkir, şâir, hümanist gibi düşünmek ve öylece anlamaya çalışmak asıl varlığı bırakıp herhangi bir özelliği içinde sıkışıp kalmaya benzer. Bu ise, en azından Mevlânâ’yı çok eksik ve yarım anlamaya, hattâ hiç anlamamaya sebep olabilir. Nitekim hazret-i Mevlânâ’yı, sözlerini, yolunu anlamanın anahtarını kendisi bir rubâisinde şöyle dile getirmektedir:
“Ben sağ olduğum müddetçe Kur’ân’ın kölesiyim.
Ben Muhammed muhtârın yolunun tozuyum.
Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse;
Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de bîzârım.”
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, tasavvuf deryâsına dalmış bir Hak âşığıdır. İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasîhatleri bu deryâdan saçılan hikmet damlalarıdır. O, bir tarîkat kurucusu değildir. Yeni usûller ve ibâdet şekilleri ihdâs etmemiştir. Ney, rebap, tambur gibi çeşitli çalgı âletleri çalınarak yapılan törenler ve âyinler, ilk defâ on beşinci yüzyılda ortaya çıkmıştır. İlk mevlevî bestelerinin bestelenmesi de aynı zamâna rastlar. Bu târih, Mevlânâ hazretlerinin yaşadığı devirden 3-4 asır sonradır. Onun Mesnevî’sinde geçen “Ney” kelimesi bâzı edebiyâtçılar tarafından çalgı âleti olan ney şeklinde düşünüldüğü için yanlış olarak kendisinin ney çaldığı veya dinlediği sanılmıştır.
Hâlbuki Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ney ve dümbelek çalmadı. Dönmedi, raks etmedi. Bunları sonra gelenler uydurdu. Yirmi dört binden ziyâde beytiyle dünyâya nûr saçan Mesnevî’sine, her memlekette, birçok dillerde şerhler, açıklamalar yapılmıştır. Bunların en kıymetlisi Mevlânâ Câmi’nin kitabı olup, bunun da birçok şerhleri vardır. Türkçe şerhlerinden, Ankara vâlisi Âbidin Paşanın şerhi çok kıymetlidir. Âbidin Paşa bu şerhinde, ney’in, insan-ı kâmil olduğunu dokuz türlü ispat etmektedir. Ney’in üç mânâsı vardır. Birincisi, İslâm dîninde yetişen kâmil, yüksek insan demektir. İkincisi Fârisî dilinde, yok demektir. Ney’in üçüncü mânâsı ise, kamış kalem demektir ki, bundan da insan-ı kâmil işâret edilmektedir. (Bkz. Nihâd S. Banarlı-Resimli Türk Edebiyâtı Târihi 1.c., s.316)
Mevlevîlik, sonraları din bilgisi olmayan câhillerin eline düştüğünden, ney’i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmaya, dönmeye başlamışlar. İbâdete İslâm dîninin yasak ettiği çirkin şeyler karıştırmışlardır. İslâmiyetin beğenmediği böyle şeyleri hazret-i Mevlânâ’nın yapması mümkün değildir. Ney çalmak, oynamak, zıplamak şöyle dursun, Celâleddîn-i Rûmî hazretleri yüksek sesle zikir bile yapmadı. Nitekim Mesnevî’sinde:
“Pes zî cân kün, vasl-ı Cânân-râ taleb
Bî leb-ü gâm mîgû nâm-ı rab.”
buyurmaktadır. Yâni “O hâlde, sevgiliye kavuşmağı, cân-u gönülden iste. Dudağını ve damağını oynatmadan, Rabbinin ismini kalbinden söyle” demektedir.
Bugün, bu tasavvuf üstâdının türbesine sonradan konan çalgı âletlerini, işin hakîkatını bilmeyenler, bu zâtın çaldığını zannetmektedirler. O hakîkat güneşini yakından tanıyanlar, bunlara îtibâr etmez. Zâten bu büyükler, şüpheli şeylerden kaçtıkları gibi, mubahları bile sınırlı ve ölçülü kullanmışlardır. Bu durumda mûsikîyle meşgûl olmak, değil hazret-i Mevlânâ’yı, onun tâbi olduğu din büyüklerini de tanımamak ve onlara iftirâ etmek demektir.
O büyük âlimin hikmet dolu sözlerinden bâzıları şunlardır:
Sünnet-i seniyyeye harfiyen uymak lâzımdır.
Helâl kazanıp helâlden yemeli, giyinmeli, çalışmalıdır. Her hareketi Resûlullah’a aleyhisselâm uydurmalıdır.
Dargınlar barışmalıdır. Önce davranan önce Cennete girer.
Tenhâda, yalnız kalınca da günâhtan sakınmalıdır.
Nefsi mağlup etmek için, onu rahatsız etmelidir. İstediği şeyi vermemelidir. En tesirlisi, gündüzleri oruç tutmak, geceleri az uyuyup namaz kılmaktır.
Az konuşmalıdır. Altı yerde dünyâ kelâmıyla meşgûl olanın, otuz yıllık kabul olmuş ibâdeti red olunur. Bu konuşma yerleri: Mescidler, ilim meclisleri, ölü yanı, kabristanlar, ezân okunurken ve Kur’ân-ı kerîm okunurkendir.
Göllenmiş at idrarında yüzen saman çöpüne konan sinek, idrar birikintisini deryâ, saman çöpünü gemi, kendini de kaptân-ı deryâ sanır.
Mevlânâ ezân sesini duyduğu zaman ya dizleri üzerine oturur veya ayağa kalkarak ezân bitinceye kadar o vaziyetini hiç bozmazdı.
Büyük âlim Abdullah-ı Dehlevî hazretleri; “Üç kitabın eşi yoktur. Bunlar, Kur’ân-ı kerîm, Buhârîy-i şerîf ve Mesnevî’dir buyurdu. Yâni evliyâlık yolunun kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü Mesnevî’dir. Fakat evliyâlık ve nübüvvet kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât kitâbıdır. Mesnevî’de 24 bin, Dîvân’da 48 bin beyt bulunmaktadır.
Mesnevî’sinden başka Dîvân-ı Kebîr, Fîhî Mâfih, Dîvân-ı Rubâiyât, Mektûbât, Mecâlis-i Seb’a gibi kıymetli eserleri de vardır.
Kaynak: Yeni Rehber Ansiklopedisi Cilt 13