Sultan, İslâm devletlerinde hükümdara verilen ünvan, devlet başkanı. Arapça salt kökünden gelen kelime mânâ olarak iktidar sahibi dernektir. Bu itibârla devlet başkanının, îcâb ettiğinde, emirlerini kuvvet kullanarak da yaptırabildiğini ifâde eder. Sultan tâbiri müslüman hükümdarlarının bilhassa sünnî kısmına verilen bir ünvan olup; pâdişâh, hakan, han, hükümdar ve melik yerine kullanılmıştır.
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” insanları doğru yola irşâd etme vazifesi üç kısımdı:
Birincisi; Allahü teâlânın emir ve yasaklarını güç ve kuvvet kullanarak yaptırmak idi. Buna saltanat denir.
İkinci vazifesi; Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmekti.
Üçüncü vazifesi ihsan olup, kalbleri temizleyip, insanları ruhen olgunlaştırmaktı. Hulefâ-i râşidîn bu üç vazifeyi birlikte yaptı. Sonra gelenler yalnız saltanat vazifesini yaptılar. Bu sebeble onların halifeliği mecazî mânâda idi. Öğretmek vazifesi mezheb imamlarına, ihsan vazifesi de tasavvuf büyüklerine verildi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle buyurdu: “Benden sonra halîfelerim otuz sene benim yolumu yaşatırlar. Ondan sonra ümmetimin başına melikler (sultanlar) gelir.”
Hulefâ-i râşidîn denilen dört halîfeden sonra, Resûlullah efendimizin torunu ve hazret-i Ali’nin büyük oğlu hazret-i Hasen halîfe oldu. Daha sonra halîfeliği kendi rızâsı ile hazret-i Muâviye’ye bırakınca, Emevî sultanlarının halîfeliği başladı. Ancak bunlar, yaptıkları iş îtibâriyle sultan olmakla beraber, halîfe ünvanı ile anıldılar ve halîfelik makamını temsil ettiler. Diğer İslâm devletlerinin emirlerine hükümdarlarına sultan denildi. Resmî bir rütbe olarak, sultan ünvanını ilk önce kullanan Gazneli Mahmûd’dur. Daha önce emîr-ül-ümerâ ünvanını kullandı. Bilâhere sultan tâbirini Selçuklular, Eyyûbîler, Memlûkler ve Osmanlı hükümdarları da lakab olarak kullanmışlardır. Osmanlılardan önce bu lakab halîfeler tarafından emirlere verilirdi. Bunun için parlak bir merasim yapılırdı. Halîfe, sultan lakabını verdiği emîre, hil’at verir, gerdanlık ve tâc giydirir, eline sancak teslim eder, nâmına hutbe okuturdu. Hilâfetin kendileri ile kuvvetlendiğini ifâde için onlara, Nâsırüddevle, Seyfüddevle, Adudüddevle gibi lakablar verilirdi.
Selçuklu sultânı Tuğrul Bey, halîfeliği şiî-Büveyhoğullarının hâkimiyeti altına girmekden kurtardığı için Abbasî halîfesi tarafından Karaların ve denizlerin sultânı îlân edilmişti. Haçlılara karşı kahramanca müdâfaası ile tanınan Kılıç Arslan, Sultân-ı iklim-i Rûm lakabı ile meşhûrdur.
Osmanlı sultanları da Orhan Gazi’den îtibâren yazışmalarında sultan tâbirini kullandılar. Osmanlı sultanları Yavuz Sultan Selîm Hân’dan îtibâren halîfe ünvanına da sâhib oldular.
Batı dillerinde sultan denince, İstanbul’da ikâmet eden pâdişâh kast edilir. Osmanlılarda; pâdişâhın kız ve erkek çocukları, anneleri ve kadınları için de isminden sonra, Cem Sultan ve Hadîce Turhan Sultan’da olduğu gibi sultan ünvanı kullanılırdı.
HESAP VERECEKSİN!
Adaleti, takvası ve hizmetleriyle meşhûr Emevî halîfesi Ömer bin Abdülazîz (rahmetullahi aleyh) halife olunca, Hasen-i Basrî’ye mektup yazıp, âdil devlet reisinin nasıl olması gerektiğini kendisine yazmasını istemişti. Bu arzu üzerine Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh) şu mektubu yazdı:
“Ey mü’minlerin emîri! Bilmiş ol ki, Allahü teâlâ âdil devlet reisini, zulme, haksızlıklara mâni olucu, zayıflara yardımcı, darda kalanlara destek olarak yaratmıştır. Âdil devlet reisi, kendi malını nasıl korur ve evlâdına nasıl şefkatli davranırsa, teb’asına da öyle davranır. O bedendeki kalb gibidir. Uzuvlar onun iyi olmasıyla iyi olur. Bozulmasıyla da bozulur.
Âdil devlet reisi, Allahü teâlânın emirlerine uyar. O’na itaat eder. Emrindeki teb’asını da Allahü teâlâya itaat etmeye sevkeder. Ey mü’minlerin emîri! Saltanatta, sahibinin himayesine verdiği malı ve aileyi darmadağın eden köle gibi olma! Allahü teâlâ kötülüklerden sakınılması için cezalar emretti. Bunu uygulayacak olanın suç işlemesi uygun olur mu?
Ey mü’minlerin emîri! ölümü, ölüm ânında yakınlarının sana yapacakları yardımın azlığım ve ölümden sonrasını düşün, ölüme ve ondan sonrasına hazırlık yap. İyi bil ki, şimdi bulunduğun makamdan başka, senin bir makamın daha vardır. Orada uzun müddet kalacaksın. Dostların seni orada yalnız bırakacak, kabirde tek başına kalacaksın. Kişinin kardeşinden, anasından, babasından, hanımından ve çocuklarından kaçacağı günde, sana yardımcı ve dost olacak şeyi hazırla. Kabirdekilerin diriltileceği, gizli olan şeylerin ortaya çıkarılacağı zamanı hatırla. Artık o zaman bütün sırlar açılmış olacaktır. Büyük küçük ne varsa hepsi amel defterine yazılmıştır.
Ey mü’minlerin emîri! Şu anda sen bir mühlet içindesin. Fırsat elde iken ve ecel gelip çatmadan, fırsat elden gitmeden Allahü teâlânın kulları hakkında adaletle hüküm ver ve câhillerin hükmü ile hüküm verme! Onlar hakkında zâlimlerin tuttuğu yolu tutma! Böyle yaparsan hem kendi günâhını, hem de başka günâhları yüklenirsin… Senin felâketine sebeb olan şeylerden istifâde eden insanlar, seni gaflete düşürmesin. Kendileri dünyâ menfaatlerini elde etmek için, seni âhirette kavuşacağın nimetlerden uzaklaştırırlar. Bu günkü gücüne, kuvvetine bakma, âhirette hâlinin ne olacağını düşün, ona göre iş yap. Ölüm bir ağ gibi seni sarmış her an yaklaşmaktadır. Hesab vereceksin.
Ey mü’minlerin emîri! Sana şefkat edip, elimden gelen nasihati yaptım. Sana yazdığım bu mektubumu dostunu tedavi eden tabibin ilâcı gibi kabul et. O, dostunu şifâya kavuşturmak için acı ilâç içirir.
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun ey mü’minlerin emîri.”
Kaynaklar
1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye
2) Medeniyet-i İslâmiyye Târihi
3) Ahkâm-us-sultâniyye
4) El-Hadarât-ül-İslâmiyye
5) Mukaddime-i İbn-i Haldûn
6) İslâm Târihi
7) Osmanlı Devlet Teşkilâyına Medhal
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-2, sh. 202