2000 yılı başında Amerikalı yazar Ann Chamberlin’ın “Safiye Sultan” isimli romanı Türkçeye çevrilmişti. Çevrilmesi ile birlikte ve müthiş bir kampanya neticesinde roman, kitap piyasasını allak bullak etti. Nedense istisnasız bütün yazılı ve görsel medya aylarca bu kitabı “best seller” (çok satanlar) listesinin en başına yerleştirdi. Sadece yerleştirmekle kalmayıp övgü dolu ifadelerle okuyucularına da tanıttılar.
Ardından roman yazarını, Türkiye’ye davet ettiler (Haziran 2000). Röportajlar gerçekleştirdiler. Şu var ki, Ann Chamberlin’ın açıklamaları takdire şayandı. O ne yazdığını biliyor, romanının gerçekle mukayesesini hakkıyla yapıyor ve bunu açık bir yüreklilikle dile getiriyordu.
Hatırladığım kadarıyla röportajında kendisinin Osmanlı sarayına girmediğini, Osmanlı yazısını okuyamadığını belirterek “Ben tarihte yaşamış üç beş kişi üzerinden bir roman kurguladım” demişti ve ardından şu ibretlik sözleri ilave etmişti.
“Fakat Türkler bana inanılmaz ilgi gösteriyorlar. Gördükleri yerde sarılıyorlar. Harem hayatını senden öğrendik diyerek teşekkürlerini sunuyorlar”.
Chamberlin, bu ifadeleri ile eserin tarihî bilgilere dayanmadığını belirtmesi yanında bizim şaşı bakışımızı da gayet rahat bir şekilde dile getirmişti.
Neticede roman o kadar rağbet gördü ki, süratle devamı niteliğinde ikinci ve üçüncü kitabı da derhâl piyasaya sürüldü.
O dönemde “Tarih ve Düşünce” dergisinde (2000/09, Eylül 2000, s. 8-19) romanın bir tenkidini yapmış ve “Neresini düzeltelim” diye sormuştum.
Zira romanda neredeyse sadece isimler gerçek kişiliklerdi. Anlatılanların tarihle hiçbir alakası yoktu. Olaylar tamamen kurgu idi. Romandaki hataları düzeltebilmek için belki üç cilt kitap yazmak gerekti. Bunu da birilerinin dile getirmesi gerekmez miydi?
Dürüstlük çok mu zor?
Bizde ise Ann Chamberlin’ın duruşu ve dürüstlüğünün tam tersi yaşanıyor. 2011 yılında “Muhteşem Yüzyıl” ile başlayan tarih dizi ve filmleri furyası aralıksız Türkiye gündeminde en ön sıradaki yerini koruyor.
Muhteşem Yüzyıl çıktığında dizi senaristi “Senaryonun 3-5 yıllık bir çalışmanın ürünü olduğunu ifade ederek Venedik arşivlerine kadar girdiklerini ve tarihî gerçeklere uygun olarak hazırladıklarını” ifade etmişti.
Oysa giyimlerinden hareketlerine, entrika dolu kurgularına ve tarihle tam zıt hadiselerine kadar muhteşem rezaletler başlığı atılabilecek bir dizi karşımızda idi.
Öte yandan dizi, güçlü oyuncu kadrosu yanında diğer teknik detaylarına kadar öylesine cezbedici idi ki, yayın hayatına girmesi ile birlikte izlenme rekorları kırmaya başladı. Akabinde dış dünyaya satış rekorları da kıracaktı.
Fakat dizi iddia ettikleri gibi tarihî gerçeklere uygun muydu? Elbette ki hayır. TV’lerde yaptığım hiçbir eleştiriye cevap veremediler. Sonunda “Bu dizi tarihten esinlenerek hazırlanmıştır” bilgi notuyla izleyici ile buluşmaya başladılar. Çünkü Ann Chamberlin’daki dürüstlük onlarda yoktu.
