Fatih Altaylı, “Teke Tek Bilim” adlı halka açık programına zaman zaman Celal Şengör ile İlber Ortaylı’yı konuk ediyor. Celal Şengör yerbilimci olmasına rağmen tarih hakkında ahkam kesmesiyle ünlü bir bilim insanı. Fakat bu konuda ortaya attığı tezlerin hepsi tarih mahfillerinde saçma diye nitelenecek hususlar.
Ne hikmetse bunları çok iyi bilmesine rağmen yanında oturan ünlü tarihçi İlber Ortaylı asla bir müdahalede bulunmuyor. Farklı bir şekilde konuya müdahil olarak meseleyi ustaca başka bir alana kaydırıyor.
Aslında diplomasi dilinde bunu çok farklı ifadelerle niteleyebilirsiniz.
Bana göre en basit haliyle, “tamam saçmalama yeter artık” diye tanımlanabilir. Fakat Celal Şengör ise hezeyanlarını Ortaylı’nın kabul ettiği yönünde düşünerek, sırıtmaya ve kahraman komutan pozlarına devam ediyor…
Hâlbuki konuşmalarını dinlediğinizde ortaya bir tarih programından ziyade “tarih komedyası” çıkıyor. Nitekim konuşmalar şöyle cereyan ediyor.
Celal Şengör: “Osmanlılar efendim biz Kayı boyuyuz diyorlar. Bu yanlış, böyle bir şey yok. Sonradan uyduruldu.”
İlber Ortaylı: “Bütün boylar uydurmadır. Bütün dünyada böyledir.”
Celal Şengör: “Şimdi bakıyoruz, TV dizilerinde Kayı boyu var, bayrağı var, osu var busu var. Bunlar hakkında hiç bir şey bilmiyoruz. Ben hiçbir zaman Osmanlıya bir Türk devleti olarak bakamam.”
İlber Ortaylı: “Osmanlı bir Akdeniz devletidir.”
Gerçekten komedya yapacak olsanız akla gelmez ifadelerdir bunlar. Fakat Celal Şengör’deki Osmanlı ve İslam düşmanlığı aklının ve fikrinin üzerini örtüyor.
“Osmanlı kurucu ailesi hakkında hiçbir bilgi yok uydurma senaryolar var”, şeklindeki ifadeler şayet maksatlı ve düşmanca değilse gerçekten vahimdir. İlmî prensiplere sırt çevirmektir. Böylelerine verecek cevap bulamazsınız. Bu tiplere, “Senin akıl sağlığında bir sıkıntı var, doktora görünmen iyi olur” derler.
Şayet maksatlı ve düşmanca ise ona da cevap verilmez. Zira vereceğin hiçbir cevabı da kabul etmez. Kulağını ve gözünü gerçeklere karşı tıkamıştır. Duymaz ve görmez.
Şengör ile Ortaylı’nın karşısında ise, “Osmanlı diye bir şey de yoktur” deseler, ayakta alkışlayacak bir güruh bulunmaktadır. Bu nasıl bir zihin yapısıdır, anlamak mümkün değildir!..
Bizim sözümüz ise sosyal mecralarda bunları işiten on binlerce gencimizedir. Zira cevap verilmediği takdirde bütün bu hezeyanlar doğru gibi kabul edilmektedir.
Osmanlı devletinin kurucu ailesi hakkında bilhassa Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren çok rivayetler ortaya atıldı.
Bilhassa yabancı araştırmacılar Osmanlıyı kuranlar hakkında nedense kutsal bir görev gibi çalışmaya başladılar. Gayeleri ve maksatları ne idi elbette düşünmeye değer. Herhâlde Osmanlının atasını hakkıyla bulmak, ortaya çıkarmak ve ilim âlemine kazandırmak değildi.
Yapılmak istenen son iki asırdır yıkmak ve yok etmek istedikleri devletin, tarihini de bozmak, gençlerine başka bir tarih bilgisi aşılamaktan öte gitmiyordu.
Batılıların maksatlı hezeyanları!
