Üstat Necip Fazıl Bey tarih konusunda galiba en büyük görevini şöyle düşünüyordu:
Bize kalan aziz borç asırlık zamanlardan;
Tarihi temizlemek sahte kahramanlardan!
Zira Sultan II. Abdülhamid Han’ın Siyonistler, İngilizler ve bilumum Osmanlı-Türk düşmanlarının sinsi bir tertibi ile tahtından indirilmesi ile bütün İslam âleminin Batı’nın uşaklığına düşecek devri de başlıyordu. Evet, çok geçmeyecek ve on seneyi bulmadan bin yıldır İslam’a hizmetle şereflenmiş Türk milleti, tarihinin en ağır zillet şartlarına mahkûm olacaktı.
Artık tarih kitaplarımızı dahi rahmetli Oktay Sinanoğlu Bey’in ifadesiyle İngiliz muhipleri yazmış olduğundan, biz yapılan hataları hiç okuyamadık ve bilemedik. Sadece kahraman üretmeye çalıştık. Putunu kendi yapar kendi tapar, misali hiç kimseyi hakkıyla değerlendiremedik! Sevdiğimize toz kondurmamayı marifet zannettik. Dolayısıyla Tanzimat’tan neredeyse günümüze kadar yaşanan hadiselerin içyüzlerini arakasındaki tertipleri çözmek bir türlü mümkün olmadı. Aynı delikten bir değil on kez ısırıldık. Bu itibarla bazı şahsiyetlerimizi daha yakından tanımak icap etmektedir.
Bunlardan bir tanesi Kâzım Karabekir Paşa’dır.
Kâzım Karabekir, İstanbul’da doğmuş olup asıl adı Mûsâ Kâzım’dır. Babası Mehmed Emin Paşa, annesi Havva Hanım’dır. İstanbul’da başladığı ilk öğrenimini jandarma subayı olan babasının görevi dolayısıyla Van, Harput ve Mekke’de tamamladı. Ortaöğrenimini İstanbul’da Fâtih Askerî Rüşdiyesi ile Kuleli Askerî İdâdîsi’nde gördü. 1905’te de Harp Akademisi’nden mezun oldu. Kurmay Yüzbaşı olarak Manastır’da staja başladı, Bölge Kurmay Başkanlığı görevini de üstlendi.
Paşalar artık eskisi gibi görev görevdir demiyordu. Doğuya bir görev çıktığı anda sürgün olarak değerlendiriyor ve padişah düşmanlığı da başlıyordu. Bu sebeple Kâzım Karabekir’in hanesinde padişah ve saltanat düşmanlığı o daha küçükken yerleşmişti.
Kâzım Karabekir henüz Rüşdiye’de okurken ağabeyi Hamdi Bey tarafından Abdülhamid Han düşmanlığı ile yetiştirilmişti. Ağabeyi Fransa’dan gelen dergileri ve gazeteleri kendisine okuturdu. İttihat ve Terakki Cemiyetine yemin ettirerek o kaydettirmişti. Ağabeyi bunları gizlemesi ve kimseye açıklamamasını da Karabekir’in kendi ifadesiyle şöyle anlatmıştı:
“Hamdi ağabeyim gözlerimin içine baktı ve bana, ‘Yemin et bakayım ki bundan hiç kimseye tek bir kelime bile söylemeyeceksin’ dedi. Yemin ettim. Bunun üzerine bana, ‘Kâzım, ailemizin namını yükseltecek istidat yalnız sende var. Kendini her fenalıktan korumalısın. Ahlakını nasıl muhafaza ediyorsan hayatını da öyle korumalısın’ diyerek Abdülhamid’in zulmünü, istibdatını ve buna karşı milletin iyi kalpli evlatlarının hürriyeti almak için İttihat ve Terakki Cemiyeti namıyla bir cemiyet teşkil ettiklerini, vatanını seven her münevver gencin buna dâhil olduğunu fakat bazı alçaklar tarafından haber alınarak birçok gencin sürgüne Yemen’e, Fizan’a gönderildiğini, bazılarının da denize atıldığını acı acı anlattı…
Tüylerim dimdik olmuştu. ‘Vatanını seven her gencin girdiği bu cemiyete ben de girersem ne olur?’ dedim. ‘Girdin gitti… Demincek yemin etmedin mi?’ dedi.
Ama ne sevindim ne sevindim… Kendimi zaten çocuk saymıyordum. Şimdi büyük bir adam olmuşum gibi geldi. Ağabeyim bana tekrar yemin ettirdi ki zabit oluncaya kadar ben bu işi kimseye açmayacağım. ‘Yoksa bütün ailece mahvoluruz’ dedi. Ben de ellerinden öptüm. O da beni kucakladı, alnımdan öptü…”
Yahu Kâzım ne yamanmış!
