1299’da Söğüt ve Domaniç gibi iki küçük beldede temeli atılan Osmanlı Beyliği, yarım asır sonra 1352’de Çimbi Hisarı mevkiinde Rumeli’ye ayak basıyor ve ilk kez Doğu Avrupa kıtasında kalıcı olarak ezanlar okunmaya başlıyordu…
Kısa sürede Gelibolu’dan Edirne’ye, Gümülcine’den Filibe’ye kadar Rumeli’de büyük fetihler gerçekleştiren bu yeni Türk devleti ordusu, Haçlılar karşısında ilk ciddi sınavını 1389’da Kosova’da verecekti. Sırp, Bosna, Bulgar, Ulah, Hırvat ve Macar birliklerinin meydana getirdiği Haçlı gücü yüz yirmi bin kişi civarındaydı. Osmanlı birlikleri ise en iyimser tahminle altmış bin kişi kadardı…
Kosova’da büyük bir zafere imza atan Osmanlılar, yedi sene sonra bu kez de Niğbolu’da büyük bir haçlı gücünü karşılarında buldular (1396).
Bu defa Macarların yanında Fransa, Almanya, İngiltere, İspanya, Eflak, Lehistan, Çek, Norveç, İskoçya ve İtalyan krallıkları, Papalık askerleri Rodos ve Tölon şövalyeleri de ittifakta yer almışlardı. Bir anlamda bütün Avrupa, Türkler üzerine yürümüştü…
Yüz kırk bin kişilik haçlı birliklerinin karşısında Yıldırım Bayezid Han komutasında altmış bin kişilik Osmanlı ordusu bulunuyordu… Osmanlılar bir kez daha Haçlıları dağıtacaklardı. Bu arada İstanbul dört kez kuşatılmış fakat düşürülememişti.
Ancak Batı’daki bu ilerleyiş Doğu’dan gelen bir darbe ile durdurulacaktı.
Doğunun büyük hakanı Emîr Timur, Ankara Savaşı’nda Osmanlılara ağır bir darbe indirdiğinde yeni güçlenen devlet, ağır bir yara alacaktı (1402).
Öyle ki, sağlanmış bulunan Anadolu birliğinin parçalanması yanında Osmanlı Devleti de üçe bölünmüştü.
Bu toparlanma süreci tam on bir seneye mal olacaktı. Bir anlamda devlet yıkılmanın eşiğinden dönmüş bulunuyordu.
Buna rağmen Osmanlılar, 1444 yılında Varna ve 1448 yılında İkinci Kosova Savaşlarında Haçlılara karşı ezici zaferlere imza atacak ve Avrupa’da varlığını pekiştirecekti.
1402’de Ankara’da yediği büyük darbenin üzerinden yarım asır geçtiğinde Osmanlılar bir kez daha bin yıllık Doğu Roma İmparatorluğu’nun üzerine yürüyorlardı. Devletin başında ise 21 yaşında bir genç II. Mehmed Han vardı.
Çandarlı ve ekibinin karşı çıkmasına rağmen büyük bir kararlılıkla bin yıldır aşılamayan ve aşılmaz denilen surlarla çevrili İstanbul’u karadan ve denizden çember içine aldı…
Elli üç gün büyük bir azim ve cesaretle hücumlarını tazeledi. Bütün olumsuzluklara karşı yılmadan usanmadan çözüm üreterek büyük zafere ulaştı…
İstanbul’a girdiği zaman ilk vardığı mekân Ayasofya olmuştu.
Genç padişah Ayasofya’nın perişan hâlini gördüğünde kahrolmuştu.
Zira 1204 Latin istilasının korkunç tahribatı hâlâ üzerinde duruyordu.
O Ayasofya’yı cami yaparken çağlar ötesine taşıyacak bakım ve onarımını da üstleniyordu. Zengin vakıflar bağışlamak suretiyle kıyamete kadar yaşatacak imkânı da veriyordu.
İlk padişahından, İstanbul’un fatihi II. Mehmed Han’a gelinceye kadar; Kosova’da, Niğbolu’da Varna’da ve feth-i mübinde güvendikleri tek sığınak vardı. O, Yüce Yaradan idi.
Nitekim Fatih, Ayasofya’da ellerini açarak “Hüdaya! Padişaha! Çün sağir ü kebir ve şah u vezir hiç kimse baki kalmaz. Sana binlerce minnet ki ben kulunu bunun gibi bir feth-i azime sebep kıldın” diyerek gözyaşı dökmüştü…
İçerideki bu kin ve korkaklık neden?
1934 yılında niçin ve nasıl olduğu tartışmalı bir kararname ile müzeye dönüştürülen Ayasofya, 86 yıl sonra yeniden camiye çevrilmek üzere Türkiye’nin gündemine oturdu.
Aslında böyle bir durumun başta Ortodoks dünyası olmak üzere Batı’yı rahatsız etmesi beklenirdi. Ancak şaşılacak bir biçimde en büyük tepki, içimizden geldi!..