Nitekim kuruluş üzerine akademik anlamda ilk çalışmalardan birini yapan ve Osmanlı Devleti’nin kökenleri konusunda şüpheler ortaya koyan ünlü Amerikalı araştırmacı Herbert Adams Gibbons’tur.
Osmanlıların tarihte eşine ender rastlanan büyük başarılarını tamamen Avrupalı unsurlara dayandırma ısrarı, Gibbons’un hem İslam hem de Türk kültür ve medeniyeti hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığını ortaya koymaktadır. Ayrıca birinci elden Selçuklu ve Osmanlı kaynaklarını kullanmaması da en büyük eksikliği olmuştur.
Türk kültür ve edebiyat tarihinin kurucusu kabul edilen ünlü araştırmacımız, Fuat Köprülü ise Gibbons’un hezeyanlarını, 1932 yılında Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde verdiği bir dizi konferansta çürütmüştür. Köprülü, Osmanlı Devleti’nin doğuşunu ve Gibbons’un yok saydığı Osmanlıların Türk geçmişini, 13. yüzyıl Anadolu tarihinin bir uzantısı olarak değerlendirmiş ve Uc’lara özgü kültür üzerinde önemle durmuştur.
Gibbons’un tezine ciddi bir eleştiri de Friedrich Giese’den gelmiştir. Giese, onun çalışmalarını son derece yüzeysel olarak değerlendirirken kendisini ise bir sürü temelsiz fikri ortaya atan usta bir kompozisyon yazarı olarak gösterir…
Buna rağmen Celal Şengör, Osmanlıların Türk olmadığını ifade ederken Gibbons’u tekrarlamaktan başka bir şey yapmamaktadır.
Osmanlı’ya iftiralar Gibbons ile durmaz. Zira İslam’a düşmanlık bitmeyeceği gibi tarihimizi bozma ve karalama sevdası da tükenmeyecektir.
Yine ünlü araştırmacılardan Avusturyalı tarihçi Paul Wittek, Osmanlı’nın gaza davasını ortaya koyarken öte taraftan Kayı boyundan gelişini ise tamamen reddeder. Wittek’in, Kayı boyu ile ilgili tezine tek kelam etmeyen Avrupalı yazarlar, gaza meselesine katlanamazlar ve yok etmek üzere seferber olurlar.
Michigan Üniversitesi öğretim üyelerinden Paul Lindner, Wittek’in gaza tezinin sağlam bir temele dayanmadığını, bunların daha sonraki dönemin ideolojisinin geçmişe yansıtılmasından başka bir anlam taşımadığını iddia eder…
Gaza tezini reddedenlerden önemli iki isim de Amerikalı tarihçi Ronald C. Jenings ile İngiliz tarihçi Colin Heywood’dur. Yine İngiliz tarihçilerden Colin İmber, Kayı boyu ve gaza siyasetini yok ederken Osmanlılara ait ilk dönemleri kara delik olarak tanımlamakta ve yok saymaktadır.
Amerika’ya tarih uydurmaya çalışan Avrupa’nın soykırımlarını ve yüz kızartıcı tarihlerinin üstünü örtmek için çırpınan bu tarih araştırmacıları, Osmanlı’nın şanlı tarihini ise yok etmek için çabalıyordu…
Maalesef son dönemlerde bilhassa Kayı boyu konusunda, ünlü Türk tarihçi Halil İnalcık da onların fâsit tezine alet olmuştur. Hâlbuki onlar ilk Osmanlı tarih yazarlarının sözlerini tamamen efsane olarak değerlendirirken Halil İnalcık toponimi çalışmaları ile neredeyse %100 doğruluğunu savunuyordu. Öyleyse Halil İnalcık’ı o devrede bu konuşmaya yönelten başka sebepler mi vardı? Üzerinde durmaya değer!..
Diğer taraftan Fuat Köprülü’nün yanı sıra sonradan İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Şehabettin Tekindağ, gibi kıymetli tarihçilerimiz Osmanlı’nın gaza stratejisi, İslamiyet’e olan gönülden bağlılıkları, Türklüğü ve Kayı boyundan gelişi ile ilgili onlarca bilgi ve belgeyi gözler önüne serdiler.