Kâzım Karabekir bundan sonra artık bulunduğu her yerde İttihat ve Terakki’nin sağlam bir fedaisi olmuştur. O, Enver Bey’le birlikte İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin Manastır ve İstanbul şubelerinin açılışında görev yaptı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bilhassa İstanbul’da esas ve köklü teşkilatlanmasını Kâzım Karabekir sağladı. Manastır’da kışla görevinde iken Harbiye’ye muallim olarak tayin edilmesi (1907) kendisine bu yolu açacaktı.
Kâzım Karabekir, İstanbul’a gitmeden önce Selanik’e gelerek İsmail Hakkı Bey’in evinde İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri ile toplandılar. Toplantının konusu İstanbul’da yapılacak faaliyet ve izlenecek yoldu. Meşrutiyetin ilanı için İstanbul şubesine düşen görevler ve şayet mümkünse Sultan Abdülhamid’e bir suikast girişiminin gerçekleştirilmesi idi. Kâzım Karabekir’in suikasttan yana tavır göstermesi üzerine Talat Bey heyecanlanarak şöyle söyledi:
“Yahu Kâzım yamanmış be! Seni arkadaşlar çok cesur ve çok da düşünceli derlerdi. Şimdi bunu karşımda kendim görüyorum. Bize çok kuvvet veriyorsun. Eğer İstanbul’da teşkilat yapmaya muvaffak olursan sana icabında buradan birkaç fedai göndererek terörler de yaptırabileceğimize inanıyorum…”
Terörlerde kim ölecekti. Masum ve gariban siviller. Zira Abdülhamid Han’ın gitmesi için onlarca her yol mubahtı…
Kâzım Karabekir için Sultan Abdülhamid’in mutlaka öldürülmesi gerekiyordu! Ancak onu bir Ermeni veya Yahudi’nin değil kendilerinin ortadan kaldırmaları gerekirdi. Diğer türlü namuslarına halel gelirdi. Nitekim padişaha yapılan meşhur suikastı şöyle değerlendirecekti:
“Bir Türk padişahının Ermeni veya sair Türk olmayanlar tarafından öldürülmesini kendi tarihimiz bakımından çirkin bir hadise telakki ile üzülmüştük. Çünkü ölümü gayr-i Türklerin menfaati için lazım bir hadise gibi görülecekti. Hâlbuki vaziyet Türk milletinin gittikçe, bu cahil sultan idaresinde tehlikeye yürümesiydi…”
Yine Kâzım Karabekir’in, II. Abdülhamid Han’ın kendisine suikast düzenleyen ünlü terörist Edward Joris’i affederek devleti lehine kullanmasından duyduğu rahatsızlığı belirtirken padişaha duyduğu dehşetli kini de ortaya çıkıyordu:
“Padişaha tertiplediği suikastta birkaç yerli Ermeni de yardım etmiş. İdama mahkûm olan bu adamı Sultan Hamid affetmiş, ihsan vermiş ve Avrupa’da aleyhindeki cereyanlar ve suikastlardan haber vermek üzere maaşlı hafiye yapmış. Koca Sultan, bu işleri bir gün senin öz Türk milletin de yapacak ve sen onların elinden yakanı kurtaramayacaksın. Eğer aklın eriyorsa fikirleri boğma, onlara yol ver ve hürmet et. Muhitini saran cahil veya riyakâr, murdar ahlaklı insanları dağıt da Avrupa hükümdarları gibi milletini saadete götür. Sen de milletinin sevgisi arasında mesut yaşa. Fakat yazık ki daha ismini bile zor yazabilecek derecede irfanın var…”
Bu nasıl bir kin!
Kâzım Karabekir, Sultan Abdülhamid Han hakkında Ermeni ve Yahudilerin uydurduğu her yalana inanmakta dolayısıyla kini ve nefreti de o ölçüde artmaktadır. Makedonya isyanlarını, Ermeni kıyamlarını dahi sırf padişahı tahtından alaşağı edeceği cihetiyle memnuniyetle takip ediyor ve hoşlanıyordu. Buna karşılık onların bu gayretlerinin padişahı tahtından düşüremeyeceğini belirterek öz evlatlarının kendisini boğacağından dem vururken bütün bir Osmanlı hanedanını da aşağılıyordu. Şöyle ki:
“Etrafındaki yüzlerce halayıkların şehvet halkası içinde, bütün hanedanın gibi tereddi etmişsin (soysuzlaşmışsın). Mithat Paşa gibi bir veziri, Mahmut Paşa gibi bir damadı boğduran, en namuslu, hamiyetli ve malumatlı insanları zindanlarda, menfalarda çürüten, muhitini hafiye ağları içinde kuklaya çeviren insandan ne beklenir? Dün İttihat ve Terakki’yi de boğdun. Mithat Paşa’nın Jön Türkleri gibi onların da mahvolduğuna belki kailsin. Fakat fikirler ölmüyor, birbirine zincirleniyor. Muhakkak her müstebit gibi fikirler arasında sen de boğulacaksın. Makedonya isyanları, Ermeni kıyamları belki senin için tehlikeli değildir; fakat kork milletinden… Bakalım bunu ne zaman göreceksin…”
Bu öyle bir düşmanlıktı ki karınca yürüse Sultan II. Abdülhamid Han’dan bilir olmuşlardı. İslam’ın esaslarından dahi bî-haber idiler. Dini kafalarına göre değiştirmek gayesini güderken sanki bunları da Abdülhamid Han’ın suçu olarak göstermekte tereddüt etmiyorlardı.