Ardından Muhteşem Yüzyıl’a alternatif olarak doğan “Diriliş Ertuğrul” dizisi reytingleri altüst etmeye başladı. Bu defa da onlar tarihe tam uygun diyerek lanse ettiler. Dövüş ve savaş sahneleri muazzam görsel şölenleri ile yediden yetmişe herkesi etkilemeyi başardılar. Onlar da reyting ve satış rekorları kırdılar. İş tutmuştu. Kuruluş Osman, Fatih, Payitaht Abdülhamid, Uyanış Selçuklu ve Barbaroslar dizileri sırasıyla arzıendam ettiler.
Hepsinin değişmeyen iddiası tarihe uygunluk üzerine idi.
Fakat Diriliş Ertuğrul ve Kuruluş Osman’da tarihe uygunluk oranı %10’u bile geçmiyordu. Reyting kaygısı ile yapılan kadın kız kaçırtmak ve kurtarmaktan ibaret senaryolar, eski Türk filmlerinin kötü birer kopyasından öte gidemedi.
Üç beş program sonrasında yapılan tenkitler karşısında cevap veremeyip “Bu bir tarihî belgesel değil neticede bir dizi, elbette kurgular yapacağız” noktasına varıp sıyrılmaya başladılar.
Eee kardeşim bunu baştan söyleyip milleti aldatmasan olmaz mıydı? Evet olmazdı. Ann Chamberlin’ın dürüstlüğü ne hazindir ki bizimkilerde yoktu.
Bütün bu girişimler tarihimizi bozma veya sulandırma operasyonunun yeni bir versiyonu muydu bilemiyorum. Fakat tarih dizileri adı altında tarihimize en büyük kötülüğü yaptılar. Yıllarca düzeltilemeyecek yanlışlarla gençlerimizin zihin yapılarını bozdular. Selçuklu veya Osmanlı sarayı denildiğinde entrikadan başka bir şey akla gelmez oldu.
Oysa kültürü, medeniyeti, savaşları, diplomasisi ve toplumdaki yüksek ahlaki seviyesi ile muazzam anekdotlarla dolu Türk tarihi günümüz imkânlarıyla gençlerimize sunulabilirdi. Olmadı, bu zihniyetle zaten olması da mümkün değildi.
Kaplanın sırtında!
Şimdi ise II. Abdülhamid Han’ın bilhassa sürgün yıllarını konu edinen bir roman çıktı. “Kaplanın Sırtında – İstibdat ve Hürriyet” romanı hakkında özellikle sağ yazarlar tarafından derhâl tenkit yazıları kaleme alınmaya başladı. Bu durum bir bakıma kitabın reklamı için de işe yarıyor. Oysa aynı yazarlar ve yazması gerekenler Ertuğrul ve Osman Bey dizilerinde yapılan hatalara karşı gözleri kördü. Osman ve Ertuğrul Beylerin hanımları ve kızları ile Şeyh Edebalı’nın kızı düşman birlikler tarafından kaçırılıp günlerce tutsak olarak elde tutulup işkencelere maruz kalırken görmemezlikten geliyorlardı. Bunların doğru kitapları okurlarına tavsiye etme gibi bir alışkanlıkları da yoktur.
Evet, Zülfü Livaneli’nin nasıl bir Abdülhamid Han portresi çizeceğini anlamak zor değildir. Fakat o da bunu klasik alışkanlıkla yapıyor.
Roman hakkında yapılan bir söyleşide “Tarihî romanda tarihî gerçeklere aykırı davranamazsınız” diyen Zülfü Livaneli, romanı yazmak için tam beş yıllık bir araştırmanın ürünü olduğunu belirtmeyi de ihmal etmiyor.
Hâlbuki romanın en önemli kaynağı, İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin, sürgün yıllarında Abdülhamid Han’ın yanına doktoru olarak kattıkları Atıf Hüseyin Efendi’nin hatıralarıdır. Atıf Hüseyin günlüklerinde önemli bilgilere yer verse de Abdülhamid Han hakkında bakışı olumsuz ve hasmanedir.