Bütün bu belgeleri ve bilgileri, “efendim tarih yazıcılığı geç başladı” yok “meşruiyet kaygısıyla bunu yaptılar” gibi mesnetsiz iddialarla geçersiz kılmaya çalışmak, gözünü kapatıp güneşi inkâr etmekten başka bir şey değildir…
Yanlışta ittifak olmaz!
Âşıkpaşazade’yi geç devir görenler onun Yahşi Fakih Menakıb-namesi’nden neleri okuduğunu hesaba dahi katmazlar.
Ahmedî ve Yazıcızade’nin eserlerinin 1410-1425 yılları arasında yazıldığını hakkıyla değerlendirmezler. Hâlbuki kuruluştan daha bir asır ancak geçmiştir. Bunları Neşrî, Âşıkpaşazade, Şükrullah, Oruç Bey, Ruhi Çelebi gibi pek çok tarihçi takip eder. Bütün bu tarihçiler Osmanlı’nın menşei konusunda az veya çok bilgi verebilirler fakat Oğuz ve Kayı meselesi konusunda asla bir tenakuza düşmezler.
Ayrıca bu kaynaklardaki Oğuz ve Kayı hakkındaki bilgilerin sadece Osmanlı Devleti’ne karizmatik ün sağlamak veya meşruiyet kazandırmak için kurgulandığını söylemek abesle iştigal etmektir. Zira o yıllarda Kayı boyuna mensup olduklarını belirtmek ise kendilerine hiçbir güç kazandırmayacaktı. Kazandırdığını söyleyen de bugüne kadar çıkmamıştır.
Ayrıca o kaynaklardaki bilgilerin de bir mehazı vardır. Mesela Yazıcızade Âli’nin eserinde Reşidüddin, İbn-i Bibi ve Ravendi’nin etkisi görülmektedir. Yine Yazıcızade eserini yazarken Osmanlı-Oğuz-Kayı ilişkisinde tarihî Oğuz rivayetlerinden ve Oğuzname’nin uygur versiyonundan yararlanmıştır.
Keza ünlü Osmanlı tarih yazarı Şükrullah, Karakoyunlu Cihan Şah’a elçi olarak gittiğinde orada hükümdarın tarihçisi Mevlana İsmail’de bulunan Oğuzname’den Osmanlılarla ilgili bilgileri almıştır.
Ayrıca bilgi ve belgeler sadece tarihî eserlerden de ibaret değildir. Nitekim topoğrafik incelemeler de bu hususta çok değerlidir. Osmanlı Devleti’nin kuruluş coğrafyası içinde yer alan Bilecik ve Eskişehir de dâhil olmak üzere, Batı ve Orta Anadolu’da yer alan yüze yakın köy ve yerleşim yerinin “Kayı” adını taşıdığını göstermektedir.
Bu durumda hakkında hiçbir rivayet olmasa bile, devletini bu coğrafya üzerinde kuran ve fetihlerini bu bölgede başlatan Osmanlı hanedanının da Kayı boyundan olduğuna kolaylıkla hükmedilebilir. Bu kadar açık ve kesin deliller varken, Osmanlı’nın Kayı boyundan gelmediği nasıl iddia edilebilir?
Orhan Gazi’nin 727 (m. 1326-27) yılında Bursa’da bastırdığı ilk sikkenin arka yüzünde ve onu takip eden sikkelerde “duribe” kaydının hemen üzerinde, yukarıdaki Kayı damgasının yer aldığı açıkça görülmektedir.
Görüldüğü gibi Osmanlının Kayı’ya mensubiyetini gösteren bunca kaynağa karşılık diğerlerinin iddiaları tamamen delilsiz ve mesnetsiz olup sadece varsayımlara dayalıdır.
TEFEKKÜR
Bî-nasîbiz ol kadar fikr-i maâlîden ki biz
Eyleriz takdîs sohbet-i cehli şehrâyin ile
Lâ Edrî
(Yüksek fikirden o denli nasipsiz olduk ki;
Cehalet sohbetini şenlikler ile kutsarız.)
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
23.08.2024
Türkiye Gazetesi
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/kose-yazilari/prof-dr-ahmet-simsirgil/tarih-komedyasi-644616