Sosyal medyadaki FETÖ, PKK ve CHP’li bir kısım hesapları açıkçası fazla dikkate alacak değilim. Zira bunların nasıl bir satılmışlık içerisinde olduğu bellidir.
Hatta CHP’li bazı siyasilerin, “Ayasofya yetmez, Sultanahmed Camii de müze olsun” çıkışına da açıkçası şaşırmadım.
Zira İstanbul belediye seçimini kazandıklarında en fazla Yunanlıların sevinmelerinden kimlere hizmet edecekleri anlaşılıyordu.
Nitekim seçilen belediye başkanı da İstanbul fethinin 567. yıl dönümü vesilesiyle Fatih’in türbesine gittiğinde, eli arkada gezerek ancak Yunanlı generallerin gösterebileceği bir tavrı sergiledi.
Sorarım size Fatih’in merkadinde böyle bir tavır ve Sultanahmet Camii’nin müze olması söylemi kimin aklına gelebilirdi?
Ancak İstanbul’u işgal edecek birliklerin düşüneceği bu hareket tarzının bu ülkenin idaresine talip olanlardan sadır olması nasıl izah edilebilir?
Buna karşılık Davutoğlu ve Babacan gibi yıllardır sağda görev yapmış siyasilerin, Ortaylı vb. akademisyenlerin, Taha Akyol gibi düşünürlerin hadiseyi siyaset malzemesi görerek karşı çıkmaları ve “aman dikkat dünyayı gücendirmeyelim” beyanatları da oldukça düşündürücüdür.
Bu tavırları maalesef çevremde de sık sık duymaktayım.
1402 Ankara Savaşı’nda parçalanmanın eşiğine gelmiş bir Osmanlı, yarım asır sonra 1453 yılında bin yıllık bir imparatorluğa son verip İstanbul’a sahip olup Ayasofya’yı cami yaparken müthiş bir kendine güven ve vakarı yaşıyordu.
100 yıllık Cumhuriyetin evlatlarının ve bazı siyasilerinin ise korkudan ödü kopuyor!.. Bu milletin kalbine bu korkuyu ve endişeyi kim yerleştirdi?
Hâlâ Batı’dan medet ummak nasıl bir eğitimle şırıngalandı?
Seni ve evlatlarını Yunan’dan çekinecek ve Batı’nın uşağı yapacak dereceye kim düşürdü?
Behey koca Türk! Biraz tarihinden ders ve ibret al. O şanlı ecdadını tanı ve kendine gel! Rabbine güven!
Gözle görülmeyen bir virüsün diz çöktürdüğü Hıristiyan âleminden değil, Allah’tan kork!
O Batı ki gün oldu senin evlatlarını yıllarca sağ ve sol diye kırdırdı.
Gün oldu Türk-Kürt diye arana nifaklar soktu. PKK’yı başına bela etti.
Gün oldu Alevi-Sünni diye kapıştırdı…
15 Temmuz’da ne yiğit evlatlarını toprağa verdin. Başarılı olsalar belki on beş milyon evladını yitirecektin. Merhum Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun dediği gibi:
Bölünmesin diye millet
Baki kalsın diye devlet
Dağlar gibi kemikle et
Seller gibi kanım gitti
Suriye, Irak, Mısır ve Libya’dan da mı ders çıkarmadın?
Cenâb-ı Hakk, Nisa suresinde “Ey iman edenler…. iman ediniz” buyurmaktadır.
Demek ki bir şeyi söylemekle yaşamak, tam inanmak, inancının gereğini yapmak o kadar önemlidir ki!
Bu arada bazı dostların, Batı tepki gösterir, ekonomimiz çöker saikiyle Fatih’in emanetini unutması, Ayasofya camiye dönüşmesin demesi tarafını belirtemeden ezik ve zelil kalması ne kadar acıdır!..
Rızkın -hâşâ- Allah’tan değil de Batı’dan geldiğine inanmak gibi…
Evet, Türk milleti tarihini ve dinini hakkıyla anladığında ancak kendine gelebilecektir…
Bu arada eski vekillerden Mehmet Metiner’in “Ayasofya’nın haftada bir gün kilise yapılması” teklifi bana bu ülkede uygulanmak istenen ve üzerinde kırk yıldır çalışılan hâlâ da bitmeyen Dinlerarası Diyalog projesini hatırlattı. Bu melanet proje zihinlere öyle bir işlendi ki kurtulamıyorlar.
Ayasofya’yı cami yaparsak İsrail’in yüzüne nasıl bakarız, diyen yazarlar da az değildi. Yahudilerle Ayasofya’nın, Kudüs’te Filistinlilerin varlığı ile İstanbul’da Yahudi cemaatinin konumunu bilemeyecek kadar cahiller…
Onlara da Fatih Sultan Mehmed Han’ın vakfiyesini bir kez daha okumalarını tavsiye ederim…
TEFEKKÜR
Bir kişi ki yardımcısı Allah ola
Var kıyas eyle ki ol ne şah ola
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
19.06.2020
Türkiye Gazetesi