Padişahtan herif diye bahseden bu adamın hemen her sözünü süzgeçten geçirmeden kabul etmek mümkün değildir. Neticede yerli ve yabancı bir takım problemli kaynakların rehberliğinde Livaneli, II. Abdülhamid Han için tam bir Avrupa hayranı imajı çizer.
Ona göre padişah ve ailesi düşünce, fikir ve yaşayış olarak Avrupalılaşmıştır. Piyano çalan, konyak ve rom içen, Paris’ten giyinen, Batı tarzı reformlar gerçekleştiren ve nihayet İslamlığı da görünüşte benimseyen insanlardır.
Livaneli’nin anlattığı böyle bir şahsı, Batı dünyasının bağrına basması gerekirdi. Oysa onu tahtından alaşağı edebilmek için nasıl mücadele ettiklerini anlaması bakımından kendisine değerli kardeşim Taha Niyazi Karaca’nın Büyük Oyun (Timaş Yayınları) kitabını tavsiye ederdim. İngiltere Başbakanı W. Ewart Gladstone’un Abdülhamid Han düşmanlığının sırrını çözer, padişahın şahsiyetini en doğru bir şekilde ortaya koyabilirdi.
Eser tenkidinden kim niçin korkar?
Öte yandan dizi ve romancılarımız insanları yazdıklarına inandırmanın ve güvendirmenin yollarını da bulmuşlar. Dizi mi çekiyorsun, koy iki tarih danışmanı. Roman mı yazıyorsun okut iki üç tarihçi dostuna ve “Bakınız ben tarihe tam sadık kalıyorum” mesajını ver.
Nitekim Zülfü Livaneli de aynı yolu takip etmiş. Güya işin ehli İlber Ortaylı, Taner Timur ve Ali Yaycıoğlu gibi tarihçilere okutmuş. Onlar da onay vermişler. Böylece bir taraftan gelebilecek muhtemel tenkitlerin önünü alırken bir taraftan da okuyuculara kendince kitabın doğruluğu konusunda garanti vermiş bulunuyor.
Zülfü Livaneli’nin yaptığını ne acıdır ki sağ yazarlar da aynen devam ettiriyorlar. Hiçbirinin doğruluk kaygısı yok. Reytingi, parası veya ideolojisi var. Ona hizmetin derdindeler.
Ciddi tenkitlerden de o kadar rahatsız oluyorlar ki anlamak mümkün değil. Ortaya konulan bir eser, roman, YouTube’da yapılan bir konuşma veya çekilen diziler artık yıllarca gençlerin müracaat mercii olacaktır. Yazarı ölüp gitse de eseri ölmeyecek ve okunacak veya izlenecektir.
Bu itibarla tenkit yapmak ilim adamları için bir sorumluluktur. Yazarı cevap verir veya vermez bilemem. Fakat son yıllarda bu tenkitlerime karşı müthiş bir rahatsızlık duyduklarını görmek kadar bendenizi şaşırtan bir durum olmamıştır.
Mail’ime gelen özel mesajları, tehditleri burada anlatacak olsam inanamazsınız.
Demek ki temel çürük olunca bina dikiş tutmuyor. “Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar” düsturu ortadan kalkıyor. Dolayısıyla fikirlerin çatışması son buluyor ve yerini, “Yazma, konuşma, anlatma, beni ağzına alma kardeşim” alıyor.
Ann Chamberlin’ı bir kez daha takdir ediyorum.
TEFEKKÜR
Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin
Bülbül hâmûş havz tehî gülistân harâb
Keçecizâde İzzet Mollâ
(= Öyle bir baharına geldik ki dünyanın,
Bülbül susmuş, havuz boş, gülistan harap).
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
12.08.2022
Türkiye Gazetesi
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-ahmet-simsirgil/630900.aspx