Nitekim cuma namazı hutbesi hakkındaki ifadeleri bunun yansımasıdır:
“Hutbe okunurken uyuklayan, esneyen hemen bütün cemaat… Güzel sözleri anlıyorum, ne yazık bari Arapçayı akabinde Türkçeye de tercüme etseler ne olur… Hem âyet-i kerime ve hadis-i şerifler tercüme edilmiş; fakat esas hutbe neden Türkçe olmasın. Fakat kahrolası istibdat! Âciz ve riyakâr. Bir toplantı, rahat yaşasın diye milletin uyuması lâzım. Mademki hutbe okunurken halk uyuyor, o murdar idare için bundan muvaffakiyetli ne olur… Kulaklara sansür…”
Hâlbuki Osmanlı meşihat makamı, hutbenin Arapçadan başka bir lisanla olamayacağı sebebiyle hutbeden önce vaazı koydurmuş ve böylece Müslümanların bilgilenmelerinin yolunu açmıştı. Fakat onların maksadı anlamak değil sadece yargılamaktı. Zaten Kâzım Karabekir’in namaza ilgisi ve cemaatle namaz konusunda söyledikleri de bunu ortaya koyuyordu:
“Bizi Harbiye efendileri gibi dört vakit namaza da sürmeye başladılar. Sabah namazları arzuya tabiydi. Mektebin musluklarında su olmadığı hâlde binlerce efendilerin ve arada zabit elbiseli üç namzet sınıfın elleri değnekli zabitler tarafından camiye sürülmesi -hindi sürüsü gibi- pek elim bir manzaraydı. Birkaçı müstesna, abdestsiz secdeye zorla yatıp kalkıyordu. Harbiye ikinci sınıf nihayetinde geçirdiğim tifo hastalığından sonra abdest ve namazı yalnız evde ve cuma namazlarına bırakmıştım…”
Kâzım Karabekir’in şikâyeti bu kadarla da sınırlı değildi. Neredeyse cami yapılmasından dahi şikâyet edecek bir noktadaydı. Sanki bütün bunları bir harbiye öğrencisinin değerlendirmesi gerekiyor gibi. Bu durum bir anlamda askeriyede siyasetin nasıl zararlı bir noktaya vardığının da göstergesi idi.
“Cami üstüne cami… Saray üstüne saray… Asırlarca bu riyakârlık devam etmiş. Hâlâ da böyle gidiyor. Bir padişah için birçok saray ve birçok bahçe ve eğlence yeri. Sonra milyonla halk için bir şey düşünme. Vaktiyle medeniyete giriyoruz diye Haliç’te, Göksular’daki sarfiyat da hep padişah ve riyakâr günahkâr muhiti için… Dün böyle geçmiş. Bugün de böyle. Ah yarın olsun şu memleketin evvela havası bu riyakâr ve yalandan temiz saf bir havayla dolsa…”
Kâzım Karabekir “asırlarca bu böyle devam etmiş” diyerek neredeyse tüm Osmanlı padişahlarına bühtan ettiğinin farkında mıydı? Acaba fazladan nereye cami ve saray yaptırdı diye sorulsa ne cevap verebilirdi? Konuşmak iftira etmek Fransa’dan gelen mecmualardaki yazıları süzgeçsiz kabul etmek… Asıl sürü psikolojisi bu değil miydi?
Kâzım Karabekir, koskoca cihan imparatorluğu yok olduğunda bu fikirlerini düşünme imkânı buldu mu acaba?
II. Abdülhamid Han çekildikten sonra riyakâr ve yalandan temiz bir hava(!) bulabildiler mi?
Ne gezer!!!
TEFEKKÜR
Hâşâ zulmetmez kuluna Hüdâ’sı
Herkesin çektiği kendi işinin cezâsı
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
13.12.2019
Türkiye Gazetesi
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-ahmet-simsirgil/611218.aspx