Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor;
Mekânı bir satıh, zamanı vehim.
Bütün bir kâinat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.
Buhran geçirmek, iç sıkıntısı yaşamak muhakkak ki bir üzüntünün, kederin, elemin dışa vurmasıdır. Peki doğru bir sözden dolayı insanlar neden buhran geçirirler. Neden perişan olurlar. Anlamak mümkün müdür acaba?
Maalesef son zamanlarda fazlasıyla bu duruma şahit oluyoruz. Uzun süredir gündemimizi meşgul eden ve daha çok meşgul edecek olan bir dizi var. Tarihimizin en önemli bir kesitini konu edinen ve “Muhteşem” denilen bir dönemine ışık tuttuklarını zanneden dizi hakkında Başbakanımızın gösterdiği reaksiyon yazılı ve görsel medyada yeniden tartışmalara neden oldu.
Açıkçası bu konu üzerindeki tartışma programlarını ibretle izlemekteyim. Her köşe yazarı, her sanatçı, her eli kalem tutan tarihçi oldu. Bu beyefendiler söze genellikle “efendim tabi ki bu dizi de çok hatalı noktalar var” diyerek başlamaktalar. Ardından diziden maksadın bir eğlence olduğu, insanların eğlenme aracına dokunulmaması gerektiği neticede bunun bir kurgu olduğu, senaryo olduğu ve daha bilmem ne gerekçeler ifade edilerek aman sakın devam etsin teraneleri okunuyor.
Sonra da başbakan ele alınıp “efendim nasıl yargıyı göreve davet edebilir, nasıl bir başbakan sanata diziye müdahalede bulunabilir, yargıyı yönlendirebilir” gibi ifadelerle saldırıya geçiliyor.
Şimdi birinci cümleden ele alalım. Efendim dizi de çok hatalar varmış. Ne hazindir ki hangi hatalar var diye soran hiç yok. Hatalarını söyler misin diyen yok! Sorsalar ne cevap verecekler bilemiyorum. Ancak şunu çok iyi biliyorum ki bunlar dizideki hataların ne olduğunu falan bilmezler (şaşı bakarak bilmeleri mümkün mü?). Bu sözleri ve ifadeleri konuşmalarına dayanak ve ahmak aldatmak için söylenmiş cümleler. Başbakanın otuz yıl at üstünden inmeyen padişah sözünün ihtiva ettiği mecazi anlamı dahi bilemeyip atının üstünde geçirdiği günleri saymaya çalışan bir zihniyet var karşımızda. Oysa bugünkü Türkiye büyüklüğünde dokuz Türkiye toprağını Osmanlı Devletine kazandıran bir padişahı iyi anlamamız gerektiğini, haremden çıkmayan bir padişahın bu işleri nasıl yapacağını sorgulayan bir başbakan vardı karşımızda.
Öte yandan siz, dizideki tarih hatalarını saymaya başlarsanız, evet çok hata var diye konuşan zevat öylesine rahatsız olur ki şaşırırsınız. Asla söylenmesine tahammül edemezler ve iç buhranları geçirmeye başlarlar. Ne oldu? Ocağı mı söndü? Evi mi çöktü? Babası dünyasını mı değiştirdi acaba dersiniz. Gerçek şu ki bunlar Osmanlıya düşmandır. İnancına, yaşayışına, ahlakına, eserlerine, düşmandır. Doğruların ifade edilmesine dahi katlanamazlar.
Nitekim derhal iki asırlık beylik saldırılarla, makinalı tüfek atışı gibi atışa başlarlar. Kardeş katilleri, harem hayatı, cariyeler, av seyahatleri. Durduramazsınız. Hepsine cevap vermenizde güçtür. Saatler gerekir. Ayrıca dinlemezler de. Neticede kahraman edasıyla ve sizi susturmuş olmanın verdiği hazla teselli bulurlar.
Geçenlerde benim bir TV kanalında (TV8 – Haberaktif), tartışma programında ki konuşmamı, bir hafta sonra başka bir kanalda meşhur bir tiyatrocumuz tenkit ediyordu. Bir taraftan tarihi çok iyi bildiğini ifade ederken diğer taraftan benim Hurrem Sultan hakkında anlattığım bilgilerin yanlışlığına vurgu yaparak, bu anlatılanları hiç işitmediğini söylüyordu. Tabi karşısındaki sunucu olan zat bir kez olsun nerede hata yaptı diye sormadı. Ne yanlışı vardı demedi.
Oysa malum dizi yayıma girmeden “Biz bu diziyi çekmeden önce üç yıl araştırma yaptık, Venedik arşivlerine kadar inceledik” diyenler üç ay geçmeden her bölümün başına bu bir kurgudur, gerçekle ilgisi yoktur diye yazmadılar mı?
Gerçekle ilgisi yok ise gerçek kişilerin ismini nasıl kullanırsın diye soran RTÜK ve yetkili bir merci yok maalesef. İşte Başbakan bu noktada insani bir refleksle feryat ediyor. Tarihini ve ecdadını seven her kişinin de buna destek vermesi gerekir.
Bir ilim adamı olarak makalemde ve konferanslarımda bu dizinin doğru tek bir karesinin olmadığını defalarca söyledim ve söyleyeceğim. Daha birinci bölümünün birinci karesinde dizinin otuz sekiz senesinin bittiğini de ispat ettim. Henüz bir tek cevap çıkmadı. Çıkması da mümkün değildir.
Aslında eskiler insanın önce kendisini tanımasını isterlerdi. İnsanın kendisini tanımadan, eksiğini noksanını bilmeden bir konuda ahkâm kesmesi, fikir serdetmesi aslında büyük bir talihsizliktir.
Yunus Emre’nin dediği gibi:
Herbirşeyden yeğrektir
Kişi bile kendüzin
Kendüzin bilen kişi
Kamulardan ol güzin
İnsanın kendisini tanıması her şeyden önemli ve iyidir. Zira kendisini tanıyan ve bilen kişi diğerlerinden öndedir.
Âlim cahili tanır zira cahillik evvelce başından geçti. Cahilin ise âlimi anlaması mümkün değildir. Zira onu hiç tanımadı. Şu aydın geçinen cahillerden çektiği kadar hiçbir şeyden çekmedi bu millet. Özellikle bir şeyi bilince her şeyi bildiğini zanneden cahillerden. Hâlbuki eskiler bin bilsen de bir bilene danış derlerdi.
Şu son tartışmaların sonucunda tarihinden kültüründen koparılan bir milletin nasıl bir buhran yaşadığına da şahit oluyoruz galiba.
